- Kategori
- Öykü
İgor

bu öykü hükmünü hala sürdüren kanlı faşizme karşı yazıldı
İGOR …
Şimdi gözlerimin içine bak. Söyleyeceklerimi düşünce yoluyla iletmek istiyorum sana, ve sanırım bunu beceririm. Çünkü dilimi kestiler… Kimler mi ?...dostlarım. Konuşmamak daha iyi. Çünkü konuştuğum zaman birdenbire şoka gireceğini, benim kelimelerimden çok onları kurgulamadaki bu inanılmaz başarımı görerek, anlattığım şeylerin gerçekliğini dahası önemini göz ardı edeceğini tahmin ediyorum. Bu tehlikeyi göze alamam; en azından sana saygısızlık olur bu. Çünkü gelenlerin hepsi gittiler, onlar baktılar ve bir şey de göremediler. Zaten kalıntılar da onlara bir şey anlatacak kadar belirgin değildi. Şurada burada birkaç kemik, aşırı kireçten belki de yerin yedi kat dibine kadar donup kalmış mezarlar… ki hiçbirinin bir mezar taşı bile yok. İzin verirsen şunu söyleyeyim, çoğu zaman hikayelerini sadece tarihin yazdığı insanların şanslı olanları bir mezara hatta anıta sahip olur. Geriye kalan kalabalıkların böyle yazılı bir mermer gibi lüksleri yoktur. Toplu mezarlardan geriye kalanlar toprakla birleşirler; eğer ruhları varsa onlar da kimseyi beklemez artık bu unutulmuş çukurların başında. O ruhlar sonsuza kalabalıklar halinde karışırken çevrede belki biraz rüzgar eser; cisimlikten uzak varlıklarını bilmediğimiz yerlere sürükleyen bir rüzgardır o. Ama sadece bu kadar. Gerisini şairler düşünsün. Kahramanlık şiirleri için kağıt kalem kadar gereklidir ölüler.
Gözlerini ayırma gözlerimden. Bak bu iyi…öylece bak. Çevre çok güzel aslında. Şu ulu ağaçlar, doğanın destansı gövdeleri; ne kadar sabırlı ve durağanlar değil mi? Özsularında bir damla gözyaşı yoktur. Ben buna kefilim. Çünkü insanlar başlarına ne geldiğini anlamadan öldüler. Sonra toprak çok kireç gördü. Başka yerlerden de toprak getirdiler, örttüler. Ağaçlar bu taze toprakların üstüne ekildi. Toprağın çok derinlerinde kalanlar ise birileri efsane yaratmaya meraklıysa işe yarayabilir. Kazı filan yaptıklarında. Tarihlerinin ne kadar yeni olduğunu anlatamayacak kadar yıpranmış kemikler bulur bu kazıcılar. Binlerce yıl eskiyi ararlar. Oysa gerçek henüz çok taze; o kadar ki yaşanmışlığını bile tam olarak yitirmemiştir her şeyi gören birinin gözünde. Benim gibi birinin…
Ağaçlar ektiler sonra. Çabuk büyüyen cinsten. Her şeyin üstüne doğanın tıpkı bağışlamaya benzer bir devinimle toprağından yeni sürgünler vermesi bu ağaçların tanıklığını geçersiz kıldı. Çok derinlere inen kökleri kireç, kurumuş kan, iskeletinden kopmuş kemik parçalarına değer değmez yol değiştirmiş olmalı ki, bu ağaçlar gökyüzüne atılıp, serpildi. Bir şeyler sezinlemiş olsalardı, onlar da benim gibi dilsiz bir tanık olarak sana burada olanlar hakkında bir şeyler söylerdi. Öldürücü bir kimyanın tozlarını üstünden atamamış bir daldan zayıf ve erken ölmüş bir yaprak düşerken, sen ona bakıp sorular yaratabilirdin içinde.
Anladın değil mi ? Ben, bir tek ben tanık oldum bu kampta olanlara. Kampın bekçiliğini bana verirlerdi çoğu kez. Alman askerleri nöbet değişimi yaparken kollardım çevreyi. Ama daha çok o güzel ve yapılı ve de her şeye egemen Alman subaylarının, Alman askerlerinin hizmetindeydim. Çok aşağı bir ırktan olmama rağmen o Rus esirlere yaptıklarını bana yapmadılar. Bana hep nazik davrandılar. Belki yapım gereği nazik insanlara karşı her zaman gizli bir hayranlık ve hatta sevgi beslemişimdir. Beni çağırdıklarında, yahut benden bir şey istediklerinde bu saygımı çok abartılı hayranlık ve sevgi bakışları ve hatta kendi ana dilimdeki sözcüklerle belirtirdim. Tıpkı Yunan tanrıları gibi gücü ve güzelliği dünyaya egemen olma yolunda kullanmaları bende insanlığın beklediği en gelişkin tür oldukları yolunda bir inanç yaratmıştı. Çünkü insanoğlu o ana kadar standart gelişmesinin üstünde bir başka ve yüce amaca koşullanmamıştı. Onlar bu düşünceyi savaşın kan ve duman kokulu havasıyla birlikte benim gibilerin bilincine işliyorlardı. Ne bilebilirim ki bunun adı en sefil propaganda biçimidir.“O Alman piçlerinin kıçını da yalayacak mışsın az kalsın, ” diye düşündüğünü anladım şimdi. Evet, öyle düşünüyorsun. Ama burada yanıldın işte. Evet ilk başlarda isteselerdi kıçını yalardım hepsinin, hayranlık ve sevgiyle. Ama işin sonuna doğru bunu korkudan ve üstelik nefretle yapacağım için onurumun tepetaklak olacağını da söylemem gerek. Biz hikayeme dönelim.
Bu kireç ve kemik kalıntılarından hiçbir şey çıkaramayan ötekiler gittiler. Benim ağaçların arasından çıkıp uzun yıllar bu ormanda yaşamış biri gibi sana yaklaşmamı zihninde bir hikaye merakı ve arzusuyla birleştirdiğini anladım. Bu yüzden sana düşüncelerimle aktarmak istiyorum hikayemi. Sezgilerin benimkilerine benziyor diye düşünüyorum. Burnun bir hikaye kokusu aldıysa seninle her şeyin bittiği ve hiçbir şeyin önemli sayılmadığı bir kıyamet gününde İKİ KARDEŞ GİBİ KUCAKLAŞABİLİRİZ. Bundan utanmana da gerek yok. Burada saçma sapan bir filozofun ve onun kadar deli ama müziğin dilini çok iyi bilen bir bestecinin ve bütün bunları yanlış yorumlamış bir budalanın rüzgarına kapılıp, kendilerini üstün insan olarak kabul eden ve diğer insanların da onlara tapmaları için iyi niyetle birkaç tapınak yapacaklarına, komik olmaktan korktukları için ölüm kampı yapan o gücün elçileri de benimle yakınlaşmaktan hiç gocunmazlardı. Oysa ben de sapına kadar bir Rus’tum sonuçta. Sibirya’ da dünyaya gelmişim. Kıtlığın, açlığın ve savaşın karlar üzerine yığdığı, bazıları kurşundan, bazıları gıdasızlıktan bazıları da yorgunluktan ölen ve öldükten sonra dondukları için uzun süre bozulmadan kalan nice insan gördüm. Donmuş bir insanın ölüsü bana ölümün insanda bir varlık, bir nesne olarak neredeyse bir gösteri yaptığını gösterdi. “Hayat mı; işte bakın, ne kadar muntazam ve biçiminden hiçbir şey yitirmemiş, YAŞIYOR gibi, ama ölü. Bir çeksem hayatın maskesini bu insanın üzerinden, yani karlar erise, bahar gelse, senin hayat dediğin, bir yığın olarak çökecek toprağa. Git aynaya bak o zaman sen yaşayan insan, bu maskı sen de taşıyorsun. Ama hangi baharda, buzlar eriyip su olduğunda tabiata karışacaksın; ben bunu bilemem. Ben senin çağrını alır, gelirim.” Donmuş gövdelerde böyle konuşur ölüm. Belki de ben duygusal biriyim. Belki de ölüm hiç bir şey anlatmaz kendinden yana. Büyük suskunluğun sesini içimizden atamamaktır belki de ona yakıştırdığımız her kelime.
Ve savaşlarda o büyük suskunluk bütün kitlelerin diliyle konuşur, kelimeler kurşuna, cümleler kaderde olmayan bir anın, beklenmedik darbesine dönüşür.
O Nazi subayları ve de erleri toplam 13 kişiydiler; o uğursuz rakamın gelip onları sayıda bulması belki her şeyi yukarıdan seyreden tanrının onlara bir uyarısı olabilirdi. Ama hükmedenler merhameti en gereksiz duygu olarak bir çocukluk anısı gibi belleklerine gömmüşlerdir. Gömmüşlerdir, çünkü öldürmüşlerdir aynı zamanda. Üstün insan olmanın silahla yazılan kurallarında merhamet en aşağılık bir insan zaafıdır. MERHAMETİ BİR BEDEN SIVISI GİBİ ATMIŞLARDIR sanki içlerinden, düşünce yoluyla bile değil. İki kere iki dört ederin gerçeğine bir başka cümlede ulaşmış, bu nedenle iki kere iki dört edere dayalı tüm gerçekleri de dünyadan uzaklaştırmışlardır. Acımanın olduğu yerde hükmedemezsin. Merhamet insanı sırtından vurur, o sırta onu hep eğik tutacak yükler bindirir. Onların matematik kesinliği budur işte. Aslında ben onların hükmetme duygularını doyurmak için bütün insanları birer kalabalık, aşağılık bir yaşam gettosu olarak kabul etmelerine alışmıştım. Ama bu kadarla kalmadılar. Burada sana şunu da söylemeliyim; filozofça değil, hayır; belki günün birinde daha geniş düşünen birilerinin kanıtlayabileceği bir gerçeği anladım ben bu kampta. Bunun için ne kadar dehşet varsa gördüm sayılır. Benim gerçeğim şuydu: Merhamet yok olunca ondan kalan boşluğu en ilkel insanın aslında şu anda çok gereksiz olan karanlık duyguları doldurur. O ilkel ve karanlık içgüdünün bir dinozoru zorunlu olarak yok etmesindeki mantık gelip seni şu zavallı, acından ölen Rus esirin karşısında da tetiğe basman için zorlar. Hatta bu mantık artık bir ölüm senfonisinin çeşitlemelerini aramaya, notalar üzerinde gezinmeye, başka başka seslerle insanlığın en karanlık gecelerine fon müziği kondurmaya kadar yaratıcı yapar seni. Ama bu ölüm kampında durum biraz daha değişikti. Bu ölüm kampının subayları ve erleri öldürmenin bin bir çeşidini görmüştüler. Yaratıcı güçleri tükenmişti belki de. Bu yüzden açlıktan ve soğuktan düşüp ölmelerine izin veriyorlardı esirlerin. Güçlerini onlara defalarca hissettiren ölüm biçimleri artık doyurucu değildi. Ama onların yöneticileri, ölüm kompozitörlüğü konusunda daha da yaratıcı olmayı sürdürüyorlardı.
Bir sabah üç doktor geldi kampa. Bir askeri kamyondan laboratuar malzemeleri indirildi. Hepsi özenle taşındı. Subaylara ayrılan bölümden iki metre ötede boş duran bir yer vardı. Bir baraka kalıntısı. Orası hemen boyandı. Kapı ve camlar takıldı. Beyaz perdeler de çekildi. Revir yazısı kondu kapının üstüne. Gülmek pek başarabildiğim bir şey değildir ama burada, ölmek üzere olan şu insancıklara revir kelimesinin ne ifade ettiğini düşündüğümde gülmeyi başarabildim. Bunu da not al bir yere. Çünkü insan gülen hayvandır sözü o durumda benim gülüşüme kapkara bir çarpı işareti koydu sanırım. Ben onların hizmetinde olduğum için çok kısa sürede bu laboratuarda deneyler yapılacağını öğrendim. Böyle şeyleri çok duyardık gerçi. İnsan kobayların soğuğa, özellikle buza ne kadar dayandıkları konusunda çok fazla sayıda deneyler yapmışlardı. Rusya’ ya saldırmadan önce yaptıkları bu deneyler sayesinde kendi insani güçlerinin direnci hakkında fikir sahibi oluyorlardı. İnsan kobaylar kaç dereceye kadar soğuk suda ne kadar dayanır? Ne zaman tepkileri yok olur; ne zaman kendinden geçer vesaire.
Ayrıca bu kobaylar ölüm haline gelene kadar bedenlerinde pek çok yara oluşuyormuş; bu yaraların tedavisi için ürettikleri ilaçların denenmesi de ayrı bir ızdırapmış elbette. Merhameti sildiğiniz zaman ne kadar özgür olabileceğinizin sınırı yok yani.
Eminim üstün insanın her tür koşula uyması için yapılan bu deneyler onları yapan bilim adamlarını o kadar mekanik bir hale getiriyordu ki, o deneklerin hepsinin birer insan olduğunu, hepsinin yaşadığını yalnızca onlar öldüklerinde fark ediyorlardı. Bu da gülmemi gerektiren bir acılıktı. Yüzlerinden bir gölge geçerdi o zaman. İlkel insanın belki de insan olduğunu ilk duyumsadığı bir duygulanma anından ilkel bir güdü olarak kalan bir ya da birkaç sinir hücresi o anda yine beynin çok derinlerdeki farklı bölgesinden bir titreşim alıyordu sanırım ; ve sahiplerini o ölüye, pardon o ölüme BAKMAYA zorluyorlardı. Ama dedim ya frengili bir filozofun, beynine yıldırım çarpmış bir bestecinin ve tüm onlardan gelen yalazları yapabileceği tek eylem olarak öldürmeye programlamış o budalanın emri altındakiler cinayeti de yine en üstteki en üstün insana yakıştırıp, emri uygulamaya koyuluyorlardı. O bir tek insan olma anı emirlerin koşumlar taktığı beyinde bir sinek vızıltısı bile olamıyordu bu yüzden. Birbirlerine taktıkları madalyalar bu unutuşun
kutsanmasıydı bir bakıma. Madalya dediğin şey kalbin üstünde bir teneke , toprağın üstünde de bir mermer parçasıdır benim gözümde. Birinin altında atan KİBİRLE şişmiş bir yürek vardır. Diğeri ise üstüne toprak atan kürekle çoktan tanışmıştır. Şairane oldu değil mi ? Ama madalya sözü bile duygulanmaya yetiyor böyle rezil bir biçimde.
Kamp komutanının adı Wolfang’ dı. Onun da bir madalyası vardı. Çok titiz bir adamdı. Sanırım binbaşıydı Herr Wolfang Eisen. O soğuk havada her gün soğuk duş alır, sonra sıcak kahvesini içer ve iki üzümlü kekten oluşan kahvaltısını ederdi. Çok yakışıklıydı. Sarı saçlarının bir yele gibi çevrelediği başı, mavi gözleri ve nadiren de olsa güldüğünde bembeyaz gözüken dişleri vardı. Üstün insan olmanın gururunu yansıtırdı bu güzellik. Bir gün kanlı bir bifteği ısırdığında o dişlerin kanla renklendiğini gördüm. Üstün insanlar yırtıcı hayvan soyundan geliyorlardı demek ki. O kanlı dişlerin insanların ruhsal dünyasında korku, utanç ve kendi insanlığının temsilcisi olmaktan uzak düşmek gibi anlamları olabilirdi elbette. Bunu benden iyi kim anlayabilir ?
Tabağında bir biftek artmıştı. Beni çağırdı, al temizle dedi. Hemen bifteğimi alıp uzak oldukça uzak bir yerlere gittim. Biz kampın hizmetkarları esirler kadar aç değildik elbette ama bu biftek bir Noel hediyesi kadar sürprizli bir sevinç doldurdu içime. Esirlerin beni görmemesi gerekiyordu; atılıp bifteğimi kaparlar diye düşünmüş olmalıyım. Ama sana garip gelebilir belki; beni o bifteği yerken seyretmelerini de istemedim. Merhametin çoktan yitip gittiği bir evrende benim ruhumda birden beliren bu titizlik, aslında nasıl bir kaos içinde olduğumuzu gösteriyordu. Kıyamet olabilir bu kaos. Bana göre tabi. Dünyanın hayatında öyle anlar vardır ki, o yuvarlağın, dönmesini engelleyen sert bir kayaya çarptığını hissedersiniz. Her şey bütün kavramlar ve değerler uçmaya başlar dünya üzerinden. Görmezsiniz ama hissedersiniz. Bu benim kaos ya da kıyamet dediğim şey. Titizliğimin aslında merhamet olması o toslamada boşlukta sahipsiz kalan bir kavramın da gelip beni bulması olabilirdi.
Doktorlar çok hummalı çalışıyorlardı. Onlara hizmet edenler de çok önemli bir iş yapanların o gizemli ve dudaklarda herkesi aşağılayan bir gülümseme olarak kendini ele veren onurunu taşıyorlardı. Ben sıradan bir hizmetkar ve tüm kamp yöneticilerine sadakatimi kanıtlamış bir görevli olduğum için Rus olmam kimsenin umurunda değildi. Yalnız doğup geldiğim Sibirya kadar buzul bir iklim değildi burası; ama yine de o kadar çok üşüyen, donan, dişleri birbirine çarpan insan vardı ki onları gördükçe belki de dünyanın en soğuk yeri burasıdır, bu kamptır diye düşünmekten kendimi alamıyordum.
Esirler arasında da bu bilim adamlarının ya da doktorlar her neyse gelişleri merak konusu olmuştu. O kadar çok acı ve ızdıraptan geçmişlerdi ki artık başlarına ne geleceğini öğrenmekten ziyade salt bir merak duyuyorlardı burada olup bitenlere.
Ben geldiklerinden beş gün sonra öğrendim. Herr Wolfang Eisen binbaşının gazetesini götürmüştüm ki o bilim adamlarından birisi de o sırada çıka geldi. Hemen konuya girdi Herr Wolfang Eisen. Bu konuşmanın sonunda onun kendi ırkı için ne kadar koruyucu ve titiz olduğunu söylemem gerekir parantez içinde.
- Herr doktor; bu ilacın denenmesi esnasında benim ve burada çalışan diğer alman kamp mensuplarının mikrop kapması söz konusu olabilir mi ?
Bayılırım şu bilim adamlarındaki o tevazu ama aslında hor gören gülümseyişe:
- Telaşlanmanız için bir neden yok Herr Binbaşı. İlaç etkisini 10 günde gösterir. Bu süre içinde kamptaki kendi özel görevlilerinizin dışında ilaç verilen herkes sıkı bir karantina da olacaklardır.
- Anlıyorum. Yani her şey on gün içinde olup bitecek öyle mi ?
-
- Öyle Herr binbaşı. Hem bütün belirtiler 9 gün içinde çok az ortaya çıkıp sonuç ta onuncu günde kesin olarak gerçekleşeceği için onlar da ne olup bittiğini anlamadan öleceklerdir. Bence sizin komutanızdaki bu kampta bu ilacın denenmesi 3. Reich ın size gösterdiği güven ve elbette ilerde üniformanıza yansıyacak birkaç yıldız olacaktır.
- Düşmanlara son bir darbe vurmayı sağlayan bu ilaçla dünya hak ettiği bir liderin emrinde daha güzel ve daha onurlu bir yer olacaktır. Heil Hitler !
Doktor da o malum selamla kumandanı selamladıktan sonra çalışmalarının son aşamasını yapmak üzere tekrar laboratuarına döndü. Doktor geçerken tam karşı karşıya kaldığımız bir anda ben de aynı selamla onu selamladım. Bunu yaptığım için benim iyice Nazileştiğimi düşüneceklerini biliyordum. Sonra bir köşeye çekildim, duyduklarımı yeniden düşünüp bir sonuca varmak için.
İlaçtan söz ediyorlardı; kulaklarıma her zaman güvenirim. Büyük Sibirya düzlüklerinde yaşayanlar o bozkırın ulu sessizliğinde bazen bir ağaç dalının kırıldığını, açlıktan gözü dönmüş bir kurdun kendisine av ararken buzlar üzerinde çıtırdayan ayak seslerini bile duyabilir. Sessizliği dinlemesini bilen kulaklar en ufacık bir sesi bile aldıkları için evrenin ıssızlığında bir rüzgar esintisi gibi geçen zamanın da sesini duyabilirler. Hiç yere basmadığınız halde kendi ayak seslerinizi duymak gibi bir şeydir zamana dair duyumlar. İlaçtan söz ediyorlardı. Ama akla bir hastalığı iyileştirmeyi getiren ilaç nasıl olur da şimdi ölümü ve bu kamptakileri öldürmeyi sağlayan bir araç olabilirdi. O zaman anladım. İlaç bir nesnenin şifreli adıydı. Onlar ilaç diye öldürücü bir şeyden, dahası bu güne kadar bilinmeyen bir şeyden söz ediyorlardı. Savaşın en koyu en karanlık günlerini yaşamış olan beynimin bu sonuca varması, her an hayatını korumayı hatta kurtarmayı amaç edinen bir varlığın düşünce sürecinde meydana gelen zorunlu bir evrim olmalıydı. Ben bu evrimi kabullendim, ama onlar bu evrim düşüncesini aşağı insan türlerini yok ederek gerçekleştirdikleri için, kendi zorunlu evrimim bile bana bir kıvanç vermiyordu. Bir ayrıcalığım olamazdı. Bu kıyımda eşitlenen o kadar çok varlık vardı ki, kuşku ve korkuların, kanda en maksimum derecelere varan adrenalinin sonuçlarını da artık evrim diye kabullenebilirdik. Onlar üstün insan olma çabasındayken bir gram fazla adrenalinin bana doğasal ayrıcalıklar ve üstünlükler tanıması tanrının biz ölüme mahkumlara verdiği eğlenceli bir sır olabilir diye düşündüm sonradan sıklıkla…
Beni sevindiren olay bu ilacın- tabi aralarında gidip gelerek ilaç adı altında geçen bu maddenin, öldürücü bir mikrop olduğunu da öğrenmiş bulunmaktaydım- biz birkaç hizmetkarda denenmeyeceği bilgisini elde etmemdi. Her ne kadar Rus olsak ta burada hizmet ediyor, sizin de ifade ettiğiniz gibi onların kıçını yalayacak durumlara düşüyorduk. Benim soylu ve güzel ırkımın, bu saldırganların elinde aşağı türden bir ırk sanılması, ama yine de onlara yapmış olduğumuz hizmetlerde beceri, sağduyu, ön sezi gibi nitelikleri taşır olmamız şimdi bizi ölümden koruyordu işte. Onları o ölümcül mikrobun bir parçaları olarak görmem böyle başladı. Çünkü mikrobun yapacağını onlar planlayıp gerçekleştireceklerdi. Üstün Alman Reich’ ı nasıl da kendisine birebir uyan bir maddeyle bütünleşmişti, düşündükçe o çılgın bestecinin notalarıyla mikroskop altındaki mikrobun büyütülmüş biçimleri arasında müthiş bir benzerlik buluyordum.
Rus esirlerden on kişiyi ayırdılar önce. Yine benim bozkır uzmanı kulaklarımla işittiğime göre bu on kişi üzerinde mikrobun aşısını deneyeceklerdi. Ötekilere mikrobu tam ve öldürücü dozda verirken bunlara aşı olarak yarı baygın mikroplar verilecekti. Bu arada mikrobun adını da söylemeliyim; çünkü tarihçiler bunu bilemeyebilirler. O kamptan kalan şu kireç karışımlı toprak, şu iskelet parçaları ve rüzgardan başka hiçbir maddeye sır vermeyen doğanın tüm elemanları bu ilacın adını çoktan unutmuşlardır. Ben aklımda tuttum. Çünkü garip bir isimdi bu. Humanex…İçinde insanı ve ölümü bu kadar vurgu eşitliğiyle taşıyan bir başka mikrop bulunmuş mudur acaba…
Humaneks aşısını seçtikleri on kişiye hemen yaptılar. Hatta aşının tesirlerini iyi gözlemleyebilmek için onların bölmelerini ayırdılar. Subayların yediği yemekten verdiler. Çünkü her an ölebilirlerdi gıdasızlıktan, yorgunluk ve benzeri bir sürü şeyden. Battaniye de dağıttılar bu on kişiye. Ve diğerleri kendi soğuk ve çamurlu barakalarında titrerken bu on kişinin aşı için bile olsa ayrıcalık kazanması ötekilerde bunlara karşı gözle görünür bir nefret uyandırdı. Onları gördükleri yerde yere tükürmeye başladılar. Çökmüş avurtların üstünde karanlık iki delik gibi kalan gözlerden bir volkanın ağzından fışkırırcasına ateş çıktığını görüyordum onlara baktıkça. Bana bu biçimde bir nefret göstermemişlerdi. Varlığımdan habersiz gibi davranırlardı o kadar. Ama benim gibi sadece Rus olmakla kalmayıp
bir de o ölümcül yaşam koşullarını paylaştıkları için kader kardeşi de olduklarını düşündükleri bu on kişinin aşı için SEÇİLMİŞ olmalarını hazmedemiyorlardı. Bir gün aşı için seçilmişlerden biri olan
Olaf 1 ( bu seçilmişlere aynı adı vermiş ve numarayla ayırmışlardı birbirlerinden) kendi yemeğinden bir parçasını barakada yanında uyuyan ve şimdi açlıktan neredeyse ölmek üzere olan İvan isimli çavuşa götürdüğünde, İvan’ ın bu etli çorbayı ağır ağır yere döküşünü izledim. Kimse yerden bir et parçası bile almadı. Kaderin onlara İGOR
İKİNCİ BÖLÜM…
belirlediğini sandıkları yolda bir başka yola sapanı affetmiyorlardı.
Aynı milletten olmayı da aşmış bir ihanet ölçüsü belirlemişlerdi aralarında. Olaf 1 tasını yerden alarak geri döndü. Çökmüş omuzlarının arkadan görünüşü zaten zayıf olan gövdesine bir açı katmayınca ilk rüzgarda devrilecek bir direk gibi sallanarak yürüdü, gitti.
Aşıdan üç gün sonra bütün esirlere de aşı yapılacağını ilan ettiler. Arkadaşlarının yapılan ilk aşı denemesi sonucu daha sağlıklı oldukları söylendi revirin önünde kollarını sıyırarak bekleyenlere. Bir tek ben ve diğer Almanlar gerçeği biliyorduk. Onlara humaneks mikrobu öldürücü dozda veriliyordu ve artık on gün içinde sonuç kaçınılmazdı. Ama gaz odalarına yolladıklarına nasıl duş ya da banyo gibi yalan söylemişlerse buradakilere de aşı gibi bir yalanı gözlerini kırpmadan söylediler. Ne bakışlarında bir değişiklik oldu, ne bu yalanı söyledikten sonra şakaklarında bir kızarıklık, ne ellerini bir yere koyamama gibi durumlar; hayır. O kadar doğaldılar ki bu yalanı besleyen kendi gerçekliklerinin ne kadar acımasız ve bir o kadar da tutarsız olduğunu anladım. Ancak çağları aşan bir acımasızlık bu soytarılıktaki tutarsızlığı gözden silebilirdi. Ben çok istesem de sesimi çıkaramadım. Doktorlar işlemi bitirdikten sonra hepsine battaniye dağıttılar. O gün çorba biraz daha etliydi. Havuç ve şalgam da eklenmişti çorbaya. Bu eşitlenme bile ilk on kişiye duyulan nefreti azaltmadı. Bir kuşku vardı içlerinde. Esirlerden birisi ki adı Sasha’ydı; doktordu söylediğine bakılırsa. İlk on kişinin aşılandığını kendilerine ise bir başka şey uygulandığını söylüyordu. Nasıl anlamıştı ben bunu açıklayamam; ama mesleki ön sezi de diyebilirsiniz siz belki. Yine de o ince derileri bıçak gibi kesen soğuk ayaza karşı battaniye verilmesi diğerlerinde kuşkuyu azaltan bir etken olmuş; Sasha’ya susmasını söylemişlerdi. Hele iki gün geçip eti bol çorba da eksilmeyince, onlara vurmak , dövmek çamurlarda sürüklemek için bir tek Alman askeri bile yanaşmayınca bütün esir kampında garip ama ilk kez içinde hayat olan bir hava esmeye başlamıştı. Ama Sasha başı eğik, ellerini yırtık pijamasının cebinden de belli olduğu gibi sıkılı iki yumruk yapmış, kendi kendine mırıldanarak dolaşıyordu. Onun gibi dolaşan, onun gibi kuşkulanan, biliyorum şaşıracaksın ama ilk aşılanan on kişiydi. Bu uygulamanın bir yerinde hepsinin kaderini derinden sarsacak bir şey olduğunu sezmişlerdi. Zaten bu sezgi Sasha ile onları yakınlaştırdı. Sonuçta ben de Rus olduğum için yanlarına gidip, onların söylediklerini dinlememe ses çıkarmadılar. Sasha şimdi Almanlara hizmet etmeye de başlamış bu on kişiye kuşkularını anlattı:
- Benim geldiğim kampta benzer bir uygulama yapıldı; diye söze başladı. “Yine herkesi aşı yapmak bahanesiyle topladılar. Doktor olduğumu bildikleri için ve aşı için gelen doktorlar da hemen toparlanıp cepheye gidecekleri için bana gereksinimleri vardı.
Bana ilaç vermediler. Üç gün sonra bütün esirler hastalandı. Sara gibi hastalık. Kendilerini yere atıyorlar, kusuyorlar, ve uzun süre titriyorlardı. Ama ben çoğuna yararlı olabildim. Çok şaştığım bir şey oldu o kampta. Bana istediğim yatıştırıcı ilaçları verdiler. Sadece birkaç esir öldü. Onlar da zaten çok zayıftı. Bir gün yine ilaç istemek için doktorların yerine kalan iki sağlık görevlisinin olduğu yere gitmiştim ki daha ben kapıya varmadan konuştuklarını duydum. Benim çok yetersiz Almancam bile onların -yapılan ilacın henüz tam gelişmediği için öldürücü olamadığını- söylediklerini anlamama yetti. Çünkü sözlerinin vurgularında nasıl öfkeli oldukları belli oluyordu. Hepsinden daha yüksek rütbeli biri telefonda bağırarak konuşuyordu.” Bir daha sefere bu rezaleti istemem” dediğini duydum. Kurtulan esirlerin kanını aldılar sonra, sırayla. Sanırım aşı üretmek için kullanacaklardı. İşte şimdi yaşadığımız bu. Buradaki herkes ölecek. Sizleri de aşı sayesinde mikrobu kapmadığınız iyice anlaşılınca öldürecekler. “
İnanması zordu. Çok sarsılmıştım. Onlara verilen battaniyeler, sıcak çorbalar burada bu ölüm kokan kampta hayatı, her anlamda değil tabi ama, umudu yaratmıştı. Hatta sonlarını düşünmeme gibi bir lükse bırakmışlardı yorgun ve karanlık beyinlerini.
Bu on bir kişi dikkati çekmemek için dağıldı az sonra. Gece indiğinde yine bir arada gördüm onları. Görmezden geldim. Büyük ama çok büyük bir haksızlığa uğradıklarını, dünyada hiç kimsenin, bir savaşta bile olsa ölümün bu türlüsüne layık olmadığını düşünüyordum. Benim soylu ırkıma dövüşerek ölmek gibi bir onur bahşedilmemiş, bir ölümcül mikrobun kobayı olmak gibi aşağılık ve onur kırıcı bir son layık görülmüştü.Yazın sıcak havalarda birkaç Alman askeri kendi barakalarına sinek öldüren dezenfektanları sıkardı. İşte böyle ölecekti bu üstün insan soytarılarının eline düşmüş soylu ve güzel ırkım.
Onlar için ne yapabilirdim, bilmiyorum. Ama ertesi gece el ayak çekilip yine toplandıklarında laboratuar denen o uğursuz barakanın anahtarlarını nöbetçi Alman askerinin masa üstünde duran matarasının hemen yanından alıp, koşarak bu çaresiz on bir kişiye götürdüm. Hiçbir şey söylemeden geri döndüm. Bir çare varsa bulsunlar diyordum artık.
Uzaktan izledim sonra onları. Sürünerek laboratuara girdiklerini gördüm. İngiliz uçaklarının her gece yaptıkları bombardıman yüzünden gece sigara bile içmeye korkar olmuştu bu üstün insanlar. Bu yüzden gece bütün karanlığını dünyadaki en kötü varlıkların damarlarından süzülen irin siyahıyla bir kat daha boyamış, kampın üstüne akıtmıştı. Ben de sürünerek kapıya yanaştım. Onların çok cılız bir mum eşliğinde zar zor da olsa gerçekleştirdikleri şeyi gözlerimle gördüm. Doktor Sasha hepsinin koluna iğne yapıyordu. O çok cılız mum ışığında aydınlanan yüzlerinde ne acıyı gördüm ne korkuyu. Çok kesin bir kararlılık iğne derilerine gömüldüğü anda bile dağılmıyor, yüzlerinde bir tek çizgi bile oynamıyordu. Ama o cılız ışık bile nöbetçinin dikkatini çekti. Yerinden kalkıp laboratuara yöneldi. On bir sessiz kişi kaçarken onlara durun diye bağırdı. Her şeyin bittiğini, bu insanların yapmakta kararlı oldukları o kutsal işi ( bu deyimi şimdi bulmadım, bana inanın, o zamanın düşüncesidir bu) yapamayacaklarını sezdim korku ve ümitsizlikle. Ama birden tanrının bir mucizesi oldu. İngiliz uçakları çok büyük bir bombardımana başladılar. Önce nöbetçinin vurulup yere düştüğünü gördüm. Ötekiler biraz uzaklaştıkları anda laboratuar da isabet aldı. Her tarafta boğuk alarm düdükleri ötmeye başladı. Kamp içinde birkaç bina daha ateş topuna döndü. Ama bombardıman kısa sürdü. Çekip gittiler. Sol bacağım sızlıyordu. Basit bir yaraydı, önemsemedim. Asıl onları, kendilerine iğne yapan DR Sasha ve ekibini bulmak istiyordum. Birbirlerine tutunarak kendi barakalarına girdiklerini gördüm. Gece bir an için karanlığını sıyırmış, bize kan ve ateş dolu dünyanın öteki yüzünü göstermişti. Ama DR Sasha ve ekibi mutlak bir ölümden de kurtulmuştu.
Ertesi gün kampın hasar gören yerlerinde tamirat başladı. Bu iş iki gün sürdü. Esirlerin halinde gözle görülür bir değişiklik yoktu. Her zaman bu kadar bitkin ve üşür oluyorlardı. Kamp subayları ve doktorları onların barakalarını dikenli telle çevirdi tamirat bitince. Sekiz silahlı nöbetçi dikenli tellere belli bir mesafede dolaşmaya başladılar. Dr Sasha da karantinadaydı artık. Ama kalan on kişide gözle görülür bir faaliyet, bir canlanma, her hizmete koşma gibi bir eğilim başlamıştı. Her zaman benim götürdüğüm gazeteleri bile alıp onlar götürüyorlardı. Subayların çizmelerini parlatıyor, yemek servislerini yapıyor, kendilerinden istenenden fazlasını yapacakmış gibi her an tetikte duruyorlardı. Üstelik yüzlerine gözlerde yalvaran bir bakış, dudaklarda kaskatı bir sırıtma şeklinde ortaya çıkan bir ifade gelmişti. Bu davranışları dikenli tellerin arkasında karantinada kalan diğerlerinde sönmeye başlamış nefreti yeniden uyandırdı. Hepsi ölüme mahkum olduklarını anlamışlardı ve onların kurtuldukları için Alman subaylara minnetlerini bu iğrenç yılışıklıkla göstermelerini hiç bağışlayamıyorlardı. Üstelik bana da barakaya gitmemem emredildi.
Kamp ikiye bölünmüştü artık. Çamurlarla kaplı arazide esirlerin olduğu, bacası bile tütmeyen ölüm barakası, subayların kaldığı, ve on kişinin onlara canla başla hizmet ettiği subay ve asker barakaları. Nefret ve umursamazlığın üstüne kapanmış kaplumbağa kabukları gibi ağır ağır kendilerini bekleyen kısa geleceğe akıyordu bu barakalar.
Kendilerine aşı yapılan bu nedenle hastalanmaktan kurtulan bu on Rus minnettarlıklarını anlatacak kelime bulamıyorlardı. O kadar sıcak ve içten hizmet ediyorlardı ki üstün insanın dünyadaki ilk örnekleri olan Alman subayları ve erleri onlara her türlü şaklabanlığı yaptırıyorlardı. Bir gün Olaf 3 Rus’ ların ünlü BORÇ çorbasını yapmalarına izin vermesini istedi subaylardan. Herr Wolfang Eisen olur dedi. Yapın. Hevesle gülümseyerek mutfağa girip çorbayı yaptılar. O kadar istememe rağmen bana tattırmadılar. Ben de bir Rus olarak o çorbadan payıma düşeni isteyince vermediler. Tam kızıp haykırmaya başlayacaktım ki onların borç çorbasına bir iki damla kendi kanlarından akıttıklarını gördüm. Bıçakla kesiyorlardı parmaklarını.
O kadar zayıf ve kansızdılar ki hepsi ancak bir kazan çorbaya yetecek kadar kan damlası çıkarabildiler sönük damarlarından.
Borç çorbası rengarenk bir çorbadır; bu yüzden içindekiler çok belli olmaz. Hele birkaç damla kan, karışır gider bütün rengiyle, kıvamıyla ve elbette ki taşıdığı çok öldürücü humaneks mikrobuyla.
Belki size anlaşılmaz gelebilir, onların o bombardıman gecesinde kendilerine dr Sasha yardımıyla öldürücü dozda Humaneks i vermiş olmalarını anlamam. Ama ölüm kampında alışılmış uygar dünya refleksleri yok olur. Beyniniz ne kadar yorgun ve korkularla boğuşuyor olsa da yapılan her hareketin bir sonrası, nedeni, sonucu birbirini izleyen zincir halkaları gibi dizilirler bilincinize. Böyle düşünmezseniz ölürsünüz. Sabah yoklamada yanınızdaki kişinin başı öne düşerse bunun sonucunun onun sıradan çekilip alınması, bir kuytuda işinin görülmesi demek olduğunu bilirsiniz. Ben de dr Sasha ve ekibinin o gece ölümcül Humaneks mikrobunu bir intikam aracı olarak kullanmaya karar verdiklerini düşündüm. Zincirin halkaları böyle birleşti kafamda. Çünkü zincirin ilk halkası onların da ölecekleri ve kaybedecek hiçbir şeylerinin olmamasıydı. Belki aşılananlar için sonradan kanıt olarak kullanılma imkanı vardı. Bu onlara birkaç ay kazandırırdı en azından. Ama onlar istemediler. Bu mikrobu Alman subaylara bulaştırmak, onları ezen büyük devin temsilcilerini birkaçıyla bile olsa yok etmek istediler. Hem intikamlarının çok kutsal bir yanı daha vardı. Bu çok üstün ve yenilmez ırkı, onların silahını kullanarak şu güçsüz ve aşağılık ırk mensupları yok ediyordu işte. Gücün bir bumerang gibi kendine karşı geri dönüşü, ve bu trafikte de akışı ölüme layık mağlup ve cılız bir ırkın yapması tanrılara yakışır bir kara tiyatro örneğiydi herhalde.
Sasha diğer esirlere hiç bir şey söylememişti. Bu nedenle dikenli tellerin dışında kalan bu on kişinin subaylara yaltaklanması dayanılır gibi değildi ölüm barakasında. Yedinci gün esirlerden biri dikenli telleri aşıp onlara mikrop bulaştırmak istediğini söyledi. Hemen ateş ederlerdi ona. Ama şerefli bir ölüm olacaktı intikamı yanında getiren bir ölüm. Dr Sasha gerekmez dedi. Onların da öleceklerini söyledi. Ama bizden çok yaşayacaklar dedi bir başkası; DR Sasha evet, diye yanıtladı. “ Almanlar kadar yaşayacaklar. “
Subaylar kendilerine bu kadar kölecesine ve adeta isteyerek itaat eden bu on Rus esiriyle acı veren, onur kırıcı sınavlar yaratarak da eğleniyorlardı. Bu on kişiden birisi kadındı. Sanırım subayların yatak odalarında hizmetin kendine ait ama en ölümcül biçimini o üstlenmişti. Alman subayların yaptığı en alçaltıcı deneylerden birini hatırlarım. Beni çağırdı, elini yalamamı istedi. Bunu o anda hiç istemiyordum.
Olaf 4 atıldı o anda. Ben yaparım dedi. Ben yalarım elinizi. Esirler barakasının pencerelerinde kin dolu, umutsuz insanlar belirdi. Yerlere tükürdüler. Ama 10. gün artık kimse kalmadı o barakada. Doktorun dediği gibi birden yere düşerek çırpınmaya başlamışlardı. DR Sasha da onlar kadar hastaydı, ama yere düşüp boğulurcasına çırpınanlara yaklaşıyor, her birine bir şeyler söylüyordu. Ölmek üzere olan kimse bir an için sakinleşiyordu sanki. Sonra kaçınılmaz son geliyordu.
Bütün baraka ölünce derin çukurlar kazdılar. Ölüleri gömüp, üstlerine kireç döktüler. Herr Volfang Eisen sonuçtan çok memnundu. Gazetesini götürdüm. Elini uzattı yalamam için. Olaf 3 çekti beni geriye bu kez. Biliyorum beni seviyorlardı. Eğer onlara temas edersem benim de hastalanacağımı düşünüyorlardı. Ama beni engellemeleri zordu. Beni kamptan uzaklaştırmaları da zordu. Hem nereye gidecektim ki, kaçsam bile sonuçta dönüp gelecektim buraya. Beni seviyorlardı dediğim gibi. Beni kurtarmak için o gün dördü yakalayıp boş olan esirler barakasının arkasına götürdü. Biri ön ayaklarımı tuttu, diğeri arka ayaklarımı. Havlamak istedim, yapamadım. Sıkıca yapıştılar bana. Biri dilimi çekti. Elini ısırıp kan içinde bıraktım ama o bu arada dilimi kesmişti bile. Ağzımın içine kan dolmuştu. “İgor” dedi dilimi kesen; “senin için yaptım bunu. Onun elini yaladığın anda sana da mikrop bulaşacak İgor”, dedi. Can acısından sarhoş kaçtım gittim kamptan. Kanım durdu az sonra. Direnişim yüzünden çok da derin kesememişti Olaf 3… Cins bir Sibirya kurdu olduğum için çevredeki birkaç köylünün dikkatini çektim. Beni alıp sadece çorbayla besledi genç bir köylü. Onun köpeğiydim artık. Ama kampta olanları da merak etmiyor değildim. Aradan birkaç ay geçtikten sonra yeniden kampın olduğu yere döndüm. Tam bir sessizlik vardı her yerde. Önce Olafları aradım. Almanlardan önce ölmüş olmaları gerekirdi. Onları diğer esirlerin barakasında buldum. Yanıp bitmiş bir mum vardı ölülerinin başında. Almanlar özellikle herr Volfang Eisen onları ölmüş bulunca nasıl büyük bir korkuya kapılmıştır ben bilirim. Ana vatanım Sibirya’ da aç bir kurt un çıtırdattığı buz sesini duyunca böyle korku belirir işte kim varsa yakında bir yerlerde. Üstün insan herr Volfang
Eisen ‘in aşağılık saydığı bir ırkın korkusuyla ölüp gitmesine ne diyorsunuz merak ederim. Siz insanların adalet dediğiniz şeyi ne kadar beceriksiz olduğunuzu gördüğü o savaş yıllarında tanrının yüklendiğini gösterir bir kanıt değil de nedir bu?
Gözlerime baktın ve bütün hikayemi dinledin. Dilim yok, konuşamam. Dilimi dostlarım ve soylu ırkdaşlarım kesti. Ölmemem için. Konuşabilsem ilk bunu söylerim.