Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '07

 
Kategori
Anılar
 

İhsan

İhsan
 

1959 yılı, nisan sonlarıydı. İki sokağın kesiştiği noktada bulunan yaşlı iğde ağacının tam hizasında küçük İhsan, dedesiyle karşılaştı. Belindeki rahatsızlıktan dolayı, bastonuna dayanarak yürüyen ihtiyar adam, pek fazla gülümseyen, torunlarına sempatiyle yaklaşan biri değildi. Bu kez, her ne olduysa, babacan bir tavır sergiledi ve “İhsan, karnen nasıl? Sınıfını geçtin mi?” diye sorular sordu.

Küçük İhsan sadece “Hııı” diyebildi. Dede: “Hadi bakalım aferin”le söze noktayı koydu. Çocuk, yorgun ve bitkin halde eve doğru yürümeyi sürdürdü. Kapıdan girer girmez, çanta yerine kullandığı kaput bezinden dikilmiş kitap torbasını sırtından attı, Uygun bulduğu bir köşeye inleyerek uzandı. Ateşli hastaydı. Fakat içeride, kendisine yardım edecek kimse yoktu. Herkes bir yerlere dağılmıştı.

Köyü ilçeye bağlayan bir yol vardı. Fakat bu, köylüler için değil, ormandan kesilip taşınması gereken tomruklar için yapılmıştı. Böyle bir yerde doktor ne arardı. Olsa bile doktora kim giderdi. Hastalığa yakalananların kahir ekseriyeti maddi durumuna göre, ya yorgan döşek, ya yorgan şilte, ya da yorgan çul yatar; iyileşirse yaşamaya devam eder, iyileşemezse mezara giderdi. Şifa ve ilaç niyetine, sıcak tarhana çorbası, çörek otu, bal, zeytinyağı, labada gibi şeyler kullanılırdı. Alternatif şifa yöntemi ise, okuma ve muska idi.

Akşama doğru yarı uykunun, yarı ateşin tesiriyle kapanmış gözlerini zorlukla araladığında annesinin, elinde bir tas çorbayla beklediğini gördü. Zorlukla kalktı, sıcak çorbadan birkaç kaşık içti, içtikçe sanki vücuduna içten dışa bir sıcaklık yayıldı. Birkaç dakika sonra da vücut bu sıcaklığa, terlemek suretiyle cevap verdi. Ateşi düşmüş , bedeni rahatlamış, gözleri açılmış ve biraz canlanmıştı. Sıcak çorba, terlemesine yardımcı olmuş, ateşinin geçici olarak düşmesini sağlamıştı ama bu, iyileştiği anlamına gelmiyordu.

İşgalci mikropların püskürtülüp, sağlığın yeniden geri gelmesi için, bedenin içinde büyük bir meydan muharebesi yapılması gerekiyordu. İhsan'ın, bu savaşın nasıl olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Fakat o, bedeninden yayılan sıcaklığın verdiği bitkinlikle inleyerek, bu mücadelede kendine yardım edecekti. Savaşı mutlaka kazanmak zorundaydı. Gelecekte bu dünyada varolabilmesinin tek yolu bu idi. Çünkü o, köydeki "ekabir" sınıfına girmeyen ailelerden birinin mensubuydu. Bu yüzden doktora ve ilaca ulaşma şansı sıfıra yakındı.

Çok az insan, iyileşmeden ya da ölmeden önce, doktora görünecek maddi ve fikri alt yapıya sahipti. Bu eşhas muhtar, öğretmenler, ormancılar ve aileleri ile, köy ileri gelenlerinden ibaretti. Onlar farklı şeyler yiyebilirler, farklı kıyafetler giyebilirlerdi. Kimse onlara imrenmez, saygıda kusur etmez, yediklerine giydiklerine göz koymazdı. Muhtar, aza, öğretmen, ormancı gibi sıfatları olanlardan, biraz da korkulurdu. Çünkü onlar, köydeki devletin temsilcileriydi.

Şehirden gelen takım elbiseli ve fotrlü adamları hep bunlar karşılar, evlerine götürür, yedirir içirirlerdi. Diğer köylülerin uzaktan gördüklerinde, heyecanlanıp zaman zaman yollarını değiştirdikleri takım elbiseli ve fotrlü adamlardan, bunlar hiç çekinmez ve korkmazlardı. Onlarla muhabbet ederken, yüksek sesle kahkaha attıkları bile olurdu.

Öğretmenleri saymazsak, İhsanın en yakından gördüğü şehirli kişilik, adından başka hakkında hiçbir bilgi edinemediği Süreyya beydi. Eliyle tuttuğu tarafında bir halka, öbür ucunda ise, konik bir sarı metal parçası olan zincirini bir sağa, bir sola çevirerek işaret parmağına dolar-çözer dururdu. İhsan, Süreyya beyin bu hareketi niçin yaptığını, zincirin sonundaki ucu inceltilerek yuvarlatılmış metalin ne olduğunu, o zamanlar hiç bilemedi. Ama adamın zinciri itina ile sallayarak, şahadet parmağına dolayıp çözerken girdiği havaya baktığında; bunun çok ciddi bir iş olduğu kanaatine vardı. İşte o zaman, Süreyya beye büyük bir hayranlık duydu. Onun gibi şehirli biri olup, zincir sallayamadığı için çok üzüldü. Yıllar sonra okumak için şehre geldiğinde, zincir sallamanın nahoş bir davranış, ucundaki metalin de tabanca mermisi olduğunu öğrendi. Bundan sonra, Süreyya beye hayranlık duymaktan vazgeçti. Hatta eskiden beri duyduğu hayranlıktan da utandı.

Hastalığının kaç gün sürdüğünü bilmiyordu. Bir sabah uyandığında kendini şöyle bir dinledi. Vücuduna sanki güç gelmişti. İçinde, huzur veren bir kıpırdanma vardı. Kalkıp kırlara doğru koşma arzusu duyuyordu. Sanki pencereden odaya yayılan güneş onu, ilkbahar coşkusunu yaşamaya çağırıyordu. Kalktı. Kapıya doğru yaklaştı. Sahanlıktan, bir yandan ayran döverken, diğer taraftan yüksek sesle “Ahmediye” adlı kitabı okuyan ninenin sesi geliyordu.

Nine, Kuran’dan başka, Osmanlıca yazılmış matbu eserleri de okuyabilen köyün tek kadınıydı. Okumaya çok meraklıydı. Daha sonraları, torunundan yardım alarak öğrendiği latin harfleriyle yazılmış kitapları okumayı bile denemişti. Tereyağı yapmak için, ağaçtan mamül, belli yerlerinden çelik çemberlerle sıkıştırılmış, konik silindir biçimindeki “çalkağa” adı verilen aygıt kullanılırdı. Biraz su ilavesiyle içine dökülen yoğurt, aletin özel tokmağıyla dövülürken ayrana döner, içindeki yağ da bir topak halinde üste çıkardı. Fakat bunun için, hatırı sayılır bir zaman ve emek harcamak gerekirdi.

Yaşlı kadın bu esnada, bel hizasından birazcık yüksekte bulunan sergene kitabını koyarak, mevlit namesine benzeyen bir ses tonuyla okurdu. Böylece hem iş yapardı, hem de kendince sevap işlemiş olurdu. Torununun kapıyı açtığını gören nine, okumasını hemen kesmedi. Göz ucuyla şöyle bir bakış fırlatıp, okmasını uygun gördüğü yere kadar devam ettirdi, sonra sustu. Torununa dönerek:
-Gel bakalım İhsan, iyileştin mi?
-Hııı
-Canın ne yemek istiyor?
-Sütlü tarhana çorbası
-Hadi sen gir içeri otur. Ben birazdan geliyorum.

.......................................................................................

Çorbasını yiyen İhsan, ilkbaharın ve yaz tatiline girmiş olmanın sevinciyle kendini kırlara vurdu. Sanki yerinde duramıyordu; koşmak, hoplayıp zıplamak istiyordu. Nasılsa etrafta kimseler yoktu. İçinden geçenlerin hepsini yaptı. Kelebekleri seyretti, bodur ağaçların taze yapraklarına dokundu. Yeşil çimenlerin üzerine boylu boyunca uzandı ve coşkuyla, bir o yana bir bu yana yuvarlandı. Yeni açmış gelincikleri okşadı, kuşların sesini dinledi. Güneş güzel, hava güzel, etraf güzeldi.

O yıllarda köy okulları, nisan sonunda tatile girerdi. Bu oldukça uzun süren bir yaz tatili demekti. Artık sabahleyin kalkıp okula gitmek yoktu. Yeni öğretim yılı gelene kadar ders çalışmak, imtihan olmak ta yoktu. Bir ağacın alaca gölgesinde otururken vücudunu dinledi. İçinde bir canlılık ve rahatlık vardı. Kendi kendine, "hasta olmamak ne iyi" diye söylendi. O henüz, şükrün anlamını kavrayacak yaşta değildi. Ama onun bu sözleri, Yaratan yanında samimi bir şükürdü.

 
Toplam blog
: 462
: 707
Kayıt tarihi
: 28.04.07
 
 

Emekliyim. Herkes gibi benim de bir dünya görüşüm var. İnsanların farklı fikir ve inançlara sahip..