Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

13 Şubat '22

 
Kategori
Anılar
 

İki Adam Bir Yaşam

 

KAHVEDE DEĞİL, ASLINDA ESKİ İNSANLAR DAYMIŞ KIRK YILLIK VEFA...

ŞİMDİLERDE VEFA SEMT ADI OLARAK KALDI. İNSANLARDA BULUNMUYOR.


Osman Hız, hız malum sürat demek. Ama o asla süratli biri değildi. Aksine gayet yavaş ve sakin bir karaktere sahipti. Hız onun soyadıdır. Ne varki, hayat hikayesi bir hayli süratli karışıklıklarla hep  yön değiştirmiştir. Cüceye yakın, 1.40 santimlik boyuyla, büyük badirelere karşı koyabilme gücünü, kaygısız oluşundan ziyade, hayatı geldiği gibi yaşama amacından alıyordu. Hatta bunun bir amaç olduğunun farkındalığına varmadan. Vakti zamanında belediyede çalışmış, yaşlılardan hayatta olanlar varsa, çok iyi tanır kendisini. Zira Osman Hız’da, belediyeden emekli bir memurdu. Memur dediğim, masa başı çalışanlarından değil, kadrosu bakımından. 

Onun işi, belediye başkanlığı odacılığıydı. Yalnızca belediye başkanına hizmet eden özel odacı. İşini öyle dikkatli ve temiz yaparmış ve öyle sır tutan güvenilir biriymiş ki, belediye başkanlarından Hilmi Çakmakçı kendisine üstün hizmet madalyası vermiş. O madalya,  hak ettiği emekli maaşından daha çok gururlandırdı kendisini. 

Hayat, bazen zalim bir öğretmen gibidir. Öğrencisi olan biz insanları, sık sık sınava tabi tutar. Kağıdı boş verip çıkmakta var bu sınavda, ama o zaman yaşamın tadı alınmadan göçüp gidilmiş olur.

Osman Hız, varlıklı bir Ispartalı ailenin 7 çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya gelmiş. El bebek, gül bebek ipek kundaklara bürünmüş bebekliği. Bir yaşına yakınlaşmaya başladığı zaman, onun “ba ba b aba” demeleri artık dillenmeye başladığı anlamı taşıdığından, sürüsüyle kurbanlar kesilip, konu komşuyla ziyafet sofraları kurulup, bu coşku kutlanmış. 

 

Bu coşkunun yorgunluğuyla insanlar evlerine çekilip, huzurlu uykuya dalmışlar. 

Gündüzkü keyifleri, rüyalarını süsleyerek, uykunun kollarında mayışırlarken, kıyamet belirtisi gibi bir gürültü kopmuş yerin binlerce derinliği altından. Ve gürültüyle gelen afet, bu huzurlu uykuları ebedileştirmiş. 

 

1914 yılı, sonbaharın son çığlıkları, bir ekim sabahı. Solgun güneşin ışıklarının ısıtmaya çalıştığı sokaklara, cansız insan bedenleri   karışmış. 1914 yılının ekim ayında Isparta’da meydana gelen bu büyük depremde 2000 den fazla kişi ölmüş, 10 bin civarında da aile evsiz kalmış. Osman Hız kurtulan şanslı insanlar arasındaymış. Ama o henüz bir yaşında bebek olduğundan, olanlardan bihabermiş. 

Annesi, babası ve altı kardeşi, varlıklı evleriyle birlikte toprak altında kalmışlar. Osman Hız’ı toprağın altından çıkaran askerlerden biri, gözyaşları içinde,  bebeğin diğer yakınlarının enkaz altında cansız yattıklarını söylerken, “keşke bu sübyanda ölseymiş. Kimsesiz ne yapacak bu dünyada” diye konuşmuş titreyen sesiyle. 

İşte bu biçim başlamıştı Osman Hız’ın yeni düzen yaşamı. Depremin yaraları sarıldıktan sonra, devlet yetkilileri Osman Hız’ı bir akrabalarının yanına verirler, sahiplensin büyütsünler, diye. Yakın bir köyde, uzak olan bu akraba, Osman’ın babadan kalan bağı bahçeyi bir şekilde, kendi üzerine geçirerek bu bakımı üstlenir. Ama Osman Hız’ı büyütürken, bu bağlara bahçelere gösterdiği özeni göstermez. Bu yüzden de Osman’ın doğduğundan itibaren İpekli kundaklara alışkın bedeni, rahat döşek görmeden, kapı arkalarında sığıntı olarak yatmaktan nasır tutar olmuş. Hor görülmüş, hor büyütülmüş, okutulmamış. Öksüz, yetim, cahil ve malsız kalmış bu çocuk. Gecesi gündüzü gözyaşlarına bulanmış olarak, akrabalarının yanında, itilip kakılarak, ayak işlerinde, ağıl işlerinde kullanılarak ergenliğe eriştirilmiş. 

 

Belki çektiği eziyetlerden, belki yeterli beslenememekten dolayı boyu kısa kalmış.  20 li yaşlara adım atmadan, yine akrabası tarafından kendinden yaşça büyük ve boyunun neredeyse iki katı uzunluğu,  o günlere göre evde kalık, uzak akraba bir kıza nikah kıydırılarak, koca diye yanına sokulmuş. 

 

Boyu 1.40 santim kadar olduğundan askere de almamışlar kendisini.  Oysa ne çok istermiş ulusun kurtuluşu için savaşan ataları gibi, kahraman bir asker olmayı. Sonra, akrabaları ona “sen artık evlendin, bir de karına bakacaksın o yüzden bizim ayak işlerimizden başka bir işte de çalışmalısın” denilmiş. 

Bu sebeple tekrar Isparta’ya gelmiş Osman Hız. Ama boyunun kısalığından mıdır, şehri ilk kez görüyor ve insanlarını farklı sanıyor olmasından mıdır ne? Bir türlü kimsenin yanına gidipte “bana bir iş verir misiniz.” Diyememiş.

İkindine doğru köye dönme vakti geldiğinde, evinde barındığı akrabalarının yanına korkudan dönememiş. “Isparta’ya kadar gittinde bir iş bulamadın mı, yoksa bedava ekmek kolayına mı geliyor, bir de karına bakmamız hoşuna mı gidiyor” derler, diye. Oysa yediği bir dilim ekmeğin bedelini çok ağır şartlarla ödemeye çalıştığı halde. 

Ne yapacağını bilmeden, döneleyip dururken birden şehrin merkezindeki cami önünde bulmuş kendini. Ulu camiye girip abdest almış, ikindi namazını eda ederken Yaratan Rabbine  yakarmış, “Beni boynu büküklükten kurtar” diye, naz niyaz etmiş. 

Namaz bitiminde de camide kalmayı hiç dışarıya çıkmamayı arzulamış, çünkü Allah’ın evinde içini ilk kez bir huzur kaplamış. Bu huzur maneviyatını tetiklediğinden içindeki acının kurşunları, gözyaşı olarak yanaklarından süzülüp bedenine kadar inmiş. 

Onun ağladığını bir tek kişi dışında kimse fark etmemiş. O bir tek kişi de tesadüfen, beraberinde getirdiği namazlığı, namazı sonrası toplarken, gözü göz yaşlarına değmiş. 

Bu bir tek kişi, Osman hız’ın yanına gelmiş. Kolundan tutup kaldırmış, sonra da sessizce dışarıya çıkartmış. Caminin dışında, avlunun bir köşesine sürüklercesine götürmüş, bu hayat yorgunu bedeni. 

Giyiminden kuşamından  her konuda varlıklı olduğu açıkça belli olan o bir tek kişi, tüm insanlığıyla demiş ki; “Rabbin evinde insan teslimiyet yaşıyor, bütün kötülüklerden arınıyor. Gözyaşlarımız bu temizliği nede güzel yaparlar” demiş. 

Bu öyle bir deyiş şekliymiş ki; varlıklı adamın nur fışkıran yüzünden, pak teninden, hilesiz gözlerinden ve sakin dilinden aynı anda söylenivermiş  ve devam etmiş sözlerine o bir tek kişi. “Şu an tertemiz olan nefsimizle bizim eve gidelim. Burada bulduğumuz huzuru evime birlikte götürelim. Benim misafirim olma büyüklüğünü bana gösterir misiniz?” 

Kendisini hiç tanımayan ve sorgusuz sualsiz, büyük bir duyarlılıkla evine davet eden bu bir tek kişinin, samimi yaklaşımı ses tonundan ve bakışlarından belli olduğu için, Osman Hız bu daveti kabullenmiş. “Hem böylece şehir insanının nasıl olduğunu da görürüm. Her türlü kötülüğü gördüm, yaşadıklarımdan daha kötü ne yapabilir ki bu şehirli bana” diye düşünüp, o bir tek insanın peşi sıra yürüyüp Ulu caminin yan sokağında bulunan evlerine gitmişler. 

O bir tek kişinin ailesi de sormamış “bu getirdiğin köylü de neyin nesi” diye. Çünkü bu tür durumlara ev halkı alışkınmış. Nerde zorda kalmış biri varsa, o bir tek kişi, Allah hatırına evine alır gelir, zorluğunu giderirmiş. Osman Hız, kendisine içten yakınlık gösteren bu duyarlı aileyi emin belleyip, başından geçenleri ve şehre gelme nedenini anlatmış, gözyaşlarını kısıtlamaya çalışarak. Bu anlatım, öyle rahatlatmış ki kendisini, içindeki karamsarlık bir güzel boşalmış, yeniden doğduğu hissine kapılmış. 

Sonra kalkıp köyüne dönmek istemiş, göndermemiş ev halkı. O bir tek kişi, tüm insanlığını sergileyerek: “Daha sorununu çözmedik ki, çözülmemiş sorunun senin başına daha büyük sorunlar getirir” demiş. 

Sanki Osman Hız’ın yaşadıklarını ve yaşayacaklarını bilir gibi. Yaşadıkları ve sorununu çözmeden köyüne dönmesiyle yaşayacakları yalan da değilmiş, keşke yalan olsalarmış. “Kimseden iş isteyemedim” diye akrabalarının yanına dönecek olsa, kim bilir bu yaşına kadar yediği dayakların kaç mislisini yiyecektir. Hem de, dayağın bu defası karısının yanında olacağından, gururu hepten yok olacaktır. Bu durumuda kısacık bedeninin içindeki koskocaman yüreği, artık yorulduğundan kaldıramayacaktır. 

Boyun büker, kalmaya rıza gösterir. İçini rahatlatan, bol nasihatli sohbet sonrası, kendisi için hazırlanan yer döşeğine, ipek yorgan altına yatar. Hayatı geldiği gibi yaşamaya hazır ruhiyatıyla, sabahı hayırlarla bekleme sürecinde uyuyakalır. Sabah gözünü açtığında, bedeninin bulduğu huzurla köyünde olmadığının hemen farkına varır. Bütün bu rahatlığın, bu karnı çok doymuş olarak uyumaklığın, bir rüyadan ibaret olmadığını anlamak için, dayağa alışık yanağına bir tokat atar. Ve bu gerçeğin devamı için dualar ederek odadan çıkar. Bakar ki herkes bereketli bir sofra başında kendisini bekliyor. İnsan yerine konmuşluğu içine sindirmeye çalışarak, sofraya mahçup halde  bağdaş kurarken; artık hiç umurunda değildir, sofradan sonra köyüne gidecek olması ve sonrası.

Ama aklına gelenlerden çok farklıdır, sofra başında duydukları. Camide kendisinin ağladığını gören ve evine buyur eden o bir tek kişi, demektedir ki, “Artık seninde Isparta’da bir işin ve bir evin var. Git karını köyden al da gel. Aileni getirmekte akrabaların zorluk çıkarırlarsa, haberimiz olsun, yardımcı oluruz.” 

Osman Hız’ın bu inanması güç duydukları, düş değildir. Camide Yaradan’ına yaptığı yakarışları geri çevrilmediği için, kendinin en sevilen kul olduğunu düşünür kısa bir an. Ve şükürler dilinden sofraya dökülür.

Osman Hız’ı camide tesadüfen ağlar gören o bir tek kişi. Mehmet Asım Aytaç’tır. Gazikemal mahallesinin en zengini, aynı oranda en sevileni, en hayırseveri, en hatırşinaz insanı olan Asım efendi. O günden sonra Osman Hız’ın kaderinde var olmuş. Kendi evinin yanında bulunan ve bağ bahçeden gelen nevaleyi depoladıkları, müştemilat olarak kullandıkları küçük ahşap evi boşaltıp, Osman Hız’a vermiş Asım Efendi. Üstelik tapusuyla, üstelik içini kendi parasıyla satın aldığı eşyalarla donatarak. 

 

Karısıyla bu küçük eve yerleşen Osman Hız’ı belediye de işe de yerleştirmiş Asım Efendi, “Gerçek ihtiyaç sahibidir, maaşı tarafımdan verilecektir” diyerek hem maddiyatını, hem de manevi hatırını devreye sokarak. gayesi Osman Hız’a hayata tutunmasına yönelik cesaret vermektir.

Belediye başkanının odacısı olarak başlamış işine Osman Hız.   Başkanın güvenini ve sevgisini kazanınca kadrolu personel olmuş, maaşını belediyeden almaya başlamış. Seneler geçtikçe, başkanlar değiştikçe de onun işi hiç değişmeden  hep aynı kalmış. 

Artık dayaksız, çilesiz, paralı, mutlu bir ömür sürmekteymiş Osman Hız. Aldığı odacı aylığıyla birbiri ardına doğan bir erkek, iki kız çocuğunu okutmuş. Kendilerine arka çıkan ve yaşamında hep var olan Asım Efendinin de maddi manevi katkılarıyla. 

Adeta iki adam bir hayat şeklindeymiş Osman Hız’la, Asım Efendinin yaşantıları. Sıkıntıların, hüzünlerin birlikte yaşandığı, birlikte çözüm düşünülüp, beraberce mutlanıldığı bir yaşam şekliymiş bu. Kaderse bunun adı, tam adına özgü yol almaktaymış kader; ikisini hiçbir olayda birbirinden ayırmadan. 

Osman Hız’ın büyük kızı evlilik çağına gelince, Asım Efendi yine devreye girmiş. Kendi kızıymışcasına araştırmış isteyenleri, gözünün tutmadığını nezaketle geri çevirmiş. Gözüne iyi görüneni de  konu komşu tarafından “damat adayı dul kadın çocuğu ve çok fakir” denilmesine rağmen “fakir ama namuslu” felsefesiyle kabullenmiş. 

Asım Efendiden gelen bu onay üzerine, Osman Hız’ın büyük kızı mütevazı bir düğünle evlendirilmiş. Öteki biri kız, diğeri erkek, iki çocuğu okumalarına devam ediyorlarmış. Asım Efendi diyormuş ki Osman Hız’a: “Ben iki oğlumu üniversiteye yolladığım halde diplomalarını almadan okullarını terk ettiler. Baba parasına güvenip, İstanbul’da günlerini eğlenerek heba ettiler. Ama senin çocukların okuyacaklar.” 

Asım Efendi, Osman Hız ve ailesi için elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışırken, bir kez bile onları kendi işlerinde çalıştırmamış, bir kez bile onlara yönelik sesini yükseltmemiş, bir kez bile yaptıklarını başa kakmamış, bir kez bile bu kısa boylu adamı aşağılayıp, hor görmemiş. Ne yapmışsa hepsini Allah rızası için yapmış. Mahalledeki herkese, her iyiliği yaptığı gibi. Bahçesinden gelen meyveleri, cevizleri, bademleri, bağından gelen üzümlerden yapılan pekmezi, önce komşularına dağıttırmadan tatmazmış, komşularının memnuniyetini duymadan evinde tutmazmış Asım efendi. 

Mahallesinde kimi üzgün görse, hatırını sorup, derdine deva bulmaya çalışırmış. Asım Efendiden yansıyan bu  yaklaşımlar karşısında tüm mahalleli kendisine hürmette kusur etmezler. Tüm bu gördükleri, duydukları karşısında Osman Hız  da Asım Efendiyi örnek almaya başlamış. Her bir öğrendiğiyle yüreği büyüdükçe büyümüş, büyüyen yüreği ona güven vermiş ve bu güvenle belediye başkanına da fikirler üreten, yol yordam gösteren adam olmuş, dolayısıyla bu güven sayesinde, başkanların özel sırlarına vakıf olmuş, onların bu sırlarını kendi bünyesine ebediyete kadar yük etmeyi erdem bilmiş. 

Tüm bunları Asım Efendi belletmiş kendisine. Asım Efendi Osman Hız’ın hayat yönlendiricisiymiş. Kader böyle olmasını uygun gördüğünden, kadere rıza gösterilmiş. Sonra Asım Efendinin ani ölümüyle, bu defa ondan öğrendikleri kadarıyla Osman Hız, Asım Efendinin çocuklarına baba, torunlarına dede olmayı üstlenmiş. Ne kadar üzgün olsa da, Asım Efendi den öğrendiği üstün vasıflar, onu hayat yolunda kamçılıyormuş. Sonra büyük kızının teğmen olan kayınbiraderi yani kocasının kardeşi şehit düşünce, bu defa yüreği onlar için yanmış. Ama sonradan bu şehidin ailesinin kaderini değiştirmek için ölmüş olması gerektiği, yine kaderde yazılı olanmış ki; Büyük kızın kocası tarafına tüm Ispartalı ve tüm devlet millet sahip çıkınca, onların yaşantısı fakirlikten kurtulup, varlığa dönüşmüş. 

 

Öteki iki çocuğundan kız olanı bir banka müdürü olup, yine üst düzey bir yöneticiyle evlilik yapmış, oğlu da İzmir’de bir hastanede sevilen bir doktor olarak adını duyurmuş. Ama gelini sosyete olduğundan, kendilerini “cahil” diye beğenmediğinden yakınırmış Osman Hız. Çünkü buna daha çok karısı sebeb olmaktaymış. Kendinden uzun karısıyla ne zaman oğlunun yanına İzmir’e gitse, gelinin yakınlarının yanında mutlaka bir pot kırarmış, kaynana olan Osman Hız’ın karısı. 

En son gittiklerinde de balkon sefası yaparlarken, gökyüzünde dolunayı gören kadıncağız, onca misafirin yanında: “Len Osman, bizim ay bak buraya da gelmiş” demiş, heyecanla. Kadıncağız pek sokağa çıkan olmadığından, nadir çıktığı bir akşam gördüğü dolunayı, hep aynı ve sadece kendi bulunduğu yörede var olur sandığından. 

Konu bununla da bitse. misafirlerin biri askermiş ve onun da gündüz jiple gelmesine tanık bulunduğundan, “Hadi gomutan balam, beni senin cibitimle bir bizim ayın yakınına kadar götür. Bakem bi gözleri buradan da görünecek mi?” deyivermiş. 

Bu safiyane konuşmalara misafirler kahkahalarla gülerken, ev sahibi konumundaki gelin hanım, utanç duymuş ve kaynanasının bir daha evine gelmemesini istemiş. Osman Hız bunu duyunca kendi de, bir daha torunlarını görmek içinde olsa, oğlunun yanına gitmemiş. 

Ölümden çok korkan ve her cenaze geçtiğinde, “Azrail bu civarda dolaşıyor”diyenleri ciddiye alıp, “ben görünmeyeyim” diyerek yatakların altına saklanan bu safiyane kadın, Osman Hız’dan önce ölümle buluştuğu dönem, Osman Hız’da belediyeden yeni emekli oluverdiği zamanlarındaymış. 

Karısının ölümüyle, Asım Efendinin yıllar önce tapusuyla kendisine bahşettiği o  küçük ahşap evde yapayalnız kalan olmuş. Ne yazık ki, Asım Efendinin çocukları ve torunlarının da yanlarındaki koca konaktan çıkıp gitmeleri çok zaman önceymiş. Üstelik kendisinin emekliliğinden sonra, belediye bu evleri istimlak etmeye kalkmış. 

Sessiz, sakin, hayatı geldiği gibi yaşayan biri ya Osman Hız. Onca emek verdiği belediyenin bu emrine karşı koyamamış. Ama için için ne kadar çok üzüldüyse, anılarının pek çok olduğu bu evden ayrılacak olmasına, başka bir ev bulup çıkmayı son güne kadar ertelemiş. İşte o son gün, yani çoğu insanın rahat döşeklerinde uyuduğu, onunsa kaygılı ve binbir kederle beklediği gecenin sabahı. Hiç bitmeyecek gibi gelen ve kapkara üzerine çöreklenen ve nihayet dedirtecek bir ağır ağarış. İşte o herkesin uykudan uyandığı ertesi sabah, yine puslu bir sonbahar günü. Belediyeden gelen yıkım ekipleri, onun cansız bedenini çöken bir kalasın altından çıkarmışlar. Tıpkı yıllar önceki bebek canını askerlerin çıkardıkları gibi. Ama bu defa o, enkazın altında yapayalnız. Yaşlı bir kısacık adam olarak, yaşadığı evinde ölürken, kısacık bir yer işgal etmiş. O kısacık yerde bulunan cesedi için belediyenin resmi elbiseli görevlileri, “galiba evini kendi yıkmaya kalkmış, ama devirdiği ilk dilmenin altında kalmış” demektelermiş. 

Bu gerçek hikayede anlatılan Asım Efendi benim büyükbabam. Yani babamın babası, dedem. Ne iyi yürekli insandı. Allah rahmet eylesin.

Osman Hız’sa çocukluğumdan tanıdığım, hayatını ilginç bulup hiç unutmadığım, Isparta şehrinde yaşamış ve ölmüş olan bir insan. Boyu küçük, yüreği büyük, hayatı başladığı gibi sona eren bir insan. Ve hayatının sonunda “İki Adam  Bir Kader” olarak yaşanılan hakiki hayat hikayesi. Sonu mu, Osman Hız’ın Mehmet Asım Aytaç ile, ahirette vuslata ermeleri. İnşaallah cennette devam ettirirler yoldaşlıklarını.

Ayfer AYTAÇ

ayferaytac.com

 
 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..