Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ağustos '07

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

İmdaaaaaaaaat!

İmdaaaaaaaaat!
 

Artık yeter demek istiyorum. Yirmi gündür blog yazamıyorum ve bu bende resmen psikolojik rahatsızlık boyutuna geldi. Yazmak istiyorum; ama hayata yenik düşüyorum. Bu hayat koşusunda günde bir saat ihtiyaç ve çay molası istiyorum; ama nafile. Mücadele gücümü hızla kaybediyorum ve bu durum beni daha da bitiriyor, tükeniyorum.

Çok kötü şartlar altında çalışanlar var ve hepsini takdir ediyorum. Ama insanız işte, önce kendimi görüyorum ve düşünüyorum. 20 gündür günde 12-13 saat çalışıyorum. Günlük sınırsız müşteri talepleri, susmayan telefonlar, bitmeyen işlemler arasında 12 saatin nasıl gelip geçtiğini inanın anlamıyorum. Müdürümüzün işten çıkışı zaten en erken saat 20:00 ve kendinden önce çıkmak için odasına izin istemeye gelen personeline gözlüğünün üstünden öyle bir bakıyor ki, insanın hemen yatağı yorganı serip “eve gitmeye gerek yok, ben şuracıkta kıvrılıp yatıveririm, siz benim kusuruma bakmayın” diyesi geliyor. Akşam 21:00 eve giriş. Eşimden hoş geldin öpücüğü aldıktan sonra beni bekleyemeden uykuya dalmış olan bebeğimi koklayışım, duş alışım, yemekten kalkışım saat 22:00. Televizyonun karşısındaki koltuğa gömülüşüm ve göz kapaklarımın hızla kapanışı saat 22:30. Hooooooop sabah kalk 6:30. Üstüne üstlük sanki hiç uyumamış gibiyim. Beyin yorgunluğu yaratan işlerde, dolu ve huzursuz yatağa girmiş bir beyni boşaltmak o kadar zor ki. Yirmi gündür bu böyle devam ediyor.

Haftasonunun geldiğine de sevinemiyoruz. Cuma akşamı müdürümüz bağırıyor: Haftasonu hedefiniz en az 10 on tane kredi kartı başvurusu toplamaktır. Satamayan pazartesi günü işe gelmesin.

Dolayısıyla cumanın gelmesinden de nefret ediyorum. Zaten bütün eş-dost, bankacı bir arkadaşları olduğu için benden nefret etmiş. Çünkü, bu güne kadar hedefimi tutturacağım diye kimi yakaladıysam bir şeyler kakalamışım ve insanlar beni görünce neredeyse kusacak duruma gelmiş. Yani, etrafımızda eş-dost da bırakmamışız. Sadece bankacı-bankacı ilişkileri devam ediyor ağır aksak.

Günlük programımı kısaca hatırlayalım:
Saat 06.30 yeni güne günaydın.
Saat 06.30 – 07.30 duş alma, traş olma, kahvaltı, iş kıyafetlerini giyinip hazırlanma.
Saat 07.30 iş yerine hareket.
Saat 08.00 mesai başladı.
Saat 20.00 mesai bitti.
Saat 20.30 eve dönüş (gayet iyimser bir tahmin)
Saat 20.30 – 21.30 iş kıyafetlerinden kurtulup ev haline uyum sağlama, duş alma, akşam yemeği.
Saat 21.30 – 22.30 Geç yenen yemeğin hazmı ile uğraşma, eşim ile birkaç kelime konuşma çabası ve göz kapakları ile yapılan mücadele sonucu uykuya yeniliş.

Burada şükür edilecek haller nelerdir?
Bir işim var, beden sağlığım yerinde, sığınacak bir evim var, eli yüzü düzgün ve sağlıklı bir çocuğum var, evimde beni bekleyen ve seven bir eşim var, nice insanların hali kat kat vahim, hatta açlık sınırında olanlar bile yine de yaşamak için mücadele veriyorlar ve çeşmelerimizden hala su akıyor.

Peki boş alanlar nelerdir?
Ruh sağlığım tehlikede, beden sağlığım her an bir yerden patlak verebilir, çocuk var ama ben göremiyorum, eşim var ama birbirimizle konuşmaya bile vaktimiz ve halimiz yok, eş-dost ziyareti sıfır, günde 10 dakika kendime ayırabildiğim zamanım yok.

Benim burada hatalı düşündüğüm nokta, zaman konusudur. Benim, her ne olursa olsun bir yerlerden bir şekilde fedakarlık ederek, eşime, çocuğuma, aileme, dostlarıma ve kendime bir şekilde zaman ayırmam gerekmektedir. İnsan gibi yaşamam için bunu bahane üretmeden muhakkak yapmam gerekiyor.

Peki beni asıl kızdıran nedir?
Sömürücü zihniyet. Evet, sömürücü iş hayatı politikaları.

Geldikleri AB ülkelerinde günlük çalışma saatinden 1 dakika fazla çalışana fazla mesai ödeyen yabancı sermaye şirketleri, Türkiye’ye gelince ülkenin düzenine hemen uyuveriyorlar. Çünkü bu ülkede, 1980 yılından bu güne, çalışanın arkasında olan bir hükümet olmadı. Sömürü düzeni iyice oturdu. İtiraz edenler, ülkenin trajik sorunu işsiz kalmakla tehdit edildi, hak aratılmadı. İnsanlar iş bulduklarına dua ederek, sorgusuz sualsiz çalışıyorlar. “Rekabetçi piyasa” adı altında çalışanlar hem bedenen hem de ruhen sömürülüyorlar. Oysa ki bir hükümet de çıkıp, bu rekabetçi piyasada bütün çalışanlar aynı eşit haklar altında çalışacak ve dolayısıyla da eşit şartlar altında rekabet ortamında savaşılacak deyip bir şeyler yapabilseydi, şu anda Türk insanı en azından benliğini kaybetmemiş olurdu.

Bu sömürücü rekabet piyasası ve işveren düzeninde Türk insanının temel özellikleri bir bir yok ediliyor. Sosyalleşme bitiriliyor ve insan ilişkileri zedeleniyor. Kavgalar, cinayetler artıyor, yardımlaşma duygusu en aza iniyor.
Aile hayatı vuruluyor. Yirmi yılda büyük aile hayatından, çekirdek aile hayatına geçtik. Şimdilerde ise çekirdek de çatlıyor, boşanma sayıları rekor düzeyde ve yeni nesil çocuklar ayrı anne-baba arasında yetişiyor. Dolayısıyla sorunlar bir sonraki kuşağa daha yüklü bir şekilde aktarılıyor.

İnsanlar bireyselleşiyor, ortak paylaşım azalıyor, bizler yok olurken, benler çoğalıyor. Yavaş yavaş herkes kendi kabuklarını yaratıp, içine çekiliyorlar. Depresyona giren ve intihar eğilimli insan sayısı hızla artıyor.

Türk insanı güler yüzlüdür, sıcak kanlıdır, misafirperverdir, yardımseverdir, aile bağları kuvvetlidir sözleri sadece kitaplarda kalmasın. Çalışma hayatı insanca yasalarla sürdürülsün. Çok geç olmadan.

Şu anda saat 02:20. Kendimle baş başayım.

Fotoğraf www.milliyet.com.tr’den alınmıştır.

 
Toplam blog
: 41
: 671
Kayıt tarihi
: 11.02.07
 
 

1972 doğumluyum ve bir bankacıyım. Hayatım boyunca en büyük hayalim bir yazar olmaktı. Ama, Türkiye'..