Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '06

 
Kategori
Felsefe
 

İnanmak üzerine

İnanmak üzerine
 

Sorular


Bilmek, beynimizin veri tabanında, bir olgu veya nesneyle ilgili zaman ve mekâna bağlı somut bilgi tutmak demektir.

İnanmak, kendi iç dünyamızda tanımladığımız bu bilginin dış dünyanın doğrudan bir yansıması ve dolayısıyla da gerçek olduğunu düşünmektir. Ancak çoğu defa bu soyut düşünce, umut, beklenti, hayal kırıklığı, aşk, kıskançlık, bakış açısı, birikim ve deneyim gibi duygu ve öncellerin gölgesinde beslenerek öyle bir şekle girer ki, çoğu defa dış dünyayı gerçek anlamda nesnel olarak tanımlamaktan çok uzak bir hal alır. Bu nedenle bilmek diye bir şey yoktur aslında; yalnızca inanmak vardır.

Zihinde nemalanan her bir kavram bir tohum olarak ömrüne başlar, yavaş yavaş filizlenir, büyür, kök salar. Eğer hayata bakan uygulamalı yönleri de varsa, iyice o insanın kişiliğinde ve dünyasında yerini alır, o insanın tüm benliğini kaplar. Emek olarak onun geçmişini, ideal olarak onun geleceğini kapsar. Sonuçta yavaş yavaş insanı inandığıyla öylesine bütünleşir ki, bu inanç onun hayatını tanımlayan tek ve değişmez gerçek halini alır. Artık o inancını değil, inancı onu yönetmeye başlar, öyle ki inancı uğruna ölmek veya öldürmek bile mubah olabilir. Bu noktada önemli olan inanılanın doğru olup olmaması değildir, asıl önemli olan benliği ne kadar kuşattığı, duyguları ne büyük bir kuvvetle sarıp sarmaladığıdır. Oysa inanmak da bir süreçtir, değişkendir, yaşar ve ömrü dolarsa ölür.

Gelen bilginin doğruluğunu sorgulamaktır şüphe duymak; kişi sorgulamayla zihninin alışkanlık perdesini yırtabilir ve mutlak gerçek olarak benimsediği kavramları yenibaştan ele alma cesaretini gösterebilir. En büyük filozoflarla sıradan insanı ayıran, büyük filozofların basit ve temel sorulara verdikleri önemdir. Evet, en büyük hakikatler en sıradan soruların arkasında gizlenmişlerdir.

İnanmak soyut olan bilgiyi somut olan eyleme dönüştüren bir motordur adeta; istek isimli kıvılcımı umutla ateşleyen ve beklenti, zorunluluk, gereksinim gibi silindir kuvvetlerinin dinamikleriyle gerekli enerjiyi pompalayan bir yakıt motoru. Aslında sistemin işleyişi her ne kadar görünürde bu şekilde olsa da bu akış tek yönlü değildir. Bir eylemi büyük bir enerjiyle yapan bir insan için bu eylem bir süre sonra onun benliğini ve tüm duygularını kuşatacak ve onu hayata bağlayan en büyük inanç kaynağı olacaktır. Ayrıca uzun süren alışkanlıklar da bir süre sonra eylemden çıkıp inanca dönüşeceklerdir. Bu şekilde elde edilen inançlar, zihin yoluyla öğrenilmediği için, beyin kanalıyla gelen bilgi tarafından yanlışlansa bile yine de kolay kolay engellenemezler. Sigara içmenin kendisine en büyük haz ve mutluluk kaynağı olduğunu günün her safhasında yaşayan bir insan için üzerinde sigaranın sağlığa zararlı olduğunun yazması bu nedenle bir anlam ifade etmez. İnanmadığın gibi yaşarsan, yaşadığın gibi inanırsın sözü eskilerden kalan manidar
bir yadigârdır. Tabi bu özelliği olumlu olarak değerlendirmek de mümkündür; askerlik eğitiminin temelini oluşturan yanaşık düzen eğitiminin amacı istenen eylemi beyinde temel bir kavram olarak tanımlamaktan başkası değildir.

İnanmak her ne kadar aklın işlevi gibi görünse de, aslında yürekten gelen bir taşmadır; söz yüreğin taşmasıdır. Din açısından da en büyük cürüm olarak sayılagelmiştir inanmamak. Çünkü inanmak teşekkür etmektir, minnet duymaktır, perestiş etmektir, anlam bulmaktır, senden bir parçayı ona adamak, yeri geldiğinde onda yok olmaktır, sevmektir... Evet, yaptığımız her şeyin bir değeri vardır, bazen bu değer eylemin kendindendir, bazen ise bize olan getirisinden; bu nedenle beyinle yürek arasındaki gizli ve gizemli bağ mevcuttur. Dolayısıyla anlam aramanın temeli, kendini yalın haliyle inanmada gösterir.

İnanmak sınırlar koymaktır; inandığımızı iddia ettiğimiz her bir kavram, aslında gizlice kendimizi güvende hissettiğimiz alanın ve ufkun ta kendisidir. Nehrin beri tarafında yaşayan ilkel bir yerli kabile için tüm evren bu taraftan ibarettir, Tanrı orada görünen en yüksek dağın ruhunda yaşar, büyücü rahip hem ondan mesajlar getirir hem kötü ruhların zarar vermesini engeller, hem de hastalıkları iyi eder. Öldükten sonra her bir insan Dağın Ruhuna geri dönecek ve ölmüş olan ata tanrılarının arasında sonsuza kadar mutluca yaşayacaktır. Bu kabile üyesi bir birey için evren tanımlanmıştır artık, nehrin öbür yakasında ayrı bir insanoğlunun olmasına gerek yoktur bu evrende. Çünkü nehrin öbür yakasında da insanların yaşayabileceğini hissederse, bilincinin derinliklerinde bilir ki, zihninde kurguladığı tüm bu kutsal evreni yıkıp yeniden tanımlaması gerekecektir. Hiçbir şey, bilinen ötesinin karanlığı kadar ürkütmez insan beynini zira. Biraz dikkatle bakarsak, biz de bu yerli kabileden farklı değiliz aslında. Kendi kültürel veya dini kalıplarımızın kutsal güvenliği içinde mutluca ve hiç soru sormadan geçiririz hayatımızı bir ömür boyunca. Oysa sadece uzayda bilinçli yaşam olabileceğini düşünmek bile tüm inanç değerlerimizi yeniden sorgulamamızı hatırlatması açısından yeterlidir. İşin aslı bunun için uzayda yaşam aramaya bile gerek yoktur; çünkü görünen o ki, insanoğlunun konuşacağı uzaydaki ilk bilinçli yaşam biçimi, yine kendi zihninin çocuğu olan geleceğin robo-insanları olacaktır.

İnanmak hissetmektir, kişi hissettiği nispette yaşar. İnancını yitiren bir yürek, canını yitirmiş bir bedenden, anlamını yitirmiş bir sözcükten farksızdır. İnanmak değişmek istemektir, değiştirmek istemektir. Ruhunu bir davaya adamaktır bunun ise yolu. Gecesini gündüzüne katarak, gayesine ulaşmak için her türlü fedakârlığı gözünü kırpmadan yapabilen insanlar. Topluma yön veren insanlar dava adamlarıdırlar, yani radikal insanlardır. En büyük radikallik dengede kalabilmek ve ılımlı tutabilmektir bu çıldırmış dünyayı. Bu, zihnin tüm duygu ve güdüleri denetimi altına almasıyla olasıdır ancak. Denge büyük bir emek işidir.

Bir şeyi gerçek olduğuna inanmadan zihinde betimlemeye hayal etme veya düşleme denir. Ancak bu denge bozulur ve iç dünyada oluşturulan kurgusal dünya bir illüzyon gibi bizi arkasından sürüklüyorsa sonuç kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı olacaktır. İnancın yönünü belirleyen beklentilerdir, yaşamın yönünü belirleyen inançlar. İnanmak beklenti demektir; beklenti ise umut. Bazen bu duygu öylesine yoğun olur ki, beklenilenin gerçek olup olmamasının bile önemi kalmaz artık. Hurafelerin kaynağı bu mesnetsiz anlamlandırma mekanizmasının güdülemesidir.

Gerçekçilik ile inandırıcılık farklı kavramlardır. Çok inandırıcı bir hikâye veya senaryo öylesine inandırıcı olabilir ki, çoğu insana gerçekten daha gerçek gelebilir. İnandırmak, insanların zihinlerindeki kavramları baştan tanımlamaktır, inandırmak zihni yeniden programlamaktır.

İnsan zihni boş duramaz, düşünmek aralıksız bir faaliyettir, insan bir saniyesini bile düşünmeden geçiremez. İnanmak bir anlamda bir olguyu veya süreci takip etmektir. Dolayısıyla bir şeylere inanmak ve takip etmek hayati bir gereksinimdir. Takip edilen bu olgu içinde umut, hayal, başarı gibi her türlü unsuru barındırmalıdır. İster inanılan bir futbol takımı olsun, ister evrenin mekanizmasını anlatan bir teori. İnanmanın sosyal bir boyutu da vardır ayrıca. Hiç kimse size, sizinle aynı kavramları paylaşan bir insan kadar sıcak bir dost olamaz.

Dolayısıyla inanmak her ne kadar kişisel ve içsel bir süreç gibi görünse de, aslında oldukça toplumsal ve dışsal bir olgudur birçok durum için. Aslında toplum dediğimiz varlık bu durumun doğrudan bir yansıması değil midir? Aynı algılama, derinleme, nedenleme ve sonuçlama süreçlerinin izdüşümünü paylaşan bireyler topluluğu. Hiç düşündünüz mü, inandığınızı düşündüğünüz düşüncelerin yüzde kaçı gerçekten size ait?

İnanmak kabullenmektir bir boyutuyla, dolayısıyla deneyimlenmesi gereken içsel bir süreçtir. Çok görmüşümdür, bir fikri ilk defa duyduğunda reddedip öfkeyle tepki veren, ilgisi uyandıkça zamanla bu fikre ısınıp sorular sormaya başlayan bir süre sonra neden olmasın diyen ve sonunda o fikrin en içten savucularından biri olan insanları. Bir fikri kabul etmek, o fikrin ön ve ard koşullarını da yeniden tanımlamayı gerektirir zira. İnanmak tanımaktır bir bakıma, insan tanıdıkça bir insana güvenir, tanıdıkça bir kavrama hükmeder.

İnancın gücü hafife alınmamalıdır asla. İnanmak insanı kendi iç dünyasıyla bütünleştiren sihirli bir karışım gibidir; onu yudum yudum içinize çektikçe, kendi içinizde gizli bir define gibi saklı nice yeteneğin var olduğunu keşfetmeye başlarsınız. Bunun kesinlikle soyut şairane bir benzetme olduğunu düşünmeyin ancak. İnsan bedeninin içinde ve etrafında bulunan bir ışık akışımı vardır. Aura denen bu akışım, çakra denilen enerji kanalları yoluyla soyut ve somut tüm beden katmanlarının birbiriyle etkileşimini ve dengelenmesini sağlar. Ama asıl kritik olan, evren de yaşayan dev bir organizma ve hücreden ibarettir ve onun da içinde işleyen benzer bir mekanizma vardır. İşte inanmak, insanın içinden evrenin derinliklerine kadar uzanan bu saklı yolun kapısını açan gizemli anahtarın ta kendisidir. Eski bilgelerin, "yeter ki inanın, şu karşıdaki dağı çağırın, size boyun eğip gelecektir" şeklindeki söylemleri inancın bu derin gücüne
işaret eder. Buna şaşmamak gerektir, ayrılık, gayrılık, bölünme bu dünyaya özgüdür, uyanmış bilincin dünyasında ise Bir’den başka yoktur.

Evet, inancın da bilimsel bir boyutu vardır. Dünyaca ünlü doktorumuz Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in dediği gibi, “bugün bilim olarak kalbin yerini biliyor ve hatta değiştirerek yerine yapay kalp takabiliyoruz. Ancak henüz vicdanın veya duyguların yerini bilemiyoruz.” Aynı şekilde inancın da gerçek anlamda tüm katmanlarını bilmiyoruz. Bilim gerçeğin birçok derinliğine henüz yeni yeni uyanmakta. Kim bilir, belki bir gün bilim, sıcaklık ve basınç gibi inancın da metrik ifadesini ortaya koyar, uygun şekilde tasnifler ve ardında yatan derin mekanizmanın çarklarını çözmeyi başarır.

 
Toplam blog
: 72
: 1949
Kayıt tarihi
: 11.10.06
 
 

Yazar 1975 Ankara doğumludur. Monterey Postgraduate School / California'da bilgisayar bilimi dalı..