- Kategori
- Öykü
İncegeliş
Yağız atları kişnetip, meşin kırbacı şaklatan sadece Faruk Nafiz Çamlıbel değildi Anadolu'da. Nice Ahmed'ler, nice Mehmed'ler önlerine kattıkları at, eşek ve katırlarına yükledikleri tuz kayalarını, sofralara tat, turşulara dirilik versin diye Anadolu'nun kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına, sürüyorlardı. Mağaranın karanlık derinliklerinden gün ışığına çıkartıp, kağnı arabalarına doldurdukları tuz kayalarıyla tek sıra halinde uzaklaşıyorlardı kıraç topraklardan. "tuz" değil "altın"dı yükleri. Dirhemi para eden, dirhemi katılmazsa aşın - çorbanın tadı olmayan "beyaz altın” dı. Kağnı arabalarının gıcırtılarına dudaklarından dökülen sevda türküleri eşlik ediyordu. "Çankırı'da tuz dağı, Kar Yağdı bastı dağı, Öyle bir yar sevmişim, Eski yara gözdağı..." Bir - iki türküyle de bitmiyordu ki yollar.
Günler kararıp, ay çıkınca ulaşılmıyordu ki menzile. Bacaklarda kalmayan derman, çarıklarda delinen taban aşmaya yetmiyordu ki dağları. Bitecek gibi değildi ki dağlar. Aşılan her tepe yeni tepeler doğuruyordu, kızaran akşamlarda… Atının üstünde bir öne bir arkaya koşturup duran kervancı başı da "ha gayret, ha gayret" demekten başkaca laf bilmiyordu sanki. Arkada kalan Korgun'un bacalarından tüten dumanlar Kadıkıran yaylasından bakınca "cigara" dumanı gibi görünürken, Hocahasan Hanı bir türlü görünmek bilmiyordu. "Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, Sonunda ademdir diyor, insana yolun hali." Taşyakası'nın kapkara taşlarından atlayan tekerleklerin çıkarttığı sesler İncegeliş'in vadilerinde yankılanıyor, kağnı arabalarının bağırırcasına çıkan gıcırtıları, dallarda kalmış son alıçları da ıslak toprağa düşürüyordu. Kağnının tekerlekleri de kırılsa, öküzler çamura da saplansa, yere bir parçası düşmeyecek, gökten ister yağmur, isterse kar yağsın, bir dirhemi ıslanmayacaktı yükün. Güneşte bırakılmayacak, suda ıslatılmayacak kadar "kutsal"dı bu "yük". Yük değil, sanki "beyaz altın"dı.
Çakır’ın sırta gelince, Hocahasan'ın toprak damları değil ama, hanın bacasından çıkan duman göründü. Görünen duman ıslak ayakların, üşüyen ellerin ısınacağı, midelere bir kaşık sıcak çorbanın gireceğinin muştucusuydu. Handan önceki son tepeye tırmanırken sol taraftaki Hamza tepe koruluğundan gelen bir el silah sesi, hem öküzlerin hem de kağnıyı sürenlerin dalgın kafalarını havaya kaldırdı. İncegeliş'in vadilerinde yankılandı da yankılandı silah sesi. Kabaş'ın mavzerinden çıkan bu sesi iyi tanıyan kervancı başı Sadık; omzundan attığı harp ganimeti “Alaman Filintası”nı havaya kaldırarak iki ellik atışla cevap verdi. Kabaş'da Cingöz de iyi bilirlerdi bu sesin Sadık'ın emektar grasından çıktığını. İncegeliş yollarından geçen en büyük kervanlar hep Mehmed Ali Ağanın olur, kervanın başında da onun has adamı Sadık bulunurdu. Dilenciyi bile soydukları dilden dile dolaşan bu asker kaçaklarının hadlerine düşmezdi koskoca Mehmed Ali'nin kervanına saldırmak. İyi bilirlerdi ki, Mehmed Ali Ağa, Eğri Ahmed'in arkadaşıdır. Eğri Ahmed ki, altındaki Kırkkanat atının üstünde Ovacık'tan Tosya'ya kadar her yerde, her an bulunur, kâh Dumanlı dağlarında, kâh Bayramören deresinde, kâh da İncegeliş'de görünürdü. Onun görünmesi demek, çapulcu haydutların yok olması demekti. Hızlı hızlı sürdü atını kervancı başı Sadık. Kervanın başından sonuna dek gidip geldi. Bir iki arabanın örtülerinin açık olduğunu görüp kapattırdı. Kervana sahip olduğunu, her şeyin yolunda gittiğini gösterdi arabacılara.
Deringöz gölünü arkada bırakan kervan, Çakırın sırtı da aşmış, kararan havaya karşın, "Han" tüm azametiyle görünür olmuştu. Önden gidenlerin hızını artırdıklarını gören Kervancıbaşı onları yavaşlatıp, kervanın birbirinden kopmamasını sağlayarak, askeri bir düzen sağlıyordu. Hocahasan camisinden okunan akşam ezanıyla birlikte ilk arabası da hanın önüne gelmişti kervanın. Hanın arkasındaki ağıllara peş peşe yanaşan arabalardan öküzler çözülürken, yük kontrol ediliyor, açıkta kalan yerleri keten örtülerle sıkı sıkı kapatılıyordu. Yol boyu susuz kalan öküzler başlarındaki arabacıları dinlemiyor, söz birliği etmişçesine birbirlerini ite kaka olukların başına koşuyorlardı.
Son gelen arabalardan çözülen öküzler neredeyse yalakların dibinde kalan suyu içebildiler. Suyunu içen hayvanları, hanın altındaki ahıra götüren kervancılar, arabalarından getirdikleri saman torbalarını öküzlerin boyunlarına takınca bu kez kendileri koşuyorlardı pınar başına. Kana kana içtikleri sudan sonra çamur içindeki çarıklarını yıkıyor, arkasından da abdestlerini alıyorlardı. Elini yüzünü yıkamış, çarıklarını temizlemiş arabacılar teker teker handan içeri girerken, giriş kapısı üstünde duran taş kaidedeki yazıyı okumadan ve her okuyuşlarında da önce gülümseyip, sonra da düşünmeden edemiyorlardı. “Sakla samanı, Gelir zamanı. Sakladım samanı, Geldi zamanı. Balta sapı kar yağdı, Kiraz zamanı. Sattım sarı samanı, Yaptırdım bu hanı."
Yüzlerindeki tebessümle hana ayak basan arabacılar, kandillerin aydınlattığı büyük odada, ocağa en yakın yeri kapmak için acele ediyor, biraz önce gelip ısınanlarsa yeni gelenlere yer veriyorlardı. Çıtırdayarak yanan meşe odunlarının güçlü harı bile odanın her yerini ısıtmaya yetmiyor, arkada kalanlar, ocağın başına üşüşenleri, mırıltı homurdanma arası bir ses tonuyla sözüm ona ikaz ediyorlardı. Kandil ışıklarının gölge oyunlarında herkes birbiriyle selamlaşıyor, aç karınlarını bir an önce doyurabilmek için gözlerinden akan uykularına aldırmıyorlardı. Odanın ortasına serilen örtünün üzerine büyük bir kasnak koyan hancının yardımcısı, kasnağın üzerine de kocaman meydan sinisini yerleştirdi. Koşar gibi gidip geliyor, sininin üzerine tahta kaşıkları, maşrapaları koyuyordu. Bugün yapıldığı belli olan yufka ekmeği örtünün üzerine konulunca, kervancı başı Sadık oturduğu sedirden doğrularak "hadi buyurun arkadaşlar, ekmeğimizi yiyelim" dedi. Herkes birbirine bakınıyor, bir an önce oturmaları için büyükleri "buyur" ediyorlardı. Kervancı başı yer sofrasına oturmuş, göz ucuyla etrafındakileri kontrol ediyor, olmayanları belirlemeye çalışıyordu.
Akşam namazını kılmakta olanların ayak sesleri merdivende duyulunca onların oturmaları için biraz daha sıkıştılar sofra başında. Kervancı başı bir taraftan ucundan böldüğü ekmeği ağzına götürürken, bir taraftan da "Hadi Azizzzzz" diye bağırıyordu ki, elindeki kocaman, siyah, bakır tencereyle kapıda göründü Hancı Aziz. Sininin ortasına konulan tencereden gelen tarhana çorbasının sarımsaklı kokusu hepsinin elini kaşıklarına götürdü. Sadık ağanın yüksek sesle söylediği "Bismillahirrahmanirrahim" sözüyle birlikte kaşıklardan üçü beşi giriyor, üçü beşi çıkıyordu tencerenin içine. Kimsenin ağzından tek laf çıkmıyor, kollar kaşık sallamaktan yoruluyordu. Orta boylu bir tepsinin içinde gelen bulgur pilavını da ayran eşliğinde kaşıklayan arabacıların karınları doyunca kaşık sallamaları da yavaşlamıştı. Hancının çömezi olan çocuğun, ocağa attığı iri meşe kütükleri, odanın hararetini artırmıştı. Yavaş yavaş yemekten kalkan sedire oturuyor ve “ossaat” cigarasını yakıyordu. Koskoca siniyi üzerindekilerle kaldıran hancı ile çömezi, yerdeki örtüyü de kaldırınca oda daha bir büyümüş geldi gözlerine. Kimi öküzünden, kimi kağnısından söz etmeye başlamış, hayat yorgunu bir ikisi de yarınki yolu konuşmaya başlamıştı. Konuşanın da, konuşmayanında gözleri uykudan küçülüyor, yorgun bedenleri kıvrılıp uyuyacak yer arıyordu. Bir ikisi ezana ne kadar kaldığı konusunda anlaşamayıp sustular.
Kervancı başı Sadık'la iki yaşlı arabacı üst katta, hancının kendilerine ayırdığı odaya uyumak için çıksalar da, kalanlar bu odada oturdukları yerde uyuklayacaklarını biliyorlardı. Bazıları arabaları kontrol edip, ahırdaki öküzlerin saman torbalarını yenileyerek döndüler odaya. İki kişi yatsı namazını kılıyor, ocak başını kapmış gençler mecalsiz kahkahalarla Cingöz'ün atmaca, şahin, doğan gibi hayvanlara olan ilgisinden konuşuyorlardı. Geçirdikleri günün yorgunluğu, odaya yayılan sıcağın rehavetiyle de buluşunca daha fazla uykusuzluğa direnemeyenler, sağlı sollu sedire uzanmış ve çoktan uykuya geçmişlerdi bile. Biliyorlardı ki yarın da zor bir gün olacaktı; tıpkı öncekiler gibi… Hancının odaya girip çıkması ve ortaya kurmakta olduğu sofranın gürültüsü, teker teker uyandırdı arabacıları. Gün daha ağarmamış, horozlar bile ötmeye başlamamıştı. Ama hepsi de biliyorlardı ki, Kurşunlu'ya varmak için oldukça uzun yolları vardı. Katık eşliğinde içilen çorbalar, ayaklara geçirilen çarıklar ve arabalara yeniden koşulan öküzlerden sonra yola koyulan kervan, Hocahasan köyünü sağında bırakarak gıcırtılarıyla İncegeliş'den aşağı hızlandığında, minareden müezzin yanık sesiyle bozuk makamdaki sabah ezanını okuyordu.
Buraya İncegeliş adını kim vermiş, bilen yoktu ama "Katır yolu", "Eşek yolu", "Tuz yolu" denildiğini herkes bilirdi. Öyle ya bu yolu en iyi kat eden hayvanlar katır ve eşeklerdi. Katır ya da eşek yolu denmesi de gayet uygundu, ama katır olsun, eşek olsun hepsinin de sırtındaki yük "Tuz" olduğuna göre en güzel ad, "Tuz Yolu" olmasıydı. Peki ya ince ince kıvrımlarına bakınca ne denmeliydi. Hani yazarın betimlediği "ince belli çay bardağı" gibi, "yarin beli" gibi, haline bakınca ne derdin adına? İşte o zaman bal gibi "İNCEGELİŞ" olurdu yılların yolunun adı. Kervancıbaşı bir kaç kez daha atını koşturarak önden arkaya kontrol etti kervanı. Gördüğü aksaklıkları gidermeleri için arabacıları uyardı. Arabacıların "gahhh" ları, "hoooo" ları eşliğinde yürüyen kervan Mamu köprüsüne geldiğinde, güneş de Manasur köyünün kavaklarının üstüne kadar yükselmişti. Önlerinde tüm azametiyle akmakta olan Devrez'e baktılar.
Öküzlerden bir ikisi suya yönelmek istediyse de, izin çıkmadı arabacılardan. Su arklarını onarmakta olan değirmenci Yusuf'u selamlayarak geçtiler Manasur köyünün önünden. Önlerindeki eşeklere yükledikleri buğdayları değirmene götürmekte olan İğdirlilerle karşılaştılar. Konuşmak için oyalanan kervancılar, iki çift lakırdının cezasını eşek ya da arabasının peşinden koşarak ödediler!. Üçler tepesini de aştıklarında, İğdir Ovasındaki bostanlarını bozmuş Kurşunluluları, eşekleri üzerinde götürdükleri deveklerle gördüler. Çarşı içinden geçerken hepsinin de yürüyüşleri değişmiş, şapkaların terekleri yukarı kaldırılmış, arabalarının başında gururlu komutanlar gibi görünüyorlardı. Bir kaçının çocukları koştu yanlarına. Tosya işi büyük sarı mendillerine sardıkları çıkınlarını verdiler çocuklarına. Kendilerinden önce hediyeleri gitsin eve diye düşündüler. Mehmed Ali'nin konağına geldiklerinde açılan depolara yıktılar yüklerini. Alınlarından akan teri, Müslüm pınarının buz gibi suyunda yıkadıklarında yorgunlukları da akıp gitmişti üstlerinden. Her biri, bir kahraman edasıyla girdikleri evlerinde, başkomutan gibi karşılanıp buyur edildiler. Haksız da değillerdi bu gösteriyi yapmakta. Onların arabalarındaki yükün adı "tuz" değil "altın" dı. Hem de "beyaz altın". Tıpkı yüreklerinde eşlerine ve çocuklarına besledikleri sevginin beyazlığı kadar beyazdı taşıdıkları yükleri…
Günler kararıp, ay çıkınca ulaşılmıyordu ki menzile. Bacaklarda kalmayan derman, çarıklarda delinen taban aşmaya yetmiyordu ki dağları. Bitecek gibi değildi ki dağlar. Aşılan her tepe yeni tepeler doğuruyordu, kızaran akşamlarda… Atının üstünde bir öne bir arkaya koşturup duran kervancı başı da "ha gayret, ha gayret" demekten başkaca laf bilmiyordu sanki. Arkada kalan Korgun'un bacalarından tüten dumanlar Kadıkıran yaylasından bakınca "cigara" dumanı gibi görünürken, Hocahasan Hanı bir türlü görünmek bilmiyordu. "Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, Sonunda ademdir diyor, insana yolun hali." Taşyakası'nın kapkara taşlarından atlayan tekerleklerin çıkarttığı sesler İncegeliş'in vadilerinde yankılanıyor, kağnı arabalarının bağırırcasına çıkan gıcırtıları, dallarda kalmış son alıçları da ıslak toprağa düşürüyordu. Kağnının tekerlekleri de kırılsa, öküzler çamura da saplansa, yere bir parçası düşmeyecek, gökten ister yağmur, isterse kar yağsın, bir dirhemi ıslanmayacaktı yükün. Güneşte bırakılmayacak, suda ıslatılmayacak kadar "kutsal"dı bu "yük". Yük değil, sanki "beyaz altın"dı.
Çakır’ın sırta gelince, Hocahasan'ın toprak damları değil ama, hanın bacasından çıkan duman göründü. Görünen duman ıslak ayakların, üşüyen ellerin ısınacağı, midelere bir kaşık sıcak çorbanın gireceğinin muştucusuydu. Handan önceki son tepeye tırmanırken sol taraftaki Hamza tepe koruluğundan gelen bir el silah sesi, hem öküzlerin hem de kağnıyı sürenlerin dalgın kafalarını havaya kaldırdı. İncegeliş'in vadilerinde yankılandı da yankılandı silah sesi. Kabaş'ın mavzerinden çıkan bu sesi iyi tanıyan kervancı başı Sadık; omzundan attığı harp ganimeti “Alaman Filintası”nı havaya kaldırarak iki ellik atışla cevap verdi. Kabaş'da Cingöz de iyi bilirlerdi bu sesin Sadık'ın emektar grasından çıktığını. İncegeliş yollarından geçen en büyük kervanlar hep Mehmed Ali Ağanın olur, kervanın başında da onun has adamı Sadık bulunurdu. Dilenciyi bile soydukları dilden dile dolaşan bu asker kaçaklarının hadlerine düşmezdi koskoca Mehmed Ali'nin kervanına saldırmak. İyi bilirlerdi ki, Mehmed Ali Ağa, Eğri Ahmed'in arkadaşıdır. Eğri Ahmed ki, altındaki Kırkkanat atının üstünde Ovacık'tan Tosya'ya kadar her yerde, her an bulunur, kâh Dumanlı dağlarında, kâh Bayramören deresinde, kâh da İncegeliş'de görünürdü. Onun görünmesi demek, çapulcu haydutların yok olması demekti. Hızlı hızlı sürdü atını kervancı başı Sadık. Kervanın başından sonuna dek gidip geldi. Bir iki arabanın örtülerinin açık olduğunu görüp kapattırdı. Kervana sahip olduğunu, her şeyin yolunda gittiğini gösterdi arabacılara.
Deringöz gölünü arkada bırakan kervan, Çakırın sırtı da aşmış, kararan havaya karşın, "Han" tüm azametiyle görünür olmuştu. Önden gidenlerin hızını artırdıklarını gören Kervancıbaşı onları yavaşlatıp, kervanın birbirinden kopmamasını sağlayarak, askeri bir düzen sağlıyordu. Hocahasan camisinden okunan akşam ezanıyla birlikte ilk arabası da hanın önüne gelmişti kervanın. Hanın arkasındaki ağıllara peş peşe yanaşan arabalardan öküzler çözülürken, yük kontrol ediliyor, açıkta kalan yerleri keten örtülerle sıkı sıkı kapatılıyordu. Yol boyu susuz kalan öküzler başlarındaki arabacıları dinlemiyor, söz birliği etmişçesine birbirlerini ite kaka olukların başına koşuyorlardı.
Son gelen arabalardan çözülen öküzler neredeyse yalakların dibinde kalan suyu içebildiler. Suyunu içen hayvanları, hanın altındaki ahıra götüren kervancılar, arabalarından getirdikleri saman torbalarını öküzlerin boyunlarına takınca bu kez kendileri koşuyorlardı pınar başına. Kana kana içtikleri sudan sonra çamur içindeki çarıklarını yıkıyor, arkasından da abdestlerini alıyorlardı. Elini yüzünü yıkamış, çarıklarını temizlemiş arabacılar teker teker handan içeri girerken, giriş kapısı üstünde duran taş kaidedeki yazıyı okumadan ve her okuyuşlarında da önce gülümseyip, sonra da düşünmeden edemiyorlardı. “Sakla samanı, Gelir zamanı. Sakladım samanı, Geldi zamanı. Balta sapı kar yağdı, Kiraz zamanı. Sattım sarı samanı, Yaptırdım bu hanı."
Yüzlerindeki tebessümle hana ayak basan arabacılar, kandillerin aydınlattığı büyük odada, ocağa en yakın yeri kapmak için acele ediyor, biraz önce gelip ısınanlarsa yeni gelenlere yer veriyorlardı. Çıtırdayarak yanan meşe odunlarının güçlü harı bile odanın her yerini ısıtmaya yetmiyor, arkada kalanlar, ocağın başına üşüşenleri, mırıltı homurdanma arası bir ses tonuyla sözüm ona ikaz ediyorlardı. Kandil ışıklarının gölge oyunlarında herkes birbiriyle selamlaşıyor, aç karınlarını bir an önce doyurabilmek için gözlerinden akan uykularına aldırmıyorlardı. Odanın ortasına serilen örtünün üzerine büyük bir kasnak koyan hancının yardımcısı, kasnağın üzerine de kocaman meydan sinisini yerleştirdi. Koşar gibi gidip geliyor, sininin üzerine tahta kaşıkları, maşrapaları koyuyordu. Bugün yapıldığı belli olan yufka ekmeği örtünün üzerine konulunca, kervancı başı Sadık oturduğu sedirden doğrularak "hadi buyurun arkadaşlar, ekmeğimizi yiyelim" dedi. Herkes birbirine bakınıyor, bir an önce oturmaları için büyükleri "buyur" ediyorlardı. Kervancı başı yer sofrasına oturmuş, göz ucuyla etrafındakileri kontrol ediyor, olmayanları belirlemeye çalışıyordu.
Akşam namazını kılmakta olanların ayak sesleri merdivende duyulunca onların oturmaları için biraz daha sıkıştılar sofra başında. Kervancı başı bir taraftan ucundan böldüğü ekmeği ağzına götürürken, bir taraftan da "Hadi Azizzzzz" diye bağırıyordu ki, elindeki kocaman, siyah, bakır tencereyle kapıda göründü Hancı Aziz. Sininin ortasına konulan tencereden gelen tarhana çorbasının sarımsaklı kokusu hepsinin elini kaşıklarına götürdü. Sadık ağanın yüksek sesle söylediği "Bismillahirrahmanirrahim" sözüyle birlikte kaşıklardan üçü beşi giriyor, üçü beşi çıkıyordu tencerenin içine. Kimsenin ağzından tek laf çıkmıyor, kollar kaşık sallamaktan yoruluyordu. Orta boylu bir tepsinin içinde gelen bulgur pilavını da ayran eşliğinde kaşıklayan arabacıların karınları doyunca kaşık sallamaları da yavaşlamıştı. Hancının çömezi olan çocuğun, ocağa attığı iri meşe kütükleri, odanın hararetini artırmıştı. Yavaş yavaş yemekten kalkan sedire oturuyor ve “ossaat” cigarasını yakıyordu. Koskoca siniyi üzerindekilerle kaldıran hancı ile çömezi, yerdeki örtüyü de kaldırınca oda daha bir büyümüş geldi gözlerine. Kimi öküzünden, kimi kağnısından söz etmeye başlamış, hayat yorgunu bir ikisi de yarınki yolu konuşmaya başlamıştı. Konuşanın da, konuşmayanında gözleri uykudan küçülüyor, yorgun bedenleri kıvrılıp uyuyacak yer arıyordu. Bir ikisi ezana ne kadar kaldığı konusunda anlaşamayıp sustular.
Kervancı başı Sadık'la iki yaşlı arabacı üst katta, hancının kendilerine ayırdığı odaya uyumak için çıksalar da, kalanlar bu odada oturdukları yerde uyuklayacaklarını biliyorlardı. Bazıları arabaları kontrol edip, ahırdaki öküzlerin saman torbalarını yenileyerek döndüler odaya. İki kişi yatsı namazını kılıyor, ocak başını kapmış gençler mecalsiz kahkahalarla Cingöz'ün atmaca, şahin, doğan gibi hayvanlara olan ilgisinden konuşuyorlardı. Geçirdikleri günün yorgunluğu, odaya yayılan sıcağın rehavetiyle de buluşunca daha fazla uykusuzluğa direnemeyenler, sağlı sollu sedire uzanmış ve çoktan uykuya geçmişlerdi bile. Biliyorlardı ki yarın da zor bir gün olacaktı; tıpkı öncekiler gibi… Hancının odaya girip çıkması ve ortaya kurmakta olduğu sofranın gürültüsü, teker teker uyandırdı arabacıları. Gün daha ağarmamış, horozlar bile ötmeye başlamamıştı. Ama hepsi de biliyorlardı ki, Kurşunlu'ya varmak için oldukça uzun yolları vardı. Katık eşliğinde içilen çorbalar, ayaklara geçirilen çarıklar ve arabalara yeniden koşulan öküzlerden sonra yola koyulan kervan, Hocahasan köyünü sağında bırakarak gıcırtılarıyla İncegeliş'den aşağı hızlandığında, minareden müezzin yanık sesiyle bozuk makamdaki sabah ezanını okuyordu.
Buraya İncegeliş adını kim vermiş, bilen yoktu ama "Katır yolu", "Eşek yolu", "Tuz yolu" denildiğini herkes bilirdi. Öyle ya bu yolu en iyi kat eden hayvanlar katır ve eşeklerdi. Katır ya da eşek yolu denmesi de gayet uygundu, ama katır olsun, eşek olsun hepsinin de sırtındaki yük "Tuz" olduğuna göre en güzel ad, "Tuz Yolu" olmasıydı. Peki ya ince ince kıvrımlarına bakınca ne denmeliydi. Hani yazarın betimlediği "ince belli çay bardağı" gibi, "yarin beli" gibi, haline bakınca ne derdin adına? İşte o zaman bal gibi "İNCEGELİŞ" olurdu yılların yolunun adı. Kervancıbaşı bir kaç kez daha atını koşturarak önden arkaya kontrol etti kervanı. Gördüğü aksaklıkları gidermeleri için arabacıları uyardı. Arabacıların "gahhh" ları, "hoooo" ları eşliğinde yürüyen kervan Mamu köprüsüne geldiğinde, güneş de Manasur köyünün kavaklarının üstüne kadar yükselmişti. Önlerinde tüm azametiyle akmakta olan Devrez'e baktılar.
Öküzlerden bir ikisi suya yönelmek istediyse de, izin çıkmadı arabacılardan. Su arklarını onarmakta olan değirmenci Yusuf'u selamlayarak geçtiler Manasur köyünün önünden. Önlerindeki eşeklere yükledikleri buğdayları değirmene götürmekte olan İğdirlilerle karşılaştılar. Konuşmak için oyalanan kervancılar, iki çift lakırdının cezasını eşek ya da arabasının peşinden koşarak ödediler!. Üçler tepesini de aştıklarında, İğdir Ovasındaki bostanlarını bozmuş Kurşunluluları, eşekleri üzerinde götürdükleri deveklerle gördüler. Çarşı içinden geçerken hepsinin de yürüyüşleri değişmiş, şapkaların terekleri yukarı kaldırılmış, arabalarının başında gururlu komutanlar gibi görünüyorlardı. Bir kaçının çocukları koştu yanlarına. Tosya işi büyük sarı mendillerine sardıkları çıkınlarını verdiler çocuklarına. Kendilerinden önce hediyeleri gitsin eve diye düşündüler. Mehmed Ali'nin konağına geldiklerinde açılan depolara yıktılar yüklerini. Alınlarından akan teri, Müslüm pınarının buz gibi suyunda yıkadıklarında yorgunlukları da akıp gitmişti üstlerinden. Her biri, bir kahraman edasıyla girdikleri evlerinde, başkomutan gibi karşılanıp buyur edildiler. Haksız da değillerdi bu gösteriyi yapmakta. Onların arabalarındaki yükün adı "tuz" değil "altın" dı. Hem de "beyaz altın". Tıpkı yüreklerinde eşlerine ve çocuklarına besledikleri sevginin beyazlığı kadar beyazdı taşıdıkları yükleri…