- Kategori
- Felsefe
İnsanın Eksiği Kanatları Mı Sadece?
Kuşları hiç sevemedim. Oldum olası korktum, nefret ettim, gönlümde her şeye herkese yer açabilen ben bir o kanatlı özgür yaratıklarla geçinemedim.
Bugün karşıma çıkan her biriyle sohbet ettim uzun uzun.
Sabah dokuz vapurunda insanların sıcak simitleriyle kahvaltı eden martıya baktım uzun uzun. Kütüphanemin başköşesinde duran Jonathan Livingston’u tanıyıp tanımadığını sordum.
‘Onu sizler bizlerden daha iyi bilirsiniz ey insanoğlu onu siz yarattınız’ dedi. ‘siz bu dünyada hırslarınız kadar varsınız. Tüm hayatınızı bir şeylerin dahası için harcar, olmadığında başa sarar, mutlu olmak için bile kendinizi paralar, tüm evreni ideal dedikleriniz uğruna tüketir sonra da mutsuz, yorgun oluşunuzdan şikayet ede ede memnuniyetsiz ölür gidersiniz. Tamahkarsınız siz. içinizde bir yerlerde kalmış heveslerinize, gerçekleştiremediklerinize de bizi alet edersiniz. Bir kuşun kanadına bağlarsınız yani umutlarınızı.’
Kanatlarına hakim süzülerek denizin yüzeyindeki ekmek parçalarını gagalarıyla kavrayışını izledim. Bir sabah daha karnı doymuştu. Yoktu hayatta bir kaygısı, ekmek kavgası. bir başka denizin dalgasına varana kadar özgürdü. Bir sonraki vapura kadar aç kalacaktı. Yoruldu mu da her gün bir kıyıya tüneyecek, en güzel manzaraları izleyecekti. Hayat onu en fazla ne kadar yoracaktı. 20, 30, 40 yaşlarına geldikçe ne değişecekti. Hangi sorumluluğu artacak, neyin kaygısını güdecekti? Biz onu yıkılan tabularımızın bir simgesi yapmıştık. Halbuki nereden biliyoruz, belki de onun hiçbir zaman yıkılması gereken tabularının olmadığını? O yıkılması gereke tabuların içinde olanların bir tek bizim soy olmadığını söyleyebiliyor muyuz?
Okulum meydanındaki güvercinlere baktım. En beyazına dişlerimi sıkarak yanaştım. Sen dedim şu barışın ifadesi olan beyaz güvercin misin?
‘Bilmem öyle miyim? Öyle mi dersiniz, iyileştirmeye çalıştığınız amellerinize mi alet edersiniz beni? Ondan mı ne zaman gönül rahatlığıyla konsam bir yere avuçlarınızın içine düşerim bir yüksek yerden kalabalıklara doğru bırakılmak üzere. Bir yerde savaş varsa, çekişme varsa, huzursuzluk varsa barış doğsun istenir. Barış savaşın aksidir. Savaş diye bir olgu olmasa aranmazdı barış da. Savaşı, barışı- bu karşıtlığı- yaratan siz insanoğlusunuz. Ben barışı temsil edemem çünkü savaş nedir bilmem.’
Daldaki minik serçeyi izledim. Minicik kanatlarıyla ve bilinmez bir telaşla uçuşuyordu bir o dala, bir bu dala. Ece Temelkuran bu serçeyi görüp de söylemiş olmalı o altını kırmızı kalemle çizdiğim sözleri dedim. Ve tekrar yüksek sesle söyledim:… Çünkü serçe telaşıyla yaşayan kadınlar, zamanın ağırlığıyla uçabilen büyük kanatlı adamları seçerler.
O tiz sesiyle inceden bir kahkaha patlattı minik serçe dalından. ‘İnsan beyni ne üretken, insan ruhu ne kaotikmiş meğer. Kuş beyinli olduğuma sevinir oldum. Şimdi sen bir koca kanatlı kartalın peşine gidip takılacağımı mı sandın? Velev ki yaptım da ardı ardına uçmaya kalktık aynı gökte, buna hayatımın anlamını yükleyeceğimi mi düşündün. Hayatına bir anlam arama çabasında onu bir başka varlığa adayan, bir diğeri üzerinden anlamlandıran sizlersiniz. Benim zamanla ya da yaşadığım hayatla bir mücadelem yok ki. Bu kısacık ömrümde kendimizden öte anlam aramam. Ölmekten de korkmam. Sizin us diye adlandırdığınızın bizim kanatlarımızdan daha kabiliyetli olduğunu düşünüyorum, uçuşmak konusunda.’
Kargalara hiç bulaşmak istemedim. İlkokulda içlerinden birisi başıma konduğu için bayılmıştım. Ama dayanamadım. Uzaktan seslendim en karga sesli olanına.
Sen dedim, en mutsuz kuş olmalısın. Karga sesli, dışlanan sürekli hor görülen... Nasıl bir duygu bu?
O kulak tırmalayan sesiyle yanıtladı beni. ‘Demek öyle düşünüyorsunuz benim hakkımda. Zira unutmayınız ki beni öteleyen, diğerlerinden ayıran siz insanlarsınız. Benim sesimden rahatsız olan ve benim adımı kullanarak rahatsız olduklarınızı aşağılayan da sizlersiniz. Çünkü sınıflandırmak, ötelemek sizin soya has bir özellik. İlla bir taraf olmak zorunda olanlar sizlersiniz. Siyah- beyaz olanlar, iyi- kötü olanlar, siz- biz olanlar ey insanoğlu sizlersiniz. Baksanıza birbirinizi ötelediğiniz yetmemiş bir de beni diğerlerinden ayırmışsınız. Sonra da kendi kendinize benim makus talihime acımışsınız. Kendi yarattığı kötü kaderden şikayet eden, birbirini bir türlü sevemeyen bu dünya üzerindeki tek canlı türüsünüz. ‘
Akşam güneş batmış eve dönüş yoluna koyulmuşken insanlar, kuşlar gökyüzünde toplaşmış birbiriyle son derece uyumlu uçuyorlardı. Gözümüzü alamadık gökyüzündeki manzaradan. Bütün istiklali kuş sesleri kapladı. Herkes fotoğraf makinalarına sarıldı. Yanımdaki kız dans ediyorlar resmen, şov yapıyorlar bize dedi.
Acaba ne yapıyorlardı gerçekten? Ne arıyorlardı gökyüzünde? Nereye varmaya çalışıyorlardı?
Belki bu hayatı bu kadar zorlaştıran biz insanlarınız. Belki beynimiz bir oyunu bize içinden çıkamadığımız her şey. Ya da bir yanılsamadan ibaret tüm var ettiğimiz olgular. Tüm mutsuzluklarımızın kaynağı da aslında bizizdir.
Kuşları oldum olası sevemedim. Korktum, nefret ettim. Kokularından, kanat seslerinden hiç haz etmedim. Belki fark edemedim onca zaman ama ben onları hep kıskandım. Belki kafatasımın içindeki fazla, kanatlarım eksikti de itiraf edemedim. Belki sadece içgüdülerimle yaşamayı diledim hiç kirlenmeden benliğim, uçarak özgürleşmek istedim masmavi bir gökyüzünde bütün çirkinliklerden çok uzak, bir taraf olmak zorunda olmadan... Belki kısa bir ömrüm olsun yorulmaya bile vaktim olmadan huzurla dolsun, sadece kendimi dinleyerek son bulsun diye düşledim.
Belki bu hayat sadece biz insanlar için bir sorun. Belki biz bu kafayla kanatlarımız olsa da mutlu ve özgür olmayı beceremeyiz. Belki bizim kanatlarımız eksik değil, beyinlerimiz fazladır. Ne dersiniz?
Belki…