Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Mart '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İntiharın eşiğinde zeytinyağlı yaprak sarması

İntiharın eşiğinde zeytinyağlı yaprak sarması
 

19 yaşındaydım. Ailemle büyük bir kavga etmiş evden uzaklaşmıştım. Kendime bakacak parayı kazanıyordum kazanmasına ama boyumdan büyük bir işti yaptığım. Sigortacılık... Bana uymuyordu, sevmiyordum. Mecburen gittiğim müşteri ziyaretleri, konuşulanlar, poliçe satmak için atılan taklalar... Sıkılıyordum. İşe gidiyordum, eve geliyordum. Bir süre sonra farketmeden insanlardan uzaklaşmaya başladım. Yaşıtlarımla zaten pek görüşemiyordum. Sevdiğim bir kaç arkadaşım vardı ama onlar da tiyatro sevdasına kapılmış kendi dünyalarına gömülmüştü.

Ev arkadaşım erkek arkadaşının yanına taşınacağını söyledi bir gün. Bir şey diyemedim. Kendime daha küçük bir ev bulup taşındım. Tek pencereli, tuvaletinde kakalakların özgürce kanat çırptığı, karanlık ve rutubetli bir yerdi yerleştiğim ev. Banyosunda su ısıtmak için hiç bir araç yoktu. Eşyam bir yer yatağı, birkaç tabak ve kolilerden yaptığım kitap raflarından ibaretti. Pek farkında değildim olan bitenin. Yaşamaya çabalıyordum. Ailemden gelen her yardım teklifi beni daha da sinirlendiriyor, kendimi güçsüz hissetmeme sebep oluyordu. İnatla reddediyordum. Yavaş yavaş evden dışarı çıkmamaya başladım. İşi bıraktım.

Ayda bir kere eski ofisime gidiyordum. Daha önce yaptığım sigortaların primlerinden bana düşeni alıyordum. Kiramı ödeyip çok sevdiğim kitabevine gidiyor, biraz yardım ediyor ve karşılığında kitap alıyordum. Alışveriş yapıp evime dönüyordum. O alışverişlerden birinde bir şişe votka aldım bir gün. Düşünmeden yaptım. İçki içen biri değildim.

Eve gittim. Yemek yedim ve bir bardak votka içtim. Uyudum. Uyandım bir bardak daha votka içtim. Uyudum uyandım ev işlerimi yaptım. Kitap okudum ve bir bardak daha votka içtim. Sonra her alışverişimde votka almaya devam ettim. Alışverişlerin ne sıklıkta olduğunun farkında bile değildim. Sarhoş da değildim üstelik. Hiç sarhoş hissetmedim. Kimse de durumun farkında değildi. İçmeye devam ettim.

Herşey anlamını yitirmiş görünüyordu. Evden mümkün olduğunca az çıkıyor, kimseyle görüşmüyordum. Dünyayla tek bağlantım eski ofisim ve kitabeviydi. Bir gün kitabevine gittiğimde elime zorla bir kutu tutuşturdular. İçinde yavru bir kedi olan karton bir kutu. Hiç bir itirazımı kabul etmediler. Kedinin biri kitabevinin rafları arasına saklanıp doğurmuştu. Bütün yavrulara bir yuva bulmuşlar sonuncusunu da başka aday olmadığı için bana ayırmışlardı. Elimde çırpınan bir kutuyla şaşkın şaşkın eve gittim. Naylon poşette her zamanki nevalem; iki şişe votka, portakal suyu ve bu sefer yanına eklenmiş bir kalıp peynir...

Yolda akıl edip bir inşattan biraz kum doldurdum bir poşete. Eve geldim, kediyi kutusundan çıkardım. Küçücük sarı, çirkin birşeydi. Daha yürüyemiyordu bile doğru düzgün. Kumu kutuya boşaltırken o da salonun ortasında çömelip malum pozu aldı. Yakalayıp kumun üzerine koydum ufaklığı. Hiç itiraz etmedi. İşini gördü, binbir zahmetle kutudan çıkıp yalanmaya başladı. Kısa sürede alıştık birbirimize. Hayat aynı minvalde akıp gitti bir süre daha. Taaa ki ben bir sabah yataktan kalkacak gücü bulamayana kadar. Dizlerim tutmuyordu. Vücudum buz gibiydi. Aklım bulanıklaşmış, bir şey düşünemez hale gelmiştim. Paniğe kapıldım. Bir süre yatakta öyle çaresiz yattım. Sonra acayip bir mide kasılmasıyla tuvalete sürükledim kendimi. Bir akşam önce yediğim ne varsa hepsini boşalttım. Biraz rahatlamış olarak yatağıma döndüm. Kedicik gelip yanıma kıvrıldı hemen. Kendimi kaybetmişim. Birkaç saat sonra kendime gelip birşeyler yedim.

Korkmuştum ama bir şey yapamayacak kadar güçsüzdüm. O günden sonra yediğim neredeyse herşeyi çıkarmaya başladım. Hala ayda bir dışarı çıkıyor aynı düzende yaşayıp gidiyordum. Bir gün o halsizlik beni tam yolun ortasında, karşıdan karşıya geçerken yakaladı. Yığılıp kaldım. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Bir türlü doğrulup ayağa kalkamıyordum. Biri koluma girip yardım etti. Çok yakında bir hastane vardı. Beni oranın aciline kadar götürdüler. Neler olduğunu anladığımı söyleyemem.

Bir süre sonra yaşlı bir doktor gelip beni muayene etti. İçki mi içtin dedi. Yüzüne boş boş baktım. Ne kadar içtin dedi, Düşündüm ama bulamadım. Ne zaman içmiştim, ne kadar içmiştim bilmiyordum. Akşam içiyordum, gece uyanıp içiyordum ama başı ve sonu yoktu. Mütemadiyen, aralıklarla ama çok içiyordum ve farkında bile değildim. Bir sürü tahlil istedi doktor. Yetersiz beslenmeden bir deri bir kemik kalmışıtım. Koluma bir serum takıp yatırdılar beni. Benim düşünebildiğim tek şey evde kedimin yalnız olduğuydu. Mide sinirlerimin yıprandığı söylediler. Yediğim herşeyi o yüzden çıkarıyormuşum. Alkoliklerde ve aşırı stres altındakilerde olurmuş daha çok. Elime bir rejim listesi tutuşturdu. Sıvı gıda, bebe bisküvisi, süt falan filan. Zaten mide başka hiçbirşeyi kabul etmiyordu. Listeye bakıp şaşırdım. Nasıl akıl edemedim ben bunları yemeyi diye.

Eve döndüm. Kedim açlıktan neredeyse çıldırmış. Kuyruğu havada hem sevinçle hem de kızgınlıkla karşıladı beni. Kedimi doyurdum, banyoya gittim. Elime bir jilet aldım. Bileklerimi açtım ve uzun süre orada zayıflıktan incecik olmuş bileklerime bakarak dikildim. Birden aklıma ne zamandır zeytinyağlı sarma yemediğim geldi. Ne tuhaf şey değil mi? Giyindim, bakkala gittim. Süt ve bisküvi alıp döndüm. Kedi evde yok.

Kedi evde yok. Evin tek penceresi açık ve kedi evde yok. Sokağa fırladım, aradım aradım aradım. Kedi sokakta da yok. Sokakta oynayan çocuklara sordum. Bir kadının sokakta bir kediyi kucağına alıp gittiğini söylediler. Eve döndüm, ailemin evine. Birşey söylemedim onlara. Mide sinirlerimi yıprattığımı söyledim yalnız. O kayıp beş ay hala bir muamma benim için.

 
Toplam blog
: 79
: 1562
Kayıt tarihi
: 24.07.06
 
 

1972 yılıydı. Doğdum. Evde hep kitap okuyan iki kişi vardı. Büyüdüm, okullar okudum. Birşey öğrenmed..