- Kategori
- Gezi - Tatil
İRAN SEFERİ
İsfehan Nakş-ı Cihan Meydanı (Humeyni Meydanı)
Yazının başlığına bakıp da İran’a sefer açtığımı filan sanmayınız, “Sefer” bizim evdeydi…
Yaklaşık 15 yıldan bu yana İran ile ilişkilerim devam eder. Kimi zaman ticari, kimi zaman dost ziyareti şeklinde. Ne var ki hiçbir zaman eşimi “İkna” edip de birlikte İran’a gidememiştik. İran hakkında bir sürü bahaneler uydurarak, bütün “İkna” turlarıma rağmen reddetmişti.
Bu kere nasıl olduysa oldu “İkna” oldu ve “İran Seferi”ni başlatabildik.
İlk soru şuydu: “Uçağa binince başımı örtecek miyim?”
Tabi “Yerli” havayolu ile gittiğimiz için böyle bir şey yoktu, sadece “Uçaktan inerken, İran Anayasası uyarınca başını örtmen gerekiyor” dedim.
Uçağa bindiğimizden itibaren tedirginliği henüz üzerinden atamamıştı. Bir süre sonra gelen “Gece yemeği” sırasında, uçakta bulunan İran uyruklu yolcuların, yemekleri ile birlikte bira veya şarap içtiklerini görünce biraz rahatlar gibi oldu.
Sabaha karşı Tahran’daki yeni “İmam Humeyni” meydanına indiğimizde, uçaktan çıkmadan başına “Başörtüsünü” bağladı ve çıkıp “Pasaport” kontrolüne doğru yürüdü. Yine bir miktar da olsa tedirginliğinin sürdüğünü gözlemek mümkündü. Tesadüfen, girdiğimiz pasaport kontrolündeki memur “Kadın” idi ve İran “Devlet memuru kadın” usullerine uygun “Hicap” ile örtünmüştü.
Bagajımızı alıp gümrükten geçerken de biraz tedirginliği vardı. Bu tedirginlik ise bir başka nedenden kaynaklanıyordu. Çünkü valizimizin yarısı, dışarıda yemek yiyememe sıkıntı olan eşimin doldurduğu “Konserve” yemekler ile doluydu. Gitmeden önce “Gittiğimiz yerde bizi misafir edecek arkadaşlarımızın ikram edeceği yemekleri yemeyecek misin” diye sorduğumda “Kusura bakmasınlar, yemeyeceğim. Bu İran’a has bir durum değil, Türkiye dışındaki bütün ülkeler için geçerli” demişti.
Gümrükten de sıkıntısız geçip, bizi karşılayan arkadaşım ve kızı ile otomobillerine bindiğimizde, arkadaşımın “Abla, başını artık açabilirsin, rahat et” demesi ile tedirginliği büyük ölçüde geçmişti.
Yaklaşık 10 yıldan beri süren arkadaşımın eşi ile eşim arasındaki “Telefon arkadaşlığı” karşılıklı “Şahsen tanışmaya” dönünce, neredeyse tedirginliğinin hepsi gider gibi oldu. Gider gibi oldu diyorum, çünkü daha İran sokaklarında dolaşmaya başlamamıştı.
İlk günü sabaha karşı vardığımız zamandan, sokağa çıkana kadarki süre içinde “İran” anlatımı ve terapisi ile geçti zamanımız.
Sonunda, eşimin başörtüsü, saçının bir kısmı görünür şekilde örtüldükten sonra cümbür cemaat sokağa döküldük. Tahran’ın gezilecek yerlerinden Niyavaran Sarayı’nı ilk sıraya aldık. İran Şahı’nın “Kışlık mekân” olarak kullandığı sarayın bahçesi, içerisinden daha güzeldi desem yanlış olmaz. İçi, İran mimarisi ile İslam öncesi ve sonrası mimarisinden esinlenerek tasarlananmış.
İkinci durağımız Tahran kapalı çarşısı oldu. Oldukça kalabalık, bir o kadar karmaşık bir düzen…
Vakit akşama yaklaşırken, en son İmam Rıza’nın Tahran’daki yeğeninin türbesine sıra geldi. Eşim, doğruca türbeye yöneldi ki, oradaki görevlinin arkasından seslendiğini hiç üzerine bile alınmıyordu…
“Hanım... Hanım… Ey Hanıııım…”
Duyan kim ki, gidiyor… Sonunda biz seslendik, döndü bize bakarken görevli bir daha seslendi…
“Hanım… Hanım… Hicap…”
Eliyle de bir çadırın içini gösteriyordu. Şaşkın bakışlar arasında yanımıza geldi “N’oluyor” gibisinden ve endişeli bir şekilde baktı…
Ben “Örtüneceksin” dediğimde, “Başım örtülü ya” diye sorgular biçimde yüzüme baktı.”
“Yok” dedim, “Önce şu çadıra gireceksin, üzerine çarşaf giyeceksin…”
Girdi çadıra, üzerine bir “Yatak çarşafı” gibi bir şey aldı, sarındı ve türbenin “Kadınlar tarafına” yöneldi…
xxx
Ertesi sabah, İsfehan’a gitmek üzere yola çıktık. Yolda Kashan’ı görecektik.
Kashan’a vardığımızda “Bağ-e Fin-i Kashan” diye adlandırılan bahçeleri, içindeki yapı ve yine içinde akan “Suyun” bu yere getirilişi ile ilgili hikâyeleri dinledik. Bir de içinde hamam var, zamanın halkının çok sevdiği bir vezirin, Şah’ın emri ile bu hamam içinde infaz edilmesi… İnfaz sahnesi ise, balmumu heykeller ile olay anını tam olarak anlatıyor.
Kashan, öyle bir iki saatte gezilecek yer değil, en az üç gün gerekli. Ancak biz İsfahan’a doğru yola devam etmek zorundaydık.
İsfahan, İran’ın en eski ve bir o kadar da önemli şehirlerinden birisi kuşkusuz. Bir dönem başşehir olarak da kullanılmış.
Kısa sürede gezilecek önemli yerlerini o geceden başlamak üzere dolaştık…
Hacı (Khaju) Köprüsü, Siosepol Köprüsü, Nakş-ı Cihan Meydanı (Şimdi İmam Humeyni Meydanı deniliyor) ve bu meydan içindeki Şeyh Lutfullah Camii, Şah Abbas tarafından yaptırılan İmam Camii veya Mescd-i İmam camii, Ali Kapu Sarayı (Ali Kapısı)…
Her ne kadar köprülerin altından geçen su, bizim gittiğimizde kesilmişse de, yapı olarak muhteşem idi.
Ardından İsfahan’ın kapalı çarşısına girdik…
Alınacak tek şey vardı, onu aldık… Firuze taşı…
Ertesi gün tekrar Tahran’a döndük, sonra ki gün ise Tahran’daki çok büyük “Halı Pazarı”nı gezdik… Muhteşem halıları seyrettik, fikir edindik…
Buradaki bir arkadaşımın halıcı dükkânına uğradık. Elbette sarıldık, öpüştük, hasret giderdik. En tuhafı n’oldu biliyor musunuz?
Eşim, arkadaşıma “Ben kendimi hiç İran’da yabancı hissetmedim. Diğer gittiğim ülkelerde böyle olmuyordu, şaşırdım doğrusu, nedenini de bilemiyorum” dedi…
Ben güldüm…
“Düşün bakalım, neden ‘yabancı’ hissetmedin?”
Oysa İran gezimizin her yerinde hemen hemen herkesle “Türkçe” konuştuğunun ve anlaştığının farkında değildi… Söylediğimde ise şaşırdı…
Artık Tahran’dan ayrılma vakti de geldi. Bizi misafir eden arkadaşım yeğeninin düğünü için gelmiştik aslında ve Urumiye’ye gitmemiz gerekiyordu.
Sabah yola çıktık… Qazvin, Zencan, Tebriz ve Urumiye…
Yol sonunda en üzüldüğüm şey, Urumiye gölünün suyunun iyice yok olması ve bir zamanlar araçlarımızı bindirdiğimiz o küçük “Arabalı vapur”larının karaya oturması idi. Gerçi gölün üzerine köprü yapılmış, bunlara ihtiyaç kalmamıştı ama, gölün yavaş yavaş yok oluşunu göstermesi bakımından önemliydi. Bu göl, tabii tuz gölü, tuz üretimi yapılır.
Urumiye’deki kalış süremiz içinde, oradaki dostlarla birlikte geçirdiğimiz günler ve “Bend” deki gece yarılarına kadar oturup sohbetler, eşimi oldukça etkiledi.
Hele düğün…
Urumiye’den Esendere’ye geçip, oradan Yüksekova, Van üzerinden İstanbul’a dönecektik. Esendere’deki dostlarım da bırakmadılar ve bir gece de onların misafiri olduk…
Şimdi eşim “İran’a bir daha ne zaman gideriz” diye soruyor, iyi mi?
Demek ki “Peşin hükümlü” olmamakta fayda var…
14 EYLÜL 2011
İBRAHİM PEKBAY