Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

İş yaşamı

İş yaşamı
 

Hayatımızın çoğu çalışmakla geçiyor. Bu kavram öylesine yüceltilmiş ve kutsallaştırılmış ki az çalışmak ya da az çalışmayı önermek nerdeyse suç. Her şeyin kol gücüyle yapıldığı dönemlerde bazı işleri yetiştirmek için kimi dönemlerde geceli gündüzlü çalışmak gerekebiliyordu. Sanayi devrimi ve makineleşmeyle birlikte ağır işlerin çoğunu makinelere devretmeyi başardık. Mesela bir buharlı dokuma makinesi, el tezgahıyla çalışan bir dokuma ustasının hayatı boyunca ürettiği kumaşı birkaç saatte çıkarmaya başladı. Bu durumda dokuma işinde çalışanların eskisine göre çok daha az çalışması gerekirdi. Ancak tam tersine çalışma saatleri ve iş yoğunluğu eskisine göre daha da arttı. O ustalar bu kez makinelerin başına geçip daha uzun saatler boyunca çalışmaya başladı.

Hesapların manuel yöntemlerle yapıldığı, hesap makinelerinin bilgisayarların henüz icat edilmediği dönemlerde muhasebeci ve bankacıların bazı günler geç vakitlere kadar çalışması normal karşılanabilirdi. Şimdi binlerce karmaşık hesabı birkaç saniyede yapabilen bilgisayar programları var. Ama bankacıların ve muhasebecilerin çalışma saati eskisine göre daha da uzun. Bankalar görünüşte saat beş buçuk altıda kapanıyor ama banka personeli indirilmiş kepenklerin ardında gece yarısına kadar hesap kapatmak için çalışıyor.

Modern çalışma hayatının anahtar kavramı “esnek çalışma saatleri” çalışanların hayatını da esnetiyor resmen. Esneye esneye omurgan plastik boru, kemiklerin yumuşak et kıvamına geliyor. Teknolojik yenilikler hep insanın üstündeki tekdüze, bıktırıcı iş yükünü hafifletme hedefi ve iddasıyla ortaya çıkıyor ama tam aksine bir süre sonra o yük daha da artıyor. Belki daha az sayıda insanla iş yapılıyor ama o az sayıdaki insanın da daha fazla çalışması gerekiyor. Rekabet gücü, verimlilik, kalite, düşük maliyet, daha çok üretim derken sonu gelmez bir yarışta kaybolup gidiyoruz. Daha çok verim, daha çok fedakârlık derken bir anaforun içinde döne döne ömrümüzü tüketiyoruz.

Etrafımız, arabalar, devasa binalar, yollar, köprülerle çevrilmiş. Başlangıçta bütün bunları yine kendimizi için yapıyoruz ama sonra bunlar adeta bağımsızlıklarını ilan ederek sert, zorlu ve karşı konulmaz düşmanlar haline geliyor. Kaldırımda yürüyemiyorum, karşıdan karşıya geçerken savaşa gider gibi canımı dişime takmam gerekiyor. Dev binalar güneşimi, rüzgârımı engelliyor. O zaman ne anladım ben bu gelişmeden?

Sadece kendi ömrümüzü tüketmekle de kalmıyoruz, kendimizle birlikte doğal yaşamı da bitiriyoruz. Küresel ısınma bugün aniden ortaya çıkmış bir sorun gibi geliyor bazılarına; oysa o kaynakları tüketirken sonsuzmuş gibi davranıp talan eden biz değildik sanki...

Herşey mimimum maliyetle maksimum kâr elde etme mantığı üzerine kurulu. Bunda epey bir başarı da sağlanmış durumda, ama neleri feda etme pahasına? Her bir çalışandan azami verimi elde etmek için insanın manevi ve fiziksel gücünün sınırları zorlanıyor artık. Süt verimini arttırmak için laboratuvarlarda yetiştirilen, genleriyle oynanan ineklerden farkımız yok. Ki, onlara yapılanlara bile karşı çıkmamız gerekirken...

Eskiden üretimin yetersizliğinden söz edilebilirdi. Bu durum çok çalışmak için mantıklı bir gerekçe de oluşturabilirdi ancak bugün dünyada birçok temel tüketim maddesinde ihtiyaç fazlası var. Buna rağmen dünyanın bir bölgesinde gıda maddeleri çöpe, denize dökülürken öbür yanında milyonlarca kişi açlık çekiyor. Yani artık üretim değil, dağıtım ve paylaşım sorunu var. Bu sorunun çözümü de çok çalışmakta değil, kendimizi kaptırdığımız bu girdabı daha çok sorgulamakta yatıyor.

Çalışma saatleri size de sonsuz gibi gelmiyor mu? Haftasonu tatilleri, yıllık izinler yeterli mi? Daha az çalışıp daha az tüketsek, buna karşılık daha çok dinlenip daha çok uyusak; gezmeye, okumaya, sohbet etmeye daha fazla zaman ayırabilsek daha mı az mutlu olacağız? Bunları sadece Türkiye’deki çalışanları kastederek söylemiyorum. Sorun bütün dünya için geçerli. Özellikle de Çin, Hindistan gibi yeni ekonominin gözbebeği olarak gösterilen ama aslında başarıları sadece ucuz insan gücüne dayanan ülkeler için... Bize sudan ucuza satılan elektronik harikalarının altında yağmalanan doğal kaynaklar, geri dönülmez biçimde tahrip edilen çevre ve karın tokluğuna günde on sekiz saat çalıştırılan işçilerin emeği yatıyor.

Karl Marx, bundan yüz elli yıl önce çalışanlara seslenerek “zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” demişti. Biz çağdaş kölelerin o yüzyılın işçilerinden fazla olarak sadece masalarımız, bilgisayarlarımız, markalarımız, kozmetik malzemelerimiz, kahve makinelerimiz, vesaire vesairelerimiz var. Bunların karşılığında da kaybettiğimiz biricik ve koskoca bir hayat...

 
Toplam blog
: 431
: 3853
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Anahtar kelimeler: Antep, İstanbul, Haziran, İkizler, Beşiktaş, MÜ İletişim Fakültesi, Gazetecilik. ..