- Kategori
- Alternatif Enerji
Işık
Yıl 1963. Doğu Karadeniz bölgesinin en uzak köşesinde bir köy. Köyün adı Vezirköy, eski adıyla Vazriya. Bölgede kiköy ve yerleşim yerlerinin isimleri eski Gürcü ya da Ermeni isimleri olarak günümüze kadar gelmiş. Halk arasında günümüzde dahi bu eski isimlerden vazgeçilmiş değildir. Ancak resmi belge ve yazışmalarda yeni isimler kulanılmaktadır. Aynı zamanda benim doğduğum köy olan eski adıya Vazriya büyükçe bir vadinin yamacını kaplar. Bu geniş yamacın tamamına yayılmış olan köy, mahallelerle birbirinden ayrılmış ailelerin çok uzun yıllar yaşamını sürdürmüş oldukları yerdir. Eski adıyla Kakiyabar mahallesi vadinin en alt seviyesindeki bizim mahalledir. Tüm köyün kullanma suyu kaynağı sayılan ve köyü boydan boya ikiye bölen derenin nihai yatağına kavuşmadan önceki son geçiş yeridir Kakiyabar mahallesi. O tarihlerde mahallenin nüfusu elli civarında olup, 5-6 aileden ibaretti. Derenin bir tarafında bizim ailenin evi , diğer tarafında ise Büyükbabamın diğer kardeşi ve onun çocuları oturmakta olup bu iki ailenin toplam nüfusu mahalenin yarıdan fazlası demekti. Bu iki eve eşit mesafeden akan dere, zaman zaman öylesine gürültülü ve çılgındı ki, karşılıklı konuşmak için el kol işaretleri ile sesimize destek vermeden anlaşmak mümkün olmuyordu.
Büyük babamın yüze yakın küçük baş sürüsü vardı. Ağıl derenin diğer tarafında olduğundan akşam saatlerinde bu dere üzerine uzatılmış bir tahta köprüden geçirilmek zorundaydı sürü. Tahtadan teker teker geçen koyunlar böylece sayılıyordu. İlk koyunun geçişi biraz sorun oluyor, arkadan zincir misali akıp geçiyorlardı. Bazen üzücü olaylar olmuyor değildi. Bir kişi köprü denilen tahtadan düşen koyunları şelaleden önce yakalamak için köprüden beş on metre aşağıda beklerdi. Düşen koyunlardan şansı olanı yakalar tekrar sürüye katardı bu görevli kişi. Ancak her zaman şansı olmayabiliyor ve elinden kaçırdığı suya düşmüş koyun şelaleden düşüp ölüyordu. Ne yazık ki kesilemediği için etinden de faydalanmak mümkün olmuyordu. Bu hoş olmayan manzaraya birkaç kez tanık olmuş ve çok etkilenmiştim.
Küçük amcam oldukça zeki ve el ustaığı ile meşhur biridir. Orta okul mezunu olmasına rağmen iyi bir etütçü olduğu bilinir. Yine o zamanlar lise öğrencisi oan abime fizik, cebir gibi derslerinde yardımcı olduğuna şahit olmuşumdur. Derenin diğer tarafında oturan kardeş dedenin çocukları yani babamın amca çocukları, üç erkek kardeşler ve amca çocukları olarak çok güzel ilişkileri olduğunu anımsarım. Bu iki ailenin toplam nüfusu 7 erkek ve çocukları olmak üzere 30 kişi civarında. Ailenin yönetimi çoğunlukla, yaşça daha büyük olan dedemde.
Türkiye o yıllarda yurt çapında hızla büyümekte olan sanayi sayesinde kalkınma süecinde olan bir ülke konumunda. Ancak kalkınmanın merkezden uzak köylere yansıması için zamana ihtiyaç olduğu kesin. Ülke çapında en önemli sorunlardan biri enerji sorunu. Bu sorunun henüz köylere yansımamış olması, köylerin elektriği tanımıyor olması anlamına geliyordu. Asıl olumsuz etki canlanmakta olan sanayi üzerindeydi. Büyük şehirlerdeki aydınlama, enerji sıkıntsına takılıyor, yerleşim yerleri gece karartma yapılmış şehirlere dönüşüyordu adeta. Köylerde durum daha farklıydı. Yıllardır alışılagelmiş bir yokluk zaten mevcut. Aydınlatma sıkıntısı yok gibi. Gazyağı aydınlatmanın en önemli yakıtı olarak köylünün evinden eksik olmuyor. Ev içi aydınlatmasında, gaz lambası, gaz feneri ve lükus denilen, adını her ne hikmetse lüx eşya sayılmasından alan bir çeşit lamba, aydınlatma araçları olarak yoğun bir şekilde kullanılıyor. Pille çalışan el fenerleri ise herkeslerin elinde olmamakla birlikte zamanın değerli enerjisi olan pilin bitmesi sorunu olduğundan fazla kullanılmıyor. Soğutma, yine yılların verdiği alışkanlık gereği doğal yönteler kullanılmak sureti ile sağlamakta. Elektrikli ev aletleri olarak evlerde herhangi bir alet mevcut değil.
Enerjide ki bu sıkıntı sanayi üretimini ve çalışanları son derece olumsuz etkiliyor. Gerek kamu iktisat kurumları, gerekse yeşermekte olan özel sektör yatırımları üretim yapamaz ya da kar edeez hale geliyor. Bu durumda işçisine tam yevmiye çdeyemeyen işveren işçi ayaklanmaları ve grevlerle arşı karşıya kalmakta. Konunun uzmanı bir başbakan olan S. Demirel acil önlemler olarak birçok barajın inşaası için start veriyor. Acil önlem olarak komşu ülkelerden enerji ithalatı başlatıyor. Bu tedbilerle sanayi nefes alabiliyor ancak tüm olanaklar haklı olarak sanayiye yönlendirilince günlerce elektik kesintileri uygulaması devam ediyor.
Ülke çapında ki bu elektrik sıkıntısı devam ederken, günün birinde, fikir kimden çıktığını bilemiyorum ama iki evin arsında akan derenin suyu ve şiddetinden yararlanma fikri atıldı ortaya. Türkiye'nin bırakın köylerini çoğu şehrinde bile elektrik sorunu vardı. Geceleri gaz lambası ile dolaşan ev sakinleri için oldukça zor bir durumdu bu. Sürekli gazyağı masrafı, eskiyen lambalar, cam şişelerin kırılması baş çıkılır gibi değildi. Ve nihayet karar verildi. İki aile nin fertleri olan yedi kardeş derenin en hızlı akan ve aynı zamanda en yakın olan yerine , yani koyunların düşüp öldüğü, yaklaşık otuz metre yüksekliği olan şelalenin olduğu yere bir santral kurulması için düğmeye basıldı. Teknik olarak işi amcam yönetiyor. Fiziksel çalışmayı ise ben dahil herkes yapıyordu. El arabası ile kum taşıyor, çalışanların ikmalini sağlamak gibi daha çocukça işler veriyorlardı bana. Sabah işbaşı yapılıyor, akşam güneş atıncaya dek kıyasıya ve neşe içinde bir çalışma yapılıyordu. Bu çalışmanın sonucunu çok merak ediyordum doğrusu. Derenin suyu nasıl ışık olup bizi aydınlatacaktı. Sistem değirmenden farksızdı aslında. Önce suyun gücünü çoğaltmak için yirmi metrelik sifon yapıldı. Daha sonra çark sistemi ve buna bağlı olarak elektriği üretecek olan cihaz yani dinamo gerekiyordu. Satın alınması gereken şey sadece bir kolektör ve kablolar idi. Çıkma bir otobüs dinamosu bu işi çözerdi ve bulundu. Tüm montaj işleri tamamlandı. Ancak sistem öylesine basit ve teknolojiden uzaktaki elektriği kesmek veya açmak, sadece suyu bırakmak veya suyu kesmekle mümkün oluyordu. Bunun için suyun giriş noktasına elle asılarak açılıp kapanabilen, kaldıraç sistemli bir kol yapıldı. Basınca suyu kesen bent kalkıyor ve suyu alan sifon çarkı çevirmeye ve elektriği anında hatlara vermeye başlıyor. Gecenin bir saati kalkıp dereye gidiliyor ve kol aşağı indirilmek sureti ile elektriği kesmek mümkün oluyordu Tesis işletmeye alındıktan sonra işin en zor tarafı da buydu. Elektrik düğmeleri vardı elbette ama bu düğmeleri kullanıp elektriğin tamamını kapatmak mümkün olmuyor çünkü kapandıkça açık olan lambalar güçleniyor ve patlayabiliyordu. Her şeye rağmen elektriği elde etmiştik. İlk su verilip elektrik lambalara ulaştığında ampuller normalin üstünde parladığı için bahçelere yedek ampuller dağıtmak zorunda kaldık. Ancak o şekilde dengelemek mümkündü elektriği. Ertesi gün, karşı köyden durumu izleyenler sabah erkenden köye akın etmişler, büyük bir merak içinde dün gece burada olan bitenin ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bir gece önceki ışık gösterisinin nedenini, neler olup bitiğini merak etmişlerdi. Gerçeği öğrenince şaşkınlık içinde kalan karşı köylüler birazda yapılan işe hayranlıklarını gizleyemiyorlardı. Gaz lambaları kaldırılmış, akşam olunca bir gönüllü yaklaşık iki yüz metre ötedeki kolu indirip ışığa dönüştürmek için gidip geliyor, yatma saatinde ise kapatmak için tekrar gidiliyordu. Bu durum pek uzun sürmedi. Geliştirmek gerekiyordu. Gidiş gelişleri yok etmeliydik. Her akşam iki kez bu mesafeyi üstelik yaz kış demeden ve gecenin bir saatinde kat etmek pek hoş olmuyordu. Nihayet bu mesafeye bir çelik halat çekildi. Kolay ulaşılabilecek bir noktaya kadar getirilen halat orada bir makara sistemi ile uzaktan çekilerek bendin suyunu kapatıp açmak mümkün oldu. Yaklaşık kırk yıl önce yapılan bu iş bugün basit bir olaymış gibi görünse de, o yıllarda yapılan büyük bir hadise idi. Bugün sadece kalıntısı var olan santral köylere elektrik geldikten sonra yedeğe ayrıldı ve zaman içinde kullanılmaz hale geldi.