Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

08 Mayıs '11

 
Kategori
Öykü
 

İsimsiz başsız sonsuz garip öykü…

İsimsiz başsız sonsuz garip öykü…
 

Zamanın en dibinde başlamalıydı her şey. Böyle dokunabiliyorsa eğer çok evvel yapmalıydı diye düşündü. Bir anda vücudunu işgal eden ateş, beynine varamadan kalbini kül etti. Teninin üstünde kayıp duran boşluğu hissettiğinde her şey için çok geç olduğunun farkına vardı varmasına fakat tepki vermeyecek kadar soğuktu duvarları. Ansızın önünde beliren ahşap, boyalı, bakımsız kapı da şaşırtmadı onu. Bir zamanlar, yeni başlangıçlar gibi bembeyaz olduğu güçlükle anlaşılan kapıya bakan gözleri yitirmişlik doluydu. Üstündeki pasla kor misali olmuş kapı kolu açıkça meydan okumaktaydı, kapının ardındakilerle yüzleşme cesareti olmayanlara. Çünkü bu kapı cevaplara değil, asıl soru işaretlerine açılıyordu herkes bilmese de. Hiç sonu gelmeyecekmişçesine derin bir nefes aldı, emanetmişçesine içinde sakladı. Hiç bitmeyecek bir anın içinde olup bitiverdi herşey. Yüzünü kaplayan çürümüşlük, eridi damla damla. Ellerinden, üzerine, yüzüne kadar pasa bulanmıştı bembeyaz bir odanın içinde. Az önce emanet aldığı nefesi vermeye delice çekiniyordu, kirlenecek beyaz oda diye. 

Bu renk onu oldum olası duygulandırmıştı. Beyaz, beyaz olduğu için değildi bu hali. Beyaz, üzerindeki izleri taşıyamayacak kadar kırılgandı. Dünyanın başlangıcı beyaz değildi ona göre. aksine tüm pasları, kirleri taşısın diye yaratılmıştı, köleydi. Lakin daha en başından olmamıştı işte, tutmamıştı hesap. Saatler önce doğmuş bebek gibi kırılgandı her daim. 

Şimdi tüm bunları düşünerek, üstündeki tüm ağırlığıyla bu bembeyaz odanın ortasında dikiliyordu, ölesiye tedirgindi. Altında ezileceğini bildiği tüm pasları sırtlamıştı sırf oda kırılıp kendini de içine çekmesin diye. Aldığı emanet nefesi vermeye çekiniyordu. Zamanın, olduğu yerden çok uzakta olduğunu biliyordu. Zamanın yokluğunun sesi her an daha fazla çınlıyordu beyninde. Kaç gün ya da kaç hafta, hatta kaç yıl geçmişti, bilemiyordu. Yorulmaktan korkuyor, üstüne nerden yüklendiğini bilemediği bu lanet misyondan; odayı korumaktan başka bir şey düşünemiyordu. 

Olmayan zamanın bir köşesinde kafasının üstündeki pencereyi duydu. Ruhunu saran dehşet gözbebeklerini bürüdü. Soru işaretleri ardı ardına taşmaya başlarken büyüyen gözbebeklerinden, kendi kendini hapsettiği şu odadaki minicik pencereyi daha önce görmemiş olmasının mümkünsüzlüğü düşüncesi gagalıyordu beynini. Veremediği cevaplarla her an daha fazla artan acıyı çaresizce görmezden gelmeye uğraşırken, yeni bir soru kondu burnunun ucuna, peki bu odadaki kendi varlığını nasıl açıklayacaktı? Ani bir refleksle, kafasını usuldan geriye çevirdi ama içeri girdiği kapı artık yoktu! Düşünmeye fırsat bulamadan başının üzerindeki kanat sesleriyle irkildi. Sesler odanın tavanında belirmiş olan kimsesiz pencerenin ardından geliyordu. Kendini pencereyle bir hissetti birden; çünkü O da aynısını hissediyordu, kimsesiz… O’nun da içinde; ya da belki, kendisinin şu anda görmediği pencerenin dışı gibi, dışında kanat çırpan, çırpan ama kendisini göstermeyen bir şey vardı. Tıpkı pencere gibi O’nun da açılması muhtemel ama açılmaya yasaklıydı. Tıpkı pencere gibi içinde olması gerekenleri ve dışında kalması gerekenleri ayırıyordu. Ve; “keşke tıpkı pencere gibi saydam, çerçevesi gibi kararlı olsam” diye düşündü. Odanın mahremiyetini korumak adına aldığı emanet nefes, içinde gereğinden fazladır duruyordu. Ciğerleri bunu yırtılırcasına yaşamaya başlamıştı. Yüzünden okunan acı cigerlerinin çağrısı mıydı yoksa tek başınalığını yüzüne vuran kimsesiz pencerenin yansımasımıydı? Apansız, elinde hissettiği şeyle irkildi. Ciğerlerini tırmalayan nefesin istemsiz serbest kalacağını sandı bir an. Anlık korkusunun nedeni olan eline baktı. Bir damla pas… öyle ki bir damla reçel, bir damla kan gibi. Kanat çıpma seslerinin yokluğu dürttü omzunu. Soru işaretlerini öğütmeye çalışmaktan bitap düşmüş gözbebekleri taze bir acıyla büyüdü. Kafasını, gözlerini kilitlediği pas damlasından kaldırmaya cesaret edemedi. Sesleri yeniden duyabilmeyi denedi. Her an sonsuzluğa akacak bir odanın içinde olmak değil, kendi gibi kimsesiz pencerenin ardındaki kanat seslerini ya da tam anlamıyla; hayatın, zamanın var olduğunun tek kanıtı olan o sesi kaybetmekti onu korkutan. Anladı. Anladı ve – an – yavaşladı. Başının üzerinde oluşan ikinci damlanın sessiz çığlıklarını şaçlarının köklerinde hissetti. Uyuştu… yavaşladı an. Bir hayatın yok oluşunun sessizliğini ve hiçliğin var oluşunu bir damlanın doğumunda yaşadı ve bunları, gözünde biriken bir başka damlanın varoluşuyla kabullendi. Yavaşladı an, durmaya yüz tuttu olmayan zamanın içinde… Kimsesiz pencerenin içinden, çığlıkçığlığa bir sessizlikle büyüyen acılarını biriktiren bir damla koptu kimsesiz pencereden. Hala kafasını kaldırmaya cesareti yoktu. Tıpkı, bıraksa odayı yıkması muhtemel, içinde tuttukça acıyla büyüyüp çığlığa dönüşen ve ciğerlerini yırtarak O’nunla savaşan nefes gibi. Hissediyordu havadaki yolculuğunu olası bir yokoluşun. Artık göz hizasına gelen damlaya dehşetle baktı… Bir damla acıyı hissetti yüreğinde, iyice zorlanan ciğerleri artık parçalanmak üzereydi . Kimsesizden kimsesize yolculuğunu tamamladı damla… O an hissettiği sıcaklık yüreğini burktu…. Gözünde biriken damlayı ise diğerlerinin yanına gitmesi için serbest bıraktı. 

 
Toplam blog
: 31
: 395
Kayıt tarihi
: 02.07.10
 
 

Hayata ve insanlara dair çok değerli tecrübeler edinme şansını yakaladığım, iyi niyetim ve fazla t..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara