Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ekim '13

 
Kategori
Kitap
 

İskender Pala'nın "Od"unda yan(ama)mak

Od’daki Molla Kasım nasıl bir insandır? Yüceltilmek istendiği kadar yüce bir “molla” mı; o günün bilimsel ve sanatsal verilerinden dengeli biçimde beslenmiş erdemli bir kişi mi; yoksa ciddi bir bağnaz mı? Ya Yunus Emre?...

Hemen her şeyin hemencecik “din”e bağlandığı bir kitabın o yaşa kadar dindar,  muhafazakâr yaşamış insanlar için sevindirici olduğu konusunda kuşkum yok; bu böyledir ve o insanlar açısından iyi bir şey yapılmış, iyi bir kitap yazılmıştır. “Dinciler için” kullanılacak iyi bir malzeme; “din” yoluna yeni girmişler için, yetersiz birikimleri nedeniyle iyi(!) bir pekiştireçtir. Yeni yetişme çağında olan gençler ve çok gençler için nasıl bir “vebal” sorusunun yanıtı ne olabilir? O gençlerin ve çocukların insan yaşamına yön veren tek etkenin “din” ve “dinsel”lerin olduğuna inandırılması psikolojik, pedegojik ve vicdani olarak doğru mu? 

Yunus Emre’nin şiirlerini vererek değerlendirmesini istediği, görüşlerini merak ettiği kişi, beylik sözlerle sunulmak istendiği gibi iyi bir âlim olsaydı ya da iyi bir şair; her şeyi “din”e bağlar, dinsel niteliği olmayan şiirleri “sûfilerin hezeyanları”(s.4) ya da “safsata” olarak betimler miydi? Çünkü yazar, Molla Kasım-Yunus Emre şiiri ilişkisini şöyle kurguluyor: Yunus’un “din” ve  “Allah’ın birliği üzerine sağlam bir iman eseri” üretemediği şiirleri şiir değil. “Sensiz yola girer isem/ Çarem yok adım atmağa// Gövdemde kuvvetim sensin/ Başım götürüp gitmeğe” dizelerinden örülü şiirini bu kurgu gereği beğeniyor ama şurasını düşünemiyor: Bu dizelerdeki “sen”; salt insan olabilir örneğin ya da insan sevgisi; salt sevgi de olabilir, gerçekten sevilen bir kadın da… Allah olabilir mi? Olabilir. Doğrusu şu ki bu şiir, iyi bir şiir olarak böylesine geniş bir çağrışım ve simgesellik özelliği taşıyor. Onu yalnızca  “Allah’ın birliği”ni kanıtlamak üzere yazmış olduğunu savlamak Yunus’u da, şiirini de küçümsemektir. Şiir ve şair adına ne büyük bir cehalet!

Sıra ikinci şiire geliyor: “…ikincisi sûfilerin hezeyanlarına benziyordu. İnsanları Kur’andan uzaklaştırıp başka yollar aramaya itecek bu tür safsatalara tahammül edemezdim. Öfkelendim. Kâğıdı tomarından çıkardım, avucumda buruşturup ırmağa attım. Üçüncü şiir gözüme daha kötü göründü. (ne demekse? ş.a.) Şairine, kâtibine, hatta kâğıdını hazırlayana lanetler okuyarak “Cehennem ateşinde yanasıcalar!” bedduasıyla onu da alevleri kabaran ateşe attım. Üçüncü şiir aşktan bahsediyordu: “Aşk davasın kılan kişi/Hiç anmayı hırs u heva/ Aşk evine girenlere/ Ayrık ne meyl ü vefâ.” Tam onu da yırtıp suya atacaktım ki “aşk” kelimesiyle “din” kelimesini değiştirmek geldi aklıma. Baktım, bu şekliyle şair doğruyu söylemiş, ama ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu…. Böylece sayısız şiirler okudum. Kimini tuttum,  kimini attım.”(s.4). “… son beyit kanımı dondurdu: “Derviş Yunus bu sözü/ Eğri büğrü söyleme/ Seni sigaya çeker/ Bir Molla Kasım gelir.” Bu adam benim adımı nereden bilmişti… Tevbe ediyor ve ağlıyordum. Ağladığım iki sebeptendi; ilki o güne dek tarikat ehline hor bakmış olmam; ikincisi de şiirleri ateşe ve ırmağa  atmış olmam”(s.5)” Bir kitabın daha ilk sayfalarında bunca fecaat!

Yunus Emre Molla Kasım’ı nereden biliyordu? Yunus Emre Yunus Emre olacak ama Molla Kasım’ı bilmeyecek! Yazarın kurgusu gereği bilmemeli elbet; çünkü orada yazara bir metafor gerek. Somut olan gerçeği allem kalem edip mistik, uhrevi, dini bir kisveye büründürerek yarattığı sihirle okuru ve herkesi büyüleyecek, aklını karıştıracak, Molla Kasım’ı yüceltecek, Yunus Emre’nin insani yanını törpüleyecek; ikisine de derviş/ evliya süsü vererek “tabu”laştıracak ve onların üzerinden kendi skolastiğini dayatacak. Dahası; “Akşam yolda yarı çıplak, saçı sakalına karışmış meczup bir derviş, yağmurun altında elime bir tomar kâğıt tutuşturmuş, “Bunu sana gönderdi gönderen, oku bakalım!” diyerek kaçıp gitmişti.(s.3) Sondan başlayalım: Niye kaçıp gitmiş; birkaç söz daha etseydi, iki derviş bir araya gelmişken tadına doyulmaz bir sohbet ortamı doğmaz mıydı, birbirlerine hikmetli sözler etmezler miydi?  Çocuk gibi, oyun oynar gibi, hem de yağmurun altında; tabanlarını poposuna vura vura “kaçıp gitmiş” öyle mi? Hem niye meczup, niye yarı çıplak, niye saçı sakalı birbirine karışmış? Halkın belleğine yerleştirilen “derviş”ler hep böyle olur değil mi? Hep böyle mistik, büyüleyici, bilinemez, “Allah vergisi” güçleri olduğu için “hikmetinden saul olunamaz”… Hep de görünür, dini açıdan akıl verir, yok olurlar, kaçar giderler, falan… Üstelik kaba ve buyurgan, selam bile vermiyor, “oku bakalım!” diyor koskocaman Molla Kasım’a. Yazar yaratılan tabuyu yüceltmek ve kurduğu mistik atmosferin etkisini arttırabilmek için  “köylü kurnazlığı”, cahil yandaşlığı yapmayıp izin verseydi, ayakları yere basa basa  Yunus Emre’nin kendisi getirirdi şiirlerini, Molla Kasım’ın üzülmesine de neden olmazdı. Ha evet, Yunus Emre başka biriyle de göndermiş olabilirdi şiirlerini. O durumda da zavallı biriyle değil, örneğin şiirin değerini bilen belki de şiir yazan biriyle gönderirdi mutlaka. Ancak böyle birine emanet edebilirdi. Kısacası kitaptaki Yunus, Yunus Emre değildir, herhangi bir Yunus’tur;  yarı cahil derviş kılığındaki bir gezgindir.

En kötüsü de; yazarın, Yunus Emre’yi ve onun şiirlerini araç olarak kullanıp kendi kurgusundaki tarikat olgusunu övmeye ve ona yaranmaya çalışmasıdır. Yazar öyle bir zarf atıyor ki, bugün yaşamakta olan, örneğin cahil halkı kandırabilmek için avurduna şiş geçirerek şov yapan ya da allı pullu artistleri, mankenleri, topmodelleri, şarkıcıları pazarlayarak modern görüntüsü veren  ya da emperyalist- kapitalist ilişkiler içinde büyüyerek holdingleşen birçok tarikatı da okuruna benimsetmeye çalışıyor.

Molla Kasım, yazarın yerine konuşuyor; “ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu” diyor. Bu nasıl bir tümcedir? Doğrusu, ‘… dine aşk adını vermişti’ v.b. mi olmalı?... Gerçi buna benzer dil ve anlatım sorunları da bol miktarda ama biçimden çok içerik üzerinde durmak istediğimden, bu faslı  geçiyorum. Yunus Emre gibi bir şair şiirinde neyi nereye koyacağını, neyi neyle isimlendireceğini, daha doğrusu ne demek istediğini bilmez mi? Üstelik herhangi bir yazarın, şairin şiiriyle oynamak kimsenin haddi değil! “Ne hikmetse” diyor, “hikmetinden sual olunmaz” efendim, çünkü o bir şair ve şiir ona ait.

Gelin şiiri bir de Molla Kasım kılığındaki İskender Pala’nın istediği biçimde okuyalım: -Din davasın kılan kişi/ Hiç anmayı hırs u heva/ Din evine girenlere/ Ayrık ne meyl ü vefâ.- Görüldüğü gibi şiir basitleşti, sığlaştı, ideojileşti, erdemsel ve evrensel değerini yitirdi; sanatın, şiirin dışına düştü! Yunus Emre’nin kulakları çınlasın!

Şu iyi bilinmelidir artık; Yunus Emre de Mevlana Celâlettin Rûmi de tek başına hiçbir dinle, hiçbir tarikatla anlaşılamaz ve açıklanamaz. Onlar felsefe sahibidirler; çok daha geniş, çok daha derin ve uzun soluklu dünya görüşünün, bakış açısının erdemli insanlarıdırlar. İnsana, doğaya, dünyaya ve yaşama o büyük insan olmuşluklarından, derin, çok yönlü, kültürel dengeli beslenmesini tamamlamış insanlıklarından bakarlar. Örneğin Yunus Emre’nin o bakış açısını tamamlayan en önemli unsurlar Molla Kasım ve onun temsil ettiği zihniyetin suya ve ateşe attığı şiirlerinde, Mevlâna’nınki de Mesnevi’nin, kimi zaman da müstehcen özellikler taşıyan öykülerinin derinliğinde var ve Molla Kasım’da olduğu gibi son pişmanlık yarar getirmez. Aslında doğru bir saptama da yapılmış bu bahiste; o zihniyet insana dair unsurların pek çoğunu dar kafalılık yaparak ateşe ve suya verince geniş bakabilme, felsefi kalabilme, hoşgörü gösterebilme özelliğini yitirdi.

Adı romansa eğer, yani sanatlardan bir sanatsa bunca ideolojik, bunca bağnaz olamaz diye düşünüyorum. Kitabın ikinci bölümünde bir baba- oğul diyalogu var örneğin. Oğlu, babası Yunus Emre’den, kendisini terk edip gittiği, bir daha da sorup aramadığı için; “Demek gidilesi yollarda benim yerime O’nu tercih ettin. Bensiz gittin, O’nsuz gitmemek için?” diyerek hesap sorar. Baba, dil döker, yalvarıp yakarır, Allah’ı şahit gösterir oğlunu inandırabilmek için. Tartışma ilerler ve bir noktasında oğul babaya, “Senin kudretli dediğin Allah’ın neden şu bozkıra yoksulluk verdi de zenginlik vermedi; neden insanlara savaşmayı verdi de barış vermedi?” diye sorar. “ın” ekinin ayrı yazılması yanlışı bir yana, tümcedeki tam bozukluk da öte yana, yazarın Yunus Emre’ye söylettiği sözler tüylerimi diken diken etti: “Kader, oğul, yüzyılların kaderi… Kader de bir imtihan içindir…”(s.15) Yunus Emre ve onun felsefesi asla böyle söylemez; sapla samanı birbirine karıştırmaz. Bu yazardaki ne cür’et ki, Yunus Emre’yi tıpkı cahil cühela bir insan gibi konuşturabiliyor. Ona söylettiği sözler bir yana; bu sözleri Yunus Emre’nin bir çocuğa/ gence söylemesini nasıl açıklayabilir? Birileri bir birey olarak yoksulluğu, zenginliği ve savaşı kader olarak algılayabilir, cahil halkın da böyle algılamasını isteyebilir;  ama Yunus Emre adına yapamaz bunu. Hele de o kişi bir yazarsa… Çünkü Yunus Emre gerçek bir halk bilgesi olarak  bu kadar cahilce bir açıklamada bulunmaz. “Kader”i de asla böyle anlamaz, böyle anlatmaz. “Söz ola kese savaşı/ Söz ola kestire başı” diye insanın “irade-i cüziyesi”ne dair bir olgu olarak, onunla bağlantısını  kurarak açıklar. “Hem kader de bir imtihan içindir…” ne demek ve oğulun sorusuyla ne ilgisi var? “Bozkırın yoksulluğu”(s.14) nasıl bir kader ve nasıl bir imtihan ki? Yazar, salt böylesine kasıtlı ve sihirli bir söz söyle(t/y)ebilmek için bu tümceyi oraya yamamış. Üstelik sihirli gibi gözükse de çok bozuk bir tümce! Çok genel olanın (kader) tekili/tikeli (bir imtihan) nasıl olabilir ki? 

“Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” diyen Yunus Emre’nin düşürüldüğü duruma öyle çok üzüldüm ki kitabı ancak bu sayfalara kadar okuyabildim. Anladım ki İskender Pala din, tarikat (biri de ticaret miydi Uğur Mumcu’ya göre) ve kader kavramlarını kendi birikiminin izin verdiği kadarıyla, özellikle gençlere ve çocuklara “aşılamak” için yazmış. Bu yüzden Yunus Emre’nin hakkını verememiş, onun engin felsefesini daraltmış, insanlığından soyutlamış; bütün bu nedenlerle onu küçümseyen, küçülten bir kitap ortaya çıkarmış. Sanatsal yanı ve dolayısıyla biçemi(üslubu) de olmayınca hedef kitlesinin hoşuna giden, kolay okunabilen bir kitap olmuş.

“Tahammülsüzlük, öfke, beddua ve lanet (s.4.5.); ne sanat ne sanatçı, ne bilgi ne de bilge dili olabilir. Belli ki Molla Kasım’ın dili, üslubu(biçemi) böyle ama Yunus Emre asla ve asla bu kavramlara yakın durmaz, yakın duranlara yakınlık göstermez, düşün ve yaratım anlamında  insanın kıpırdama olanaklarını sınırlayabilecek kadar “kaderci”liği de asla önermez.

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..