Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

03 Kasım '07

 
Kategori
Doğal Hayat
 

İstanbul'da gizli cennet; "Atatürk Arboretumu"

İstanbul'da gizli cennet; "Atatürk Arboretumu"
 

10 yıldan fazla bir süredir; Niğde Aladağların zirveleri arasında uzanan taş çöllerinden, Kaçkar’ın Ağustos’ta bile buzlu göllerine, Antalya’nın kızılçam ormanlarından, İstanbulu’un yanıbaşındaki İzmit’in kanyonlarına kadar bir çok yeri gezdim. Antalya Elmalı’daki Akdağ’ın 3024 metrelik hiç dinmeyen rüzgarında sineklerin barınamamasından dolayı “At kuyruk sallamaz” adıyla anılan zirvesine bile katırlarla çimento çıkartıp adını yazanlardan tutun da, peri bacalarının içini çöplük niyetine kullananlara kadar; gittiğim en “el değmemiş” yerlerde bugüne değin pet şişesiz kayalık, naylon torbasız çalılık görmedim. Hele ki bir doğa parçası İstanbul civarında ise bu tamamen imkansızdı. Ta ki ‘gizli tutulan’ bu yeryüzü cennetini, yani “Atatürk Arboretumu”nu keşfedene kadar...
Latince bir kelime olan “Arboretum”; “canlı bitki müzesi” anlamına geliyor (ölü/kurutulmuş bitki müzesine “Herbaryum” denirken, ağaçlar yerine otsu bitkilere ağırlık verildiğinde “Botanik Bahçesi” olarak isimlendiriliyor).

Arboretum’lar bilimsel ve eğitsel amaçlı kuruluyorlar; bir arboretuma girdiğinizde hemen hemen her gördüğünüz bitkinin önünde bir kimlik tabelası, bu tabelada ise o bitkinin hangi ülkeden geldiği, evrensel bilim dili olan Latince adları ve –varsa- günlük hayattaki isimleri yer alıyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş olan yabancı türler, “endemik”; yani o yöreye/ülkeye has türlerle bir arada büyütülüyor. Biz sıradan insanlar için bitkileri tanıma imkanı sunulurken; konunun uzmanları ve öğrencileri ise burada gözlem yapma, inceleme, deneysel çalışmalarda bulunma ve hatta yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan türleri koruma fırsatı buluyorlar.

Atatürk Arboretum’u 1949 yılında İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi ve Orman Genel Müdürlüğü tarafından kurulmuş, 57 yaşında çok genç bir arboretum. Genç diyoruz çünkü dünyadaki benzerlerinden İtalya’daki Padova Botanik Bahçesi 520, İngiltere’deki Edinburgh Botanik Bahçesi ise 330 yaşlarını devirmişler. Bu rakamlardan da tahmin edebileceğiniz gibi bir arboretum kurmak uzun uğraş ve sabır istiyor.

Arboretumun kapısından girebildiğiniz takdirde –buna sonra değineceğiz- sizi üstünde “Bu hafta çiçek açan bitkiler” yazan bir pano karşılıyor. Bu panodan bizim ziyaretimiz sırasında; Hatmi Çiçeği, Oya Ağacı ve Zakkum’un haftanın çiçek açanları olduğunu öğreniyoruz.
İçeriye girmenizle birlikte içinde 1500’ün üstünde türü barındıran bu insan yapısı düzenli güzellik göz alabildiğine uzanıyor. Bu türlerin hepsi dışarıdan getirilmiş değil; arboretumun eskiden bir parçası olduğu Belgrad Ormanı zaten bu türlerden 450 tanesini doğal olarak içinde barındırıyor. Bu ağaç ve bitki bolluğu içinde California'dan gelen maymuntırmanmaz ağacı’ndan, Kayseri'nin kartopu türüne, Missisipi'nin bataklık selvilerinden, Toros kardeleni’ne kadar bir çok tür yanyana hayatlarını sürdürüyorlar. Bu dingin karnaval içinde en önemli kolleksiyonu ise meşe ağaçları oluşturuyor; parkın içinde tam tamına 104 ayrı meşe türü var!

Önünüzdeki hafif meyili koşar adımlarla geçip ormanın içine neşeli uçurtma kuyrukları gibi dağılan patikalara girmek üzereyken, sade ve dikkat çekmeyen bir mini kulübe görüyorsunuz. Kulübeye yaklaştığınızda bunun aslında etrafındaki doğayla bütünleşmiş ve arboretum hakında bilgi alabileceğiniz bir elektronik bilgi ekranı, yani günümüzde kullanılan yaygın terimiyle bir “kiosk” -yani 1600’lü yıllarda Türkçe’den Fransızca’ya geçmeden önceki haliyle bildiğimiz “köşk”- olduğunu farkediyorsunuz. Bu elektronik köşk’ün dokunmatik ekranından arboretum hakkında çeşitli bilgilere erişebiliyorsunuz.

345 hektarlık devasa bir alana yayılan bu saklı bahçede 3 adet de gölet bulunuyor. Kurak havalarda arboretumun sulamasıında da faydalanılan bu göletlerde, küçüklü büyüklü balık sürüleri, ördekler ve hatta su kaplumbağaları yaşıyor. Su kaplumbağaları soğukkanlı hayvanlar olduğu ve vücut ısıları ortam ısısına bağlı olduğu için kendilerini güvende hissettikleri en ufak fırsatta güneşleniyorlar. Bu yüzden göletin ortasındaki kayada güneşlenen kaplumbağaları gözleme şansınız oldukça yüksek. Gelirken yanınızda bir parça ekmek getirirseniz ördeklerle balıkların ekmekleri kapışmalarını keyifle izleyebilirsiniz. Kaplumbağalar konusunda ise umut vermek istemem; verdikleri en lütüfkar tepki suya dalıp kaybolmak oluyor.

Arboretum’un “gizli” bir cennet olduğunu söylerken aslında bir hata yapıyorum; çünkü burayı görmemiş olanımız herhalde yok... Bu ifade çelişkili gibi görünmekle beraber, aslında değil. Burayı bazen günde bir kaç kez televizyon reklamlarında görüyoruz; fakat gördüğümüz yerin Atatürk Arboretumu olduğunu bilmiyoruz. Ürünlerinde doğallık ve doğaya özen mesajını vermek isteyen markaların reklam filmleri burada yeşillikler içinde çekiliyor. Seyrettiğimiz bir çok margarin, deterjan, yoğurt, vb reklamının arka planını Atatürk Arboretumu oluşturuyor. Hatta “Kahpe Bizans” ve “Keloğlan Kara Prens’e Karşı” filminin bir çok sahnesi de bu mekanda çekilmiş. Bütün bu çekimler yüksek ücretler karşılığında ve çereye zarar gelmemesi için titiz önlemler eşliğinde yapılıyor. Elde edilen gelir ise bilimsel çalışmalara kaynak olarak aktarılıyor. Çekim ücreti yalnızca ticari amaçlı çekimler için alınıyor, ziyaretçiler rahatlıkla fotoğraf çekebiliyor.

Burasının bir müze olmasına rağmen, açıkçası en etkileyici yönü huzurlu, sakin, nezih ve temiz bir doğa parçası olması. İçeride gönlünüzce dolaşabilir, en üstteki yemyeşil suları olan göletin etrafında minik fakat maceralı bir trekking yapabilir, bir banka oturup veya çimlere uzanıp kitabınızı okuyabilirsiniz. Hatta yanınızda getirdiğiniz sandöviç ve meyva suyunuz ile küçük bir piknik dahi yapabilirsiniz. Zaten sırt çantanıza yiyecek-içecek bir şeyler almanızı hararetle öneririm; çünkü içeride yiyecek ve içecek satılan bir yer yok. Özellikle susuzluk, uzun yürüyüşlerde sıkıntı yaratabiliyor.

Sıra geldi keşfimizin en can alıcı kısmına... Aklımızın ermeye başladığı andan itibaren bu gezegendeki hayat ile ilgili öğrendiğimiz bir kural vardır; güzel şeylerin bir bedeli, bir zorluğu vardır. İşte bu yeryüzü cennetinin zorluğu da içeri giremeyecek olmanız. En azından dilediğinizce giremeyeceksiniz. “Burası bir müzeyse gezemeyecek miyim” diye şaşırabilirsiniz ama böyle.
Sıradan vatandaş için Atatürk Arboretumuna girmenin 3 yolu var;
1. Hafta içi mesai saatleri içinde giderbilirsiniz (çalışmıyorsanız sorun yok)
2. Bir dernek, şirket, okul olarak 10-20 kişi toplayıp grup oluşturabilirsiniz ve önceden izin alıp kişibaşı 2, 5 YTL’ye gezebilirsiniz (ya da bu yöntemi keşfetmiş ve 45-50 YTL ücretle tur yapan uyanık turizm şirketlerine gidebilirsiniz),
3. Son yol olarak yıllık 250 YTL verirsiniz ve ailenizle istediğiniz zaman girersiniz.
Bunun haricinde bir haftasonu ya da bir bayram tatilinde gidip, “şu ünlü ağaç müzesini bir gezeyim” derseniz; kapıdan bilet alamaz, parasıyla bile giremezsiniz.

Arboretum yetkilileri bu konuda “arboretum özellikle bahar ve yaz aylarında yoğun piknik baskısı altındadır” diyor ve “koruma faaliyetlerini yürütecek eleman azlığı ve bu piknik baskısı” nedeniyle haftasonları ziyarete kapattıklarını söylüyorlar. Bu yazı için yaptığım gezinti sırasında parasını bastırıp kartını almış şanslı ve paralı azınlığın etrafta gayet pikniğini yapıyor olmasını görmezden gelirsek, aslında girmeyi engellemenin burayı korumak için etkili bir yöntem olduğunu kabul edebiliriz. Ancak “gezilemeyecek ise buraya müze demenin anlamı nedir” sorusunu yanıtlamak da zor olacaktır.

Fotoğraflar: Murat Ercan

 
Toplam blog
: 4
: 6259
Kayıt tarihi
: 23.02.07
 
 

20 Kasım 1973 Locarno (İsviçre) doğumluyum. Kabataş Erkek Lisesi ve Marmara Üniversitesi İktisadi İd..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara