Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Eylül '06

 
Kategori
İstanbul
 

İstanbul İstanbul

Sabah, ama çalışanlar çoktan iş başı yapmışlar. İstanbul’un hızı biraz azalmış. Yabancıyım yabancı olmasına ama bilirim, insanlar İstanbul’da, hele de sabahsa hep hızlı hızlı yürürler. Benim hiç acelem yok. O zamanlar Kadıköy’ de sahil kenarında çaycılar da var. Bir çay içelim, yanına da bir simit. İstanbul’un havasını içimize çekelim. Haydarpaşa sen nelere kadirsin diyelim. Hayranlığımıza biraz sevinç karışsın, bir martıya gülümseyelim. Hoşgeldim İstanbul, seni görmeyeli çok değiştim ama sanki sen hiç değişmemişsin. Çok güzelsin İstanbul, ben seni ilk görüşte sevmiştim. 

Hasır tabureye oturdum. Çayım hemencecik geldi. Demliydi. Haydarpaşa bana bakmıyordu ama ben, gizli bir hayranı olarak çoktan seyrine dalmıştım. Sigaramı sadece İstanbul’ da oluşumun şerefine yaktım. O sırada bir amcam yanaştı yanıma: 

- Kızım, oturabilir miyim? 

Oturacak çok boş yer var. Ama olsun, amcamda otursun, sabahın bu güzel vaktini paylaşmanın sakıncası ne olur ki. 

- Oturun 

- Nasılsın, kızım? 

- Teşekkürler, iyiyim. 

- Birini mi bekliyorsun? 

- Birkaç işim varda, bir çay içmelik oturayım dedim. 

Amcam Haydarpaşa’nın yarısından fazlasını kapatıyor. Amcam, kafasında kalan bir tutam saçı da bembeyaz olmuş amcam, dökük dişlerinin arasından çıkan seslerden cümlesini yakalamaya çalıştığım amcam, yüzünde yaşının on misli kırışık olan amcam. 

- Boş musun sonra? 

Anlamıyorum. Anlışılması gereken bir şey varsa anlamak da istemiyorum.Ne denmeli ki? 

- Hayır. 

Sesimin tonu gayet kalınlaşıyor. 

- Bu gece açılalım istersen, tüm masraflar benden. 

Amca, ah be amca… Bre adam, sabahın bu güzel vaktinde, ayıptır be! Susuyorum. Küfür gibi bir bakış atıyorum. 

- Param var, ne kadarsa veririm. 

Şimdi... Sinirlerimi bozmaya değer mi, değmez. Kalkıp hemen gitsem. Hayır o gitsin. Benim çayımın yarısı hala duruyor. 

- Kalkar mısınız karşımdan, Haydarpaşa’ya bakıyorum. 

Ağzımdan bu cümle çıkıverdi. Saçmalığı karşısında içimden gülümsedim, ama suratımın ifadesini değiştirmedim. Hoş, adamın ifadeden anlayacağı yok ama… Kalktı. Hayret ederim ki anında, uzatmadan, kıvırmadan kalktı. Haydarpaşa sen nelere kadirsin, dedim yeniden. Yok, sinirimi bozmayacağım. İstanbul, rica ederim beni güzel ağırla, yoksa kalbim kırılır. 

Kalktım. Salı pazarına gidip gerekli gereksiz bir kaç parça şey aldım. Yoruldum da bir arada dinlenmeye durdum. Bir sigara yaktım. Yan tarafımdaki tezgaha çay getirdi çocuk, tezgahdaki amca bana baktı: 

- İçersen sana da söyleyeyim 

- Yok, teşekkürler 

- Olmaz öyle, hadi oğlum bir çay kap ablana. 

- Teşekkürler 

Çay geldi, tekrar teşekkür ettim. Evet, benimle konuşacak. Şimdi bir şeyler soracak. Yalan mı söylesem. Yok, yok öyle önyargılı olma. Hem, sen değil misin kim olursa nerde olursa sana bir cümle sarfetti mi konuşmadan duramayan. Sen kendini tutsan, dilin tutulmaz. 

- Öğrenci misin? 

- Evet 

- Nerede 

- Eskişehir’de 

Olmadı, yalan söyleyemedim. Ama yabancı gözükmek istemiyorum, hiç istemiyorum. Burada, İstanbullu olmayanı ya da İstanbul’da yaşamayanı hiç yaşamamış sanıyorlar. Onu da biliyorum. 

- İstanbullu musun 

- Yok, benimkisi kısa süreli misafirlik 

- Tanıdığın var mı? 

- Tabi ki 

Gülerek söylüyorum. Gülümsememe, kendimce, buraları avcum gibi bilirim sıkıştırıyorum. Amcam müşterileriyle ilgileniyor. Benim çayım bitiyor. 

- Teşekkür ederim çay için. 

Usulca bırakıyorum tezgaha. Aramızda geçen dialog gayet manasız, ya da manalı ama ben anlamak istemiyorum. Adamın derdinin hiç de hoş sohbet olmadığını hissediyorum. Usulca kaçayım buradan diye yollanıyorum. 

- Dur bi saniye 

Durdum. Elini cebine soktu. Bir kağıt çıkardı, üzerinde adı ve telefonu yazılı. 

- Bir şeye ihtiyacın olursa ararsın. 

Sesine zamparalık yerleşti. 

- Zannetmiyorum. İyi günler. 

İstanbul, bak olmuyor, güceniyorum, daha kaç saat oldu ki sokaklarına ineli. Hadi gelse biri şöyle hoş sohbet, şöyle içten, tamam, ona tamam. Ama böyle de olmaz ki. 

Pazardan çıktım. Biraz sahafları dolaştım. Yoruldum. Bir cafeye, iki yıl önce oturduğum bir kafeye gittim, oturdum, iki yıl öncesindeki gibi Türk kahvesi söyledim. Getirdi çocuk. Gitti. Sonra duraksar gibi oldu, geri döndü: 

- Ya sabahtan beri hiç müşteri yok, canım da çok sıkıldı, tavla bilir misin 

- Bilirim 

- Oynamak ister misin 

- Tabi, neden olmasın. 

Haydi, hep ben yeniyorum. Ama olmaz, tavla bilmeyen dahi böyle oynamaz, yendiriliyorum. 

- Bak, böyle oynayacaksan oynamam ama! 

- Ne var ki? 

- Bilerek yeniliyorsun. 

- Yenileceksek sana yenilelim... 

- Hayda, oyun bu, yenilme kastıyla oynanmaz. 

Bu arada konuşuyorum çocukla. Kendi hikayemden doğruca bahsediyorum. Kalkıp, müzik ayarlamama izin veriyor, izin de denmez ama... Bülent Ortaçgil koyuyorum. Tavla 6-0 bitiyor da aldığım oyunları aldığım gibi de geri iade etmek istiyorum. Kahvem bitiyor. 

- Çevir fincanını fal bakıcam. 

Çevirdim. Sonra falıma baktı. Beyaz atlı prensimin çok yakınımda olduğu konulu masallar anlattı. Daha çok çok masallar anlattı, feyzi kendinden alarak. İstemiyorum, iki hoş sohbetin bir de kahvenin hatrıyla buradan kalkmak istiyorum. Ah be güzelim, ah be insanlar, ah be İstanbul. Ertesi gün kahvaltıya çağırıyor. Olmasın, yarını olmadan ben savrulayım istiyorum. Kahvaltıya söz veremiyorum, hoş söz de vermek istemiyor. Kibarca olmaz diyorum. Müsaade istiyorum. 

Eve vardım. İstanbul’a yol boyu kızdım. Teyzem bana börek yapmış. Çayımızın yanına biraz deniz manzarası ekledik. Özlediğim hoş sohbet aramıza geldi. 

- Bugün üstümden sanki tren geçti. Yorulmayacağın varsa da yoruyor bu şehir. 

- İstanbul burası. 

Bir hafta geçti. Ben bir hafta boyunca İstanbullu olmaya çalıştım. Her geçen gün sesimin tonu katılaştı. Yürüyüşüme biraz ciddiyet bulaştı. Çok gülümsemez oldum her yere ve herkese. Elbiselerim zırh gibi kalınlaştı. Eteklerimi çok savurmadım. Etrafa ilk görmenin heyecanıyla bakamadım. 

Bir haftanın sonunda yeniden o yaşlı başsız amcamla karşılaştığım yere gittim. Artık düpedüz İstanbullu olmuştum. Kendimden bir nefes dahi açık vermedim, sigaramının dumanını bile insanları itercesine üfledim. Hiç de böyle olmak istemezdim ama oldu bir kere. Emniyet dediğin benden sorulacaktı. 

Bu sefer masama ayakkabı boyacısı bir çocuk yanaştı. Yok, benim çok boyacı çocukla konuşmuşluğum var ama İstanbul’da yok, yok, olmaz. 

- Abla, boyayayım mı? 

- İstemez. 

Sesimin tonundan utanıyorum. 

- Abla, sana bir çiçek hediye edeyim mi? 

Boya sandığında dört tane alman papatyası var. İki kırmızı, bir turuncu, bir de sarı. 

- Yok, saol. 

Evet, duydum hediye dedi ama bu İstanbul'da hediye veren sonra ne isteyebilirse geri ister. 

- Abla, bir çiçek hediye edebilir miyim? 

Nasıl da bastırarak söyledi hediye kelimesini, bir de tatlı tatlı gülümsüyor. Ah, sorsam o çiçeklerin nerden geldiğini, azıcık konuşsam çocukla, anlatsa bana nerden gelip nereye gittiğini... 

- Yok, yok saol. 

Gene gülümsedi çocuk. Ama ne de güzel gülümsedi. 

- Abla, bir çiçek hediye edebilir miyim? 

Daha da bastırdı hediye kelimesinin üstüne bu sefer. 3. kez de tekrar ediyor. Bıkmadı mı ki, derken, ben daha cevap vermeden sandığından kırmızı olan çiçeği çıkardı. Masama yavaşca bıraktı. 

- İyi günler abla. 

Gülümseyerek gitti. Ama çocuk, gülümsemesini de galiba bana hediye etti ki bütün gün sokaklarda salınarak gezdim. İstanbul, dedim, benle gene dalganı geçtin. 

 
Toplam blog
: 16
: 2070
Kayıt tarihi
: 31.08.06
 
 

Yazmazsam ölmem ama yazarsam hiç ölmem gibi... Yazmazsam kendime ihanet ederim gibi... Yazmayarak ke..