- Kategori
- Anılar
Istanoz
Zaman zaman dengesizce esen rüzgar yukarıdaki tepeden getirdiği kızıl kum tanelerini saçıma başıma sürüyordu, su kuyusunun üzerine oturmuş elimdeki paslı tırnak çakısıyla oralardan bulduğum kuru bir kızılcık dalından düdük yapmaya çalışıyordum, beceremeyeceği bile bile.
Bildiğim bir diğer şey de bir düdüğün benim yaşımda, üstelik mesleği de hakemlik ya da bekçilik olmayan birisinin hiçbir işine yaramayacağıydı.
Deniz seviyesinden yüzlerce metre yüksekte güneş tenimi kahverengiye döndürmüştü adeta. Şehirden kalma alışkanlığımla mütemadiyen saate baksam da aslında saatin de pek önemi yoktu.
Buralarda hayat yaz günleri öğleden sonra duruyor, kapılar, perdeler kapanıyor ve herkes bir kaç saatliğine geceyi yaşıyor.
Kafasını yastığa koyar koymaz uyuyan insanları kıskanmışımdır her zaman burada da bu saatlerde karasinekler ve benim dışında herkes uyuyor. Harika bir enerji tasarrufu sanki otomatik olarak devreye giriyor. Varsayalım ki burada insanların elektronik eşyalardaki gibi ‘pause’ düğmeleri var ve yaz günleri saat 14.00’ü gösterdiği zaman o düğmeye basıp hayatlarını durduruyorlar.
...
Alaaddin Camii’nden ikindi ezanı yükseliverdi, bu saatlerde duyup duyabileceğim en güzel şey bu müezzinin okuduğu ikindi ezanlarıydı. Gırtlağı Segah makamını pek seviyordu belli ki ikindi ezanlarını ille de segahtan okuyordu.
...
Düdük yapamamaktan sıkılmıştım, çakıyı da kızılcık dalını da bıraktım bir kenara, toz ve çamurla kaplı patikanın ucundan bir bisikletli çocuk üzerinde oturduğum kuyuya su almak için geliyordu. Boyundan büyük bisikleti kuyunun kenarına dayayıp bidonları indirdi.
- Kolay gelsin ağabey.
- Sağ olasın, dur yardım edeyim sana.
Çıkrığı boşa alıp kovayı suya attık, derinliğinin yedi sekiz metre olduğunu bildiğim kuyunun sadece dibinde su vardı.
- Buradan herkes su almıyor herhalde.
- Bu kuyu kirlendi ağabey, biz de mallara vermek için alıyoruz. (Bir bana, bir de az önce elimde yontmaya çalıştığım kızılcık dalına bakıp gevrek gevrek gülümsüyordu)
- Sen huniyi tut ben boşaltayım kovayı.
İki bidonu da doldurduk. Şüphesiz ben olmasam bu işi kendi başına da rahatlıkla yapardı, belki de benim bir işe yarama ihtiyacımı anlamış olmalıydı.
- Ağabey sen kimlerdensin?
- Sen kimi tanırsın?
- Bu ev sizin değil mi?
- on varisinden birisi de babammış, biz de sırf o yüzden yılın bir ayını burada sıkılarak geçirmek zorundayız.
- Boş ver abi serin serin oturuyorsunuz işte.
- Senin baban ne iş yapıyor?
- Karşıdaki çiftlikte çalışıyoruz biz. Annem, babam, ben, ablam yaz kış mallarını, bahçelerini gözetliyoruz.
- O adam buraların ağasıymış, öyle mi?
- Ağalığı pek kalmadı artık, oğlanları adam olmadı kumarcı, içkici çıktı, hatta çiftlik satılıkmış diyor babamgil.
- Amma da çok şey biliyor muşsun sen.
- ...
- Çözülmeyecek dert yoktur, sen takma kafanı böyle şeylere, hem benim bildiğim buralarda baba toprağı satılmaz.
Küçük arkadaşım benim söylediklerime pek aldırış etmedi “Ben gidem abi” deyip bisikletine yöneldi. Aynı patikadan bir traktör yanaşmaktaydı kuyuya. “Seni mi arıyorlar?” dedim. Kendinden emin bir halde “aramaz beni onlar” dedi. Traktör tozu ve gürültüsüyle yaklaştı yanımıza.
Burada insanların yabancılara sıcak davranmasından cesaret alarak ilk selamı ben verdim, selamımı almadığı gibi yüzüme ters ters baktı, küçük arkadaşıma okkalı bir şamar indirdi. “Elalemle laflayacağına getirsene suları hayvan oğlu hayvan”.
Küçük çocuk zaten güç bela tırmanarak bindiği bisikletinden uçuverdi, özenle doldurduğumuz sular bidondan kuru toprağa döküldü ve ortalık kızıl çamura bulandı.
“Efendi ne vuruyorsun garibe, çocuğun bir kabahati yok, geliyordu zaten”
Cevap vermedi, boş bidonlarla bisikleti traktörün römorkuna fırlattı, çocuk ise az önceki şamarı hiç yememiş gibi en soğukkanlı haliyle traktörün üstüne tünedi.
...
Bahçenin tahta kapısını ittirdim, yerlere sürünerek açıldı kapı, her seferinde çok önemli birisi geliyormuş gibi gürültüyle açılıyor bu kapı ve hem bahçedeki, hem evdeki herkes “kim gelmiş?” diye kapıya bakıyor, bir çeşit alarm gibi bir şey, az önceki çocuğu ve ailesini öğrenmem lazım, Rıza dayının yanına çöktüm.
- Dayı müsadenle bir Birinci verirsen, içeriz.
- Ne demek yeğenim al buyur.
- Şu arkadaki çiftlik... İşleri bozulmuş herhalde.
- Atalar, dedeler ölünce toprak kavgasına girdiler, bütün kardeşler birbirine küs, e araziler bakımsız kaldı tabii. Allah’ın gücüne gitmesin rahmetli de çok özenmedi yavrularına, o evde kavga dövüş hiç eksik olmazdı, yaşlılığında da çok süründü.
- Niye?
- Dünya hali oğlum, bir ana baba 10 çocuğuna bakar da 10 çocuk bir ana babaya bakmaz, neylersin.
- Buralar da bozulmuş be dayı.
- Hep bozuktu ya, şimdi dilleniyor işte.
...
Akşama geri döneceğim, kahveye gittim hep şu ‘ayda kaç para alıyorsun’ sorusu, ne biçim bir meraksa bunu sorarken nezaketen ‘sorması ayıp’ bile demiyorlar. Dan diye, en alakasız yerde “sen onu bunu bırak, ayda kaç para alıyorsun?”
Beni tanımak için kafa yormaları gerekmiyor hiç, varsa yoksa; “ yahu bırak otu çöpü, sen ayda kaç para alıyorsun onu söyle”... İnat ettim söylemiyorum ben de “kaç paralık adam” olduğumu.
...
Istanoz öldüğümde gömüleceğim yer ama şimdiden gömülmek anlamsız. Biletimi aldım, kısmetse saat yedi’de Antalya’dayım. Oralardaki kel ağaçlara bakarken insanın bir kasabaya, bir köye bağlı olmasını düşündüm.
Güzel, sıcak bir duygu. Cenazenize geleceklerin sayısının az ya da çok olup olmaması umurunuzdaysa köylü olmak hoşunuza gidebilir belki.
Otogardaki büfeden bir mizah dergisi aldım, tüm zamanların en sevdiğim Mercedes’i de bu 302’lerdir, mizah dergileri ve 302 ile Dünya’yı dolaşabilirim.
...
Otobüste koltuğu paylaşacağım adam, kuyunun başında küçük arkadaşımı döven ırgat başı. İçinde bolca para olduğu 100 metreden belli olan bir imam çantasını koltuğunun altına sıkıştırmış koridor tarafında oturuyor.
Beni çabuk hatırladı “bu ayak takımına böyle davranmazsan başına çıkarlar bir gün, senin aklın ermez yeğenim” dedi. Aslında bu hesaba göre kendisi de ayak takımındandı ya, ben cevap vermedim.
...
Uzun bir süre boş düşüncelerle seyrettim yolu, Kepez’e geldiğimizde yanımdaki çatlak ses; suratına taktığı yılışıklıkla “Yeğenim sen bilirsin, şöyle eyi pavyon nerde var Antalya’da” dedi. Kentimdeydim artık ve bir misafir gibi kibar davranmam gerekmiyordu, gözlerimi yüzüne dikip “Sus ulan dürzü, o hela deliği gibi ağzını bir daha açarsan atarım seni bu camdan” dedim.
Belli ki sevilmeyen bir adamdı, bütün otobüs gülmeye başladı, ben de sinirli halimi daha fazla koruyamadım, o ise sindiği koltukta bir sinek kadar küçüldü...
OKAN ÜNVER