Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mayıs '08

 
Kategori
Sosyoloji
 

İşte 1 Mayıs, işte bayram

İşte 1 Mayıs, işte bayram
 

Resim:http://www.milliyet.com.tr/content/galeri/yeni/goster.asp?galeriid=1077


Ve 1 Mayıs daha geçti... Bizi de öylece panzerlerin altında ezerek… Kafamızı gözümüzü coplarla dağıtarak, ciğerlerimizi gaza boğarak, düşman bakışlara maruz kalarak.

Tanıdığım birçok kişi polisin ölçüsüz, nefret ve kin dolu bakışlarına, küfürlerine. Sınır tanımayan nefretine maruz kalmıştı. Gelen haberler hayli kötüydü, dağılan kaburgalar, kırılan kollar, sakatlanan kaval kemikleri, beyin travmaları. Soruyorsun ister istemez acaba ben Filistinli direnişçi, o da İsrail Askeri mi. Bana bu denli öfke, bu denli ölçüsüz nefret duyması için benim mutlaka ama mutlaka düşman sıfatı taşıyor olmam gerek.

Güne emekçilerle birlikte 1 Mayıs kutlama hayalleri ile DİSK önünde akşam binada kalmış, sabah mahmurluğunu henüz üzerinden atamamış işçilerdin kahvaltısı eşliğinde başlıyorsun. Ama polis “düşmana” dersini vermeye kararlı, and içmiş bir kere “terörist” işçilere devletin gücünü ve otoritesini göstermeye. Ve geliyor yanınıza üniformalı ve siviller toplanmayın, dağılın diye. Ama diyorsun ve sesin gırtlağında düğüm düğüm. Çünkü devlet benim ve bana itiraz etmek devlete isyandır diye düşünen, dahası kırmızı renge koşullanmış boğa edasında olan memur için ama bir başkaldırı. Burayı Amerika ya da Avrupa ülkesimi sandın polisin karşısına geçip heyy dur bakalım bana öyle hitap edemezsin, “Senin maaşını ben veriyorum. Senin görevin bana saldırmak değil senin görevin ben sana şiddet kullanmadığım sürece beni korumak. Sen devlet değilsin, devlette bana şiddet kullanmak için var değil. Devletin de onun görevlisi olarak da senin işin bana şiddet kullanmak değil hizmet etmek”

Bunu diyecek olsan “ne diyorsun lan sen, kes sesini 0 çocuğu” denilerek bir Osmanlı tokadının suratında patlayacağını biliyorsun. Biliyorsun ki bu ülkede DEVLETLE tartışılmaz devlete sadece itaat edilir. Devlet vatandaştan da herkesten de üstün bir yüce varlıktır, o sana evinde otur demişse evinde oturacaksın, sana ne diyorsa ses etmeden peki diyeceksin. İtiraz, hak arama gibi demokrasi ölçüleri geçerli değil Polis demokrasiye değil devlete inanan kişidir ve devlette mutlaktır.

Sen yanılıp ta demokrasiden, toplantı gösteri yürüyüşleri yasasından, yasaya göre toplantı ve gösteri için önceden izin alma değil bildirimde bulunma var ve polisin de görevi senin kafanı kırmak değil, o gösteriye kan ve şiddet bulaşmasını engellemek yani senin güvenliğin sağlamak. Yine demokrasi denen norma göre sen şiddet kullanıp ta polise saldırmadıkça, güvenliğini sağlama kuralı geçerlidir ve polisin sana değil diyelim gösteriye dışardan müdahale edip-misal pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Nazi karşıtı gösteride neo-nazilerin gösteriyi basıp sana şiddet kullanmasını engellemek. Tüm bu düşünceler kafanda oluşsa da ama diyorsun, ama burası Türkiye burada demokrasiyi de, hukuku da devlet belirler, dolaysıyla yasa da hukukta, her şey de devletin temsilcisi olarak Polistir. Polis dağılın dediyse dağılacaksın, yan gözle bile bakmayacaksın. Söyleneni hiç itirazsız hatta minnet yüklü olarak yerine getireceksin.

Ama yine de itiraz ediyorsun, işçiler kızgınlıkla ne diyorsun yaa burada oturup iki lokma poğaçamızı da yiyemiycez” diye itiraz ediyor. Daha sözünü tamamlamadan gaz bombası patlıyor, önüne düşen metal sesini duyuyorsun ve havaya hızla yayılan beyaz yakıcı, seni soluksuz bırakan bir duman havaya karışıyor. Öksürüyorsun, nefes almakta güçlük çekiyorsun, burnun, genzin yanıyor gözlerin yaşla dolu.

Ve şişlide öğleye kadar bu manzara hep yaşanıyor. Sendikacılar bu ölçüsüz şiddet karşısında Taksime gitmekten vaz geçiyorlar.

Ama diğerleri Taksim’de kararlı. İçin öfke dolu, işi inada bindirmiş haldesin. Bunca ağır bedel ödedikten sonra artık öldürseler bile Taksime gitmek istiyorsun, oraya girmek boyun borcun oluyor. İtaat etmek, boyun eğmek, sana-yaşanan bunca şiddetten sonra-onur kırıcı geliyor. Kızgınsın hem de barut gibi patlamaya hazır bir kızgınlıkta. Bayılan işçilerin, kolu kırılan gazetecilerin, başına tekme yiyen, copla kaburgası kırılanları düşündüğünde içindeki öfke duygusu daha da çok artıyor. Artık “ölmek var dönmek yok”. Ne bahasına olursa olsun Taksime varacaksın. Senin ağıla girmiş koyun sayan devletin sessiz salhane koyunu olmayacaksın. Dayak da yesen, kafan gözünde patlasa , ciğerlerin gazla da dolsa soluksuz kalıp orada ölsen de oraya gideceksin. Dünyanın her yerinde demokrasi birilerini ödediği bedelle oluştu, öyleyse bu ülkede demokrasi denen şeyin yerleşmesi için, 77’de ölenlerin boşa ölmemesi için orada olmak zorundasın. Ancak böyle bu ülkede muhalefet, yapmanın sisteme karşı çıkmanın “vatan hainliği” değil demokrasi denen şeyin doğal bir sonucu olduğu, insanların sistemi protesto etmelerinin de bir hak olduğunu, tek ölçütün şiddet olduğunu, şiddete başvurmadıkça, toplumu birbirine düşman kılmak için propaganda yapmadıkça sistemi dilediğin gibi eleştirme, protesto etme hatta şiddetsiz sivil itaatsizlikte bulunmasının da demokrasi denen şeyin evrensel normlarında bir olduğunu bu devletin de anlaması için buna mecbursun.

Ve Taksim

Burada sözü Taksim de ölçüsüz şiddeti yaşamış bir eylemciye bırakıyorum. Onun yaşadıkları benim yaşadıklarımdan kat be kat daha ağır.

“Benetton’ın önünde 3-5 alkış sesi duyuluyor, hemen orda bitivermek gerek tabii. Senin de elin ses vermeli bu sese… Ve sloganlar başlıyor yavaştan “İşte 1 Mayıs, işte Taksim!”… Hangi grup? Kim bilir… Slogana ses ver, sese ses kat… “Kurtuluş yok, tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz!” Alkışlar, havada sol yumruk… Benetton’ın yanındaki sokakta bir grup, karşı sokakta başka bir grup. Hangi grup? Neyi değiştirir… Bu bir birlik günüdür, dayanışma günüdür. “Gün gelecek, devran dönecek, hükümet halka hesap verecek!” Bağır, sesin çatlayana değin bağır…

Ve polis; üzerimize doğru gelmeye başladı işte, bir kavga bir kıyamet, koşturmacanın içinde slogan atmayı sürdür: “Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın 1 Mayıs”. Bir biber gazı fırlatılıyor sana doğru, İlk sokağa sap, koş koş koş… Herkesle birlikte, düşmeden, düşürmeden, kimseyi ezmeden, koş koş… Hayır, sokağın ucunda en az 3 sıra polis! Geri koş, orda biber gazı ve dumanın ardında polis! Ne yapmalı? Bir kapı açılıyor, içeriden sarı uzun saçlı bir genç seni çağırıyor, 4 kişi işareti görüp oraya sığınıyor, binaya girer girmez hızla kapanan demir kapının sesini duyuyorsun. Burası bir kafenin girişi… Kafeye çıkıp pencereden sokağı izliyorsunuz hep beraber, içeride ölüm sessizliği, dışarıda ayak sesleri… Sorun yok gibi, polis saldırmıyor, sokaktakilerin her biri bir yana dağılıyor, kimse kalmayınca sokağın iki başındaki polis de gidiyor. Bu hengame 15-20 dakika sürüyor, saat 12.20. İçindeki ateş, sokağa taşıyor seni ve sessiz sakin yine İstiklal’de bir mağazanın önünde hareketi kolluyorsun.

Şimdiye kadar anlattığım sahneyi, çevrendeki çehreleri ve atılan sloganları biraz değiştirerek 2-3 kez daha tekrarlıyorsun… Her seferinde farklı bir yere sığınıyor, hiç tanımadığın bambaşka birinden güç alıyorsun. Ancak sahnenin her tekrarında biber gazının miktarı da etrafta gözünü açamayanların da sayısı artıyor. Her koşturmaca da gazdan etkilenen birinin koluna girip koşmaya devam ediyorsun, burnun genzin gözlerin yanıyor, sen bunu değil, sadece bir sonraki seçeceğin sokağı düşünüyor, yanındakine “Yüzüne su değdirme, gözünü yıkama sakın!” diyorsun. Her toplaşmada en çok 3 slogan atılabiliyor, sadece son sloganda –o da belki- pankart açılabiliyor, sonrası polisten kaçış, biber gazından kaçış… Günlerce öncesinden Limter-İş’le yürüyebilme, Tuzla işçileri ile dayanışabilme hayali kurmuşsun… Yürüyüş ne mümkün, 3 sloganlık zamanın var sadece, üstelik çoğu grubun da Harbiye yolunda polis tarafından şiddetle engellendiği haberi gelmiş sana kadar. Bir garip bayram yaşıyorsun ki, gözlerin yaş dolu, yüreğin küt küt. Ve bayramı düşünemiyorsun ne yazık ki, etraf belirsizlik dolu, bir sonraki adımını tasarlamalısın.

Son toplaşmada anarşistleri görüyorsun uzaktan, ellerinde siyah bayraklar, ağızlarını kapatan bez parçalarıyla. Yine ilk sokağa sapıyorsun ama bu sefer polis sokağın ucundan sana doğru gelmeye başlamış bile. İlk binaya dalıyorsun 10-12 kişiyle, kapatıyorsun binanın kapısını ardından. Yukarı mı çıkmalı, burada mı kalmalı derken, polis dayanıyor kapıya ve demir kapıda yumruklarını duyuyorsun ve küfürlerini yumruklarının arasından…

Son sürat tırmanıyorsun merdivenleri son kata kadar tek solukta çıkıyorsun, polis giriyor içeri peşinden. Binada her kapı kapalı, çatıya çıkış yok. Merdivenlerde arkandakilerin feryadını duyuyorsun. Son katta köşeye sıkışıp kalıyorsun. Ve gözleri ateş saçan sivil polisler binlerce küfürle gelip önüne gelene indiriyorlar copu. Herkes yerde cenin pozisyonu almış, sen ayaktasın, gözlerin faltaşı gibi açık, önündeki çocuğa inen copları izliyorsun, bu copun her inişinde çıkardığı sesi duyuyorsun, yerdekilerin çığlıklarını duyuyorsun, “gık” demeden duruyorsun, kıpırdamadan duruyorsun. “O cop 5cm yukarı inse çocuğun sırtında, tek harekette ölecek çocuk, tek darbede, tek solukta.”, tek düşündüğün bu. Gözünün önünde ölecek çocuk, copun tek darbesiyle… Korkudan kaskatı kesiliyor vücudun, gözünü kırpmadan, sesini çıkartmadan öylece dehşet içinde izliyorsun. Çocuğun 1–2 dişi düşüyor ağzından, diğerleri de feryat figan, üniformalı polisler onları ite kaka merdivenlerden indiriyor.

O ana kadar sana tek fiske inmemiş. En üst katta, bir sen bir de çocuğa copları indiren sivil polis kalıyorsunuz, hâlâ nefret dolu polisin gözleri. “Senin adın ne?” diye bağırıyor, senden ses yok. “What is your name?” diyor, ama sen bir önceki sahnede takılmışsın, ne söyleyeceğini bulamıyorsun. “Adını söylesene lan!”, son kükreyişi polisin, bir anda şoktan çıkıp kendi adını haykırıyorsun 3 kere bağıra bağıra… (Oysaki Mary desen, Simone desen paçayı kurtaracağın belli, bunu kendi adını haykırırken ancak farkedebiliyorsun. Aslında o ana kadar sana niye bir fiske vurulmadığını da o an anlıyorsun, seni turist sanmışlar besbelli.) Sivil polis önce suratına tükürüp, saçlarından tuttuğu gibi seni havaya kaldırıyor. <ı>“Bu devlet bizim lan, devletini koru!diyip merdivene atıyor seni, peşinden koşup sille tokat girişmeye başlıyor. Tek bir cop darbesi yok, tanrının şanslı kulusun. Yüzüne inen tokatların acısını duyamadan duvara çarpmaların acısını duyuyorsun, sonra merdivende sürüklenmeye devam ediyorsun. Her 2-3 basamakta bir “<ı>Bu devlet sen adam ol diye çalışıyor lan, devletini koru!” diyip tokadı indiriyor. <ı>(“Acaba gerçekten de inanabiliyor mu, devleti koruyacağıma bu tokatları attıktan sonra?” diye düşünüyorsun.) İki kat böylece sürüklendikten sonra, sol ayağın merdivende burkuluyor ve basıyorsun feryadı sen de, adam seni susturamıyor, adam seni yürütemiyor, adam seni alıp aşağıya indiremiyor… Bu yüzden senin tüm eşine dostuna sövüp, son okkalı tokadını patlatıyor, <ı>“Hepiniz teröristsiniz lan, bu devleti size yem etmeyiz, devletini koru, bu devlet yetiştirdi seni!” diye yırtınıp, koşarak gidiyor.

Daha sonra tekrar geliyorlar ve hepimizi alıyorlar, yine aynı küfürler, yine aynı dayak. 3 sığınmacı, merdivenlerden iniyorsunuz, tutukluluğu kabul etmiş tavırlarla, direnmeden, ses çıkarmadan. Yine de tekmeliyorlar merdivendeki polisler, yine de itip kakıyor, küfrediyorlar. Diğer ikisi önde, sen onların gerisinde tam binadan çıkacakken, son basamakta, bir polis büyük bir şiddetle copu indiriyor önündeki adamın kaval kemiğine. Hiç duymadığın kadar yüksek bir çığlıkla yıkılıyor adam yere, onu iki omzundan tutup kaldırıyor polisler. (Yürüyemez ki bu haliyle?!) Ve biri diyor ki copu vurana “Dur artık, dışarı çıkıyoruz.” Böylece anlıyorsun, bu sene alınan önlemlerden en önemlisini: <ı>“Sokakta şiddet yok, binada şiddet serbest.” Böylece farkediyorsun, bu nefret bu gözlerde böyle delice parlıyorken, uygulanan şiddetin binde biri basına yansımayacak. Bu senin yaşadığın, “bu senin yaşadığın” olarak kalacak. Polis “koruyucu” göreviyle, insanlara sadece uzaktan biber gazı ve su salmış olacak.”[1]

Bir, 1 Mayıs daha böylece isyankâr, itaatsiz, devlete kasteden “teröristleri” bu hain emellerine varmadan bastırıp, maazallah eğer bu olmasaydı ortalığın kan gölüne dönüp devlete olan güvenin bozulacağı, hatta belki devletin çökerek toplumun ölçüsüz bir kaosa sürüklenmesi, belki de memleketimizin düşman çizmeleri ile çiğnenmesi önlenmiş oldu. Valimiz Muammer Güler ve Taksim Fatihi Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah sayesinde bu hain plan engellendi, Türkiye Cumhuriyetin bekası sağlanmış oldu. Onlara çok ama çok şey borçluyuz.

Sayın Vali Muammer Güler, Sayın Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ve Kahraman Türk Polisinin bayramı mübarek olsun.



[1] İşte 1 Mayıs, İşte Taksim http://paspamuk.blogspot.com/

 
Toplam blog
: 44
: 809
Kayıt tarihi
: 06.06.07
 
 

Sosyoloji ile ilgili olarak Birikim, Üç Ekoloji, Birgün Gazatesinde çeşitli yazılarım çıktı. Ayrı..