- Kategori
- Psikoloji
Kahramanım Dexter

Bu aralar bir kahramanım var. Bu pek sık olmaz. Yani insanları kahramanlaştırmaya dair bir problemim var. Kahraman kavramı, bize dayatıldığı şekliyle, içi boş ve sahte geliyor bana. Defoları sümen altı edilmiş, fazlasıyla abartılmış, gereğinden çok havalı... Ama Dexter farklı. O zaten baştan aşağı defo... Ya da değil...
Gönlümde yer etmiş tüm polisiye dizi kahramanlarını anında ekarte ederek birinci sıraya yerleşen Dexter’ın hikayesi şöyle: Kahraman bir polis, henüz üç yaşındaki minik Dexter’ı bir cinayet mahalinden kurtarır ve evlat edinir. Dexter büyür ve Miami polis departmanının adli tıp biriminde kan uzmanı olarak çalışmaya başlar. (Zaten ABD’de hemen her şeyin bir uzmanını bulmak mümkün. Şimdiye kadar böcek uzmanından, hiportermi uzmanına kadar sayısız mesleğe rastladım izlediğim, okuduğum şeylerde.) Dexter’ın bir kız kardeşi var ve o da polis. Üstelik –ironiye bakın- cinayet masasında görevli. Tabii Dexter’ın her normal insan gibi bir kız arkadaşı da var; biraz yaralı, tatlı biri...
Kısacası son derece sıradan görünümlü biri Dexter. Ama aslında o bir seri katil. Ancak iyi tarafından. Yalnızca haksız yere, planlı programlı, sırf zevk için adam öldürmüş kişileri öldürüyor.
Polis baba, oğlunun içindeki öldürme dürtüsünü erken keşfettiği için çocukluktan itibaren onu nasıl adil bir seri katil haline getireceği projesi üzerinde çalışmış. Tabii bu arada çok sevdiği oğlunun yakalanıp elektrikli sandalyeye mahkum olmaması için ona yakalanmamanın ve kanıtları yok etmenin yollarını da öğretmiş. Sonunda ortaya kanı sevmese de onunla oynamayı seven, asla “masum” bir insanı öldürmeyen, adil ama merhametsiz Dexter çıkmış.
İnsanoğlunun ilkel intikam isteğine ve adalet duygusuna hitap eden Dexter’ın her cinayeti izleyenin de içine su serpen cinsten. Yani adamlar-kadınlar öyle kötü ki... (Bir de kurbanlarını çok steril ve çabuk öldürüyor.) Ama benim Dexter’da hayran olduğum şey başka. Çok güzel “sıradan insan” taklidi yapıyor. Babası iyi bir iş çıkarmış gerçekten. İnsanlar onun biraz “garip” olduğunu düşünseler de -işinden dolayı- “laboratuvar faresi” deyip geçiyor. Bilmiyorlar ki Miami sokaklarında rahat yürüyebiliyorlarsa bu biraz da Dexter sayesinde.
Dexter’ın diğer seri katilleri gibi şan, şöhret, takdir görme gibi takıntıları yok. O sadece içindeki “açlığı doyuruyor”. Bu arada da “iyiliğe” hizmet edip dünya üzerinden bir “kötünün” yok olmasını sağlamanın mutluluğunu yaşıyor.
Plazanın kapısından girdiği anda kendiliğinden sıyrılıp, savaş baltalarını kuşanan ve yeni bir gün için hazırlanan insanlar, aynı kapıdan çıktıkları anda nasıl birinin sevgilisi, çocuğu, kardeşi, annesi-babası oluyorlarsa, Dexter da toplum içindeyken bizden biri oluveriyor.
Ancak Dexter için bu hayatı sürdürmek hiç de kolay değil. Öncelikle olmadığı biri gibi davranmak onun için işkenceden farksız. Diğer insanlar gibi üzülemeyen, sevinemeyen, sevemeyen, insanların eğlendiği şeylerle eğlenemeyen Dexter için tüm hayat aslında yorucu bir karnaval gibi. Bizim gibi insanlara biraz küçümseyerek, biraz da imrenerek bakıyor. Yine de halinden memnun sayılır. Olmasa da yapacak bir şey yok, tabiatı böyle... Bu durumu kabullenmekten başka çaresi yok.
Ancak bir korkusu var benim kahramanımın (Dedim size o sıradan bir kahraman değil. Birilerini kesip biçmesinin dışında tam bizim gibi. Defoları, korkuları, endişeleri var). Dexter’ın –kendi sözleriyle- içi boş. İçinde koskocaman bir boşluktan başka hiçbir şey yok ve insanların bunu görmesinden çok çekiniyor. Bu nedenle de kimseyle yakınlaşamıyor, kimseyle gerçekten ilişki kuramıyor. Etrafı insanlarla dolu olsa da kimseyle yakın iletişimi yok. Özellikle de çok sevdiği kızkardeşini, kendisinin kim olduğunu anlayamasın diye hep uzakta tutuyor. Yanındayken gerçekten kendisi olabildiği tek kişi, ona bildiği her şeyi öğreten babasıymış. O da 10 yıl önce ölmüş. Dexter şimdi tam anlamıyla kimsesiz...
Derin bir yalnızlık, sevgisizlik, iç sıkıntısı ve hayal kırıklığı Dexter’ın hayatı. Kendisi gibi olamayan, kendisi gibi olunca kabul göremeyen tüm insanlar gibi. Kabul görmenin gerekliliğine inandırılmış diğer tüm insanlar gibi.
Gönlümde yer etmiş tüm polisiye dizi kahramanlarını anında ekarte ederek birinci sıraya yerleşen Dexter’ın hikayesi şöyle: Kahraman bir polis, henüz üç yaşındaki minik Dexter’ı bir cinayet mahalinden kurtarır ve evlat edinir. Dexter büyür ve Miami polis departmanının adli tıp biriminde kan uzmanı olarak çalışmaya başlar. (Zaten ABD’de hemen her şeyin bir uzmanını bulmak mümkün. Şimdiye kadar böcek uzmanından, hiportermi uzmanına kadar sayısız mesleğe rastladım izlediğim, okuduğum şeylerde.) Dexter’ın bir kız kardeşi var ve o da polis. Üstelik –ironiye bakın- cinayet masasında görevli. Tabii Dexter’ın her normal insan gibi bir kız arkadaşı da var; biraz yaralı, tatlı biri...
Kısacası son derece sıradan görünümlü biri Dexter. Ama aslında o bir seri katil. Ancak iyi tarafından. Yalnızca haksız yere, planlı programlı, sırf zevk için adam öldürmüş kişileri öldürüyor.
Polis baba, oğlunun içindeki öldürme dürtüsünü erken keşfettiği için çocukluktan itibaren onu nasıl adil bir seri katil haline getireceği projesi üzerinde çalışmış. Tabii bu arada çok sevdiği oğlunun yakalanıp elektrikli sandalyeye mahkum olmaması için ona yakalanmamanın ve kanıtları yok etmenin yollarını da öğretmiş. Sonunda ortaya kanı sevmese de onunla oynamayı seven, asla “masum” bir insanı öldürmeyen, adil ama merhametsiz Dexter çıkmış.
İnsanoğlunun ilkel intikam isteğine ve adalet duygusuna hitap eden Dexter’ın her cinayeti izleyenin de içine su serpen cinsten. Yani adamlar-kadınlar öyle kötü ki... (Bir de kurbanlarını çok steril ve çabuk öldürüyor.) Ama benim Dexter’da hayran olduğum şey başka. Çok güzel “sıradan insan” taklidi yapıyor. Babası iyi bir iş çıkarmış gerçekten. İnsanlar onun biraz “garip” olduğunu düşünseler de -işinden dolayı- “laboratuvar faresi” deyip geçiyor. Bilmiyorlar ki Miami sokaklarında rahat yürüyebiliyorlarsa bu biraz da Dexter sayesinde.
Dexter’ın diğer seri katilleri gibi şan, şöhret, takdir görme gibi takıntıları yok. O sadece içindeki “açlığı doyuruyor”. Bu arada da “iyiliğe” hizmet edip dünya üzerinden bir “kötünün” yok olmasını sağlamanın mutluluğunu yaşıyor.
Plazanın kapısından girdiği anda kendiliğinden sıyrılıp, savaş baltalarını kuşanan ve yeni bir gün için hazırlanan insanlar, aynı kapıdan çıktıkları anda nasıl birinin sevgilisi, çocuğu, kardeşi, annesi-babası oluyorlarsa, Dexter da toplum içindeyken bizden biri oluveriyor.
Ancak Dexter için bu hayatı sürdürmek hiç de kolay değil. Öncelikle olmadığı biri gibi davranmak onun için işkenceden farksız. Diğer insanlar gibi üzülemeyen, sevinemeyen, sevemeyen, insanların eğlendiği şeylerle eğlenemeyen Dexter için tüm hayat aslında yorucu bir karnaval gibi. Bizim gibi insanlara biraz küçümseyerek, biraz da imrenerek bakıyor. Yine de halinden memnun sayılır. Olmasa da yapacak bir şey yok, tabiatı böyle... Bu durumu kabullenmekten başka çaresi yok.
Ancak bir korkusu var benim kahramanımın (Dedim size o sıradan bir kahraman değil. Birilerini kesip biçmesinin dışında tam bizim gibi. Defoları, korkuları, endişeleri var). Dexter’ın –kendi sözleriyle- içi boş. İçinde koskocaman bir boşluktan başka hiçbir şey yok ve insanların bunu görmesinden çok çekiniyor. Bu nedenle de kimseyle yakınlaşamıyor, kimseyle gerçekten ilişki kuramıyor. Etrafı insanlarla dolu olsa da kimseyle yakın iletişimi yok. Özellikle de çok sevdiği kızkardeşini, kendisinin kim olduğunu anlayamasın diye hep uzakta tutuyor. Yanındayken gerçekten kendisi olabildiği tek kişi, ona bildiği her şeyi öğreten babasıymış. O da 10 yıl önce ölmüş. Dexter şimdi tam anlamıyla kimsesiz...
Derin bir yalnızlık, sevgisizlik, iç sıkıntısı ve hayal kırıklığı Dexter’ın hayatı. Kendisi gibi olamayan, kendisi gibi olunca kabul göremeyen tüm insanlar gibi. Kabul görmenin gerekliliğine inandırılmış diğer tüm insanlar gibi.