- Kategori
- Felsefe
Kant'ın Trajedisinde İnsan
Kant’ın, felsefesinde hayat verdiği insanın kaderi trajik bir kaderdir. Radikal olarak kötü, bölünmüş ve bu bölünmüşlükten birey olarak hiçbir zaman kurtulamayacak olan, ancak, toplum olarak bir takım şeyleri yapmak suretiyle ahlak açısından ilerleyebileceğini ortaya koyar. Bu görüş aynı zamanda psikanalize de hâkim bir görüştür.
Peki, ama insan neden böyledir?
Çünkü doğada aklı ile doğası arasında çatışma olan yegâne canlı türü insandır. Bu; insanlığın asla çözemeyeceği yapısal bir sorundur.
Et ile anlamın, hücre ile düşüncenin, genlerin ( doğa ) diliyle fikirlerin
( kültür ) dili arsında çıkması mutlak olarak kaçınılmaz olan savaş, bu koşullar altında başlar.
İşte kötülük; tıpkı tohumun tarlada yeşerdiği gibi, kültürle doğa arsında hiç durmadan devam eden savaşın meydanında yeşerir. Yani insan ruhunun tam merkezinde patlar ve ölene kadar devam eder.
Kant, karamsardır. Tıpkı, çıkmazda olan insanları anlatan tragedyalardaki kahramanlar gibidir. Evet. Öyledir. Çünkü yapmakta kararlı olduğu şeyi kendisi için bir görev olarak kabul etmektedir. Üstelik Kant için görev, duygulara aşkın bir sorumluluktur.
Sonunda, en inanılmaz olana yönelir. Tıpkı kendi yarattığı insanı yerden yere vurduğu halde yine de ondan vaz geçmeyen ve onları eğitmek için birbiri ardından peygamber gönderen Tanrı’nın yöntemine başvurur. Olmamış olsa bile, var olduğu varsayılan bir Tanrı’nın dinin fahri peygamberi gibi bir takım yasalarla çıkar karşımıza.
Kutsal kitabı ise ikinci kritiğidir. Tek şartı vardır. Hayata geçirildikten sonra dünyadaki şartlar ne kadar değişirse değişsin, sadece akıl ve bilimin yöntemleriyle kıyamete kadar güncellenecek olan yasalara, insanların duyguları ve mizaçları gereği değil, görev bilinciyle uymalarıdır. Çünkü duygular değişebilir, çelişip çatışabilirler. Ancak görev bilinci hiçbir zaman çatışmaz.
Bu arda ikinci inanılmaz da gerçekleşir ve Kant’tan elli iki yıl sonra doğan Freud, Kant’a sahip çıkar ve onu doğrular.
Lacan da boş durmaz her halde. Her zaman kullandığı sivri dili ve densizliğiyle ortaya çıkıp, gerçeği hiç yumuşatmadan pat diye yüzümüze çarpar. Ona göre, Kant’ın kritiğinin hakikati Maquis de Sade’da bulunmaktadır. Zira Sade, felsefeyi yatak odasına sokmuş ve konuyu kapatmıştır.
Öldükten sonra felsefi alemde kendisi hakkında esecek sert rüzgarları göğüsleyecek olan mezar taşına:
“Üzerinde düşündükçe iki şey ruhumu daima yeni ve giderek artan bir hayranlık ve saygı ile dolduruyor. Üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki Ahlak Yasası.”
Yazılmasını vasiyet edecek kadar varlığını, Adalet, özgürlük ve ahlak kavramlarının hayata geçirilmesine adamış bir kişidir Kant. İnsanın; insan zihninden münezzeh bir numen olan özgürlük kavramının “öz”ünü bilmesize imkân olmadığı için, ancak yaşadığı toplum içinde ahlaki yasalara uyma konusunda sergileyeceği irade oranında özgürleşeceğine olan inancı, göğsünde taşırken öldüğünü belirterek, anlatı şeklinde, tekniğe ve ayrıntıya mümkün olduğunca girmeden yazdığım yazıyı müsaadenizle bitirmek istiyorum.