Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Temmuz '10

 
Kategori
Anılar
 

Kapalı Maraş

Kapalı Maraş
 

Bana şimdi cilalı taş devri kadar uzak olan 1997 yılında Kıbrıs’a gitmiştim. Aylardan temmuzdu. Otelde kalmaktan hoşlanmayan her turist gibi, hergün bir yeri planlayarak geziyorduk. Taksi kiralayıp, önemli neresi varsa gidiyorduk.

Yeşilden hoşlandığım için Kıbrıs bana pek cazip bir yer olarak gelmemişti. Şehirde sarı taşlarla yapılmış binalar dikkatimi çekmiş ve açıkçası pek de içimi sarartmıştı.


O yıllarda Türkiye’de kumarhaneler yasaklanmıştı. O yüzden geceleri kumarhaneler, gerçekten de ilgi görüyordu.
Bense sürekli yeni bi yer görme arzusunda olduğumdan; kumarhaneye gitsem de, insanların hırsını, muhterisliklerini hayretle izliyor, para için makinelerdeki dönen sayılarla birlikte gözlerinin de döndüğünü görüyordum.

Sabah olduğunda gezmeye başlıyorduk. En çok dikkatimi çekense, çalışanların uzun öğle tatilleri ve sonrasında akşamüstü dört ya da beş gibi işten çıkmaları oluyordu.

Ben o zamanlar bi denizcilik şirketinde geminin gelme ve kalma süresine göre uzun mesailer yapan müşteri temsilcisi olarak, açıkçası hem kıskanmış hem de şaşırmıştım.

Buraya insanlar daha çok kumar oynamak için geliyorlardı.

Bizim gibi gezip tanımak isteyenler azdı. Bununla birlikte adada trafiğin soldan işlemesi bana her an bi araca çarpacakmışız gibi his uyandırmıştı.

Beni en etkileyen, en önemli yer Kapalı Maraş’tı. Buraya arabadan inmemek kaydıyla asker kontrolünde girebiliyordunuz ve ne fotoğraf ne de video çekemiyordunuz.

Şehre girip de, araba ilerlemeye başladıktan sonra hayalet bi şehre girdiğimi anlamıştım. Savaşın izini, her binada yavaş yavaş görmeye başladığımda tüylerim diken diken olmuştu.. Sanki 1974 yılında bombalandığı haliyle kalmıştı şehir.

O hayalet evlerden, dükkânlardan insanlar birer birer çıkacak bize, evlerimize, hayatımıza, geleceğimize ne yaptınız? diye hesap soracak gibi gelmişti.

İnsanlar diplomasiden, siyasetten uzak kendi yaşantılarını sürdürürken, tam da yaşamın ortasına bomba düşmüş her şeyi darmadağın etmişti.

Kapısı açık dükkânlarda, tabak çanaklar, kuyumcular, taksi durağının tabelası, panjurları delik deşik olmuş evler, sokaklara doğru büyümüş ağaçları, sağda solda bitmiş otlarla gerçekten çok ürkütücüydü.

Kendimi hiç bu kadar tuhaf ve çaresiz hissettiğim bi mekân olmamıştı, şimdiye kadar. O ıssızlıkta öyle düşünmüştüm ki, delik deşik duvarına baktığım evin mutfağında, hâlâ bi taze fasulye kaynıyor, bi kadın eşinin gömleğini ütülüyor.

Ama bi donukluk vardı.Evlerde oturanlar, kendilerini suskunluğa bırakmışlardı.
O öyle bi sessiz çığlıktı ki, burayı ziyaret eden herkese, savaşın ve yok etmenin anlamsızlığını, hayatın ve yaşamın güzelliğini anlatıyorlardı.


İlk kez savaşın izini görmüştüm. Bu ne televizyonda izlemeye, ne de gazetede okumaya benziyordu.
Savaş hayatı bitirmişti olanca acımasızlğıyla.
Bir zamanlar çok güzel, zengin ve hatta bugün için bile modern sayılacak otelleri, yuvarlak mimarili evleri, muhteşem olduğu söylenen denizi ile tüm suskunluğuyla bize haykırıyordu; savaşın ne berbat bişey olduğunu ve insanları bitirdiğini geride kalanların acılarla yaşamlarını devam ettirdiğini söylüyordu...

Ve ben her hatırladığımda, oradan ayrılırken delik deşik duvarlarlarına, o donmuş, ortadan biçilmiş hayatlara arkamı dönüp öylece bakmıştım.


Savaşın ne olduğunu görmüştüm.

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..