Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

02 Haziran '09

 
Kategori
Felsefe
 

Karaya Vuran Ademoğlu

Karaya Vuran Ademoğlu
 

Çık, açık denize...


Bitmek tükenmek bilmeyen “Yatırım Savaşları Filmi”nin çekim platosundayız; cümbür cemaat, hep birlikte! Öyle bir film ki bu film, tam bir ömür törpüsü; lakin heyecan biteviye! Heyecan heyecanı, hedef hedefi, yeni koşular yepyeni koşuları doğuruyor bu zorunlu serüvende! Koş! Durma sakın! Koş! Kemal Tahir’in Kara Kemal’inden öğrenemediğini Kurtlar Vadisi’nden öğrendin ya, durma koş! Biliyorsun; kurtlukta düşeni yemek, kanundur!


İşte dünya adını verdiğimiz gezegenin, hiçbir zaman reyting sorunu yaşamayacak olan yegane filmi “Yatırım Savaşları” da bunu anlatıyor ya! Durmanın en büyük tehdit olduğu psikolojisiyle biteviye bir “yatırım savaşı”nın adamı olmayı! Ahmakça, dur durak bilmeksizin bu dipsiz kuyuda ölümüne kürek sallamayı, hayat denilen en büyük piyangoyu kar marjına endeksleyerek abartısız intihar etmeyi, kıyıya vurmayı…


Anlatmasına anlatıyor da tabi; bu kıyıya vurma kısmı, filmin gizli mesajı! Herkes okuyamıyor, herkes göremiyor yazık ki! Filmin bir izleyicisi var ki, soluk soluğa heyecandan başka bir şey görmüyor, duymuyor, filmin vurdulu kırdılı aksiyon kısmına gömülerek, oltasına takılan balık canhıraş onu uyandırmaya çalışırken hiç yoktan yere balığı kaçırıp derin uykulara dalıyor; diğer bir izleyicisi de var ki, o dominant heyecanın ardına gizlenmiş hazin karaya vuruşları seyrediyor, aksiyona kapılmıyor, gizli mesajı okuyor… Arı bir şuurla; an be an tazelenen, berraklaşan, kristalize olan bir farkındalıkla okuyor…


Suyun sonsuz gök ile “aşk”la birleştiği o masmavi açık denizlerde, okyanusun o en sürprizli ve şen derinliklerinde kendi doğasını yaşaması gerekirken yolunu şaşırıp kıyıya vuran o güzel hayvancıklara, talihsiz balinalara ne çok üzülürüz biz! İçimiz cız eder! “Ahh!” deriz, “Ne vardı da yolunu şaşırıp kıyıya vurmasaydı bu canım hayvancıklar! Ne vardı yaralamasalardı kendilerini de, olmaları gereken güzelliğin içinde kendi muhteşem doğalarını yaşasalardı!”…


Acaba balinalar da bize bakıp aynı şeyi söylüyorlar mıdır ki? Eğer söylüyorlarsa hakları var doğrusu! Zira biz bunu çoktan hak ettik! Onlar belki arada bir kör bir akıntının kurbanı olup karaya vuruyorlar, zaman zaman az bir zaiyat veriyorlar; ama biz insanoğlunun baştan aşağı kaybetmiş, büsbütün rotasını şaşırmış çirkin hali bütün boyutlarıyla ortada…


Hayat denilen sonsuz olanaklar dünyası ve aslında mucizeler diyarı; apaçık bir malk mülk, statü ve sahte başarılar müsabakasına dönüşmüş durumda! Ve öyle vahşi bir yarış ki bu yarış, duran kaybediyor güya! Öyle söylenmiş, öyle zehirlenmiş, öyle kirletilmiş bütün bir insanlık!


Eğer altı ay aynı cep telefonunu kullanmışsan, her iki üç yılda bir, ev, arsa, araba, hisse senedi, bono, tahvil vs. cinsinden önemli atılımlar yapamamışsan, iş yerindeki pozisyonun son iki yıldır hala aynıysa ve herhangi bir terfi alamamışsan seni kaile almaya değmez pek! Zira sen daha çocuksun! “Büyük Yarış”ta, gelecek vaadedecek ciddi bir karakter değilsin henüz! Ve bu gidişle de hiç olamayacaksın; zira duran kaybetmiştir bu müsabakada. Üzgünüm ama, “Yatırım Savaşları Filmi”nde sana göre bir rol yok! Ve bu filmde iyi bir rol kapamadığın için de hiçbir zaman adam olamayacaksın!


Ne etkileyici ve zorlayıcı bir reklam kampanyası ama! Gel de satın alma şimdi bu ürünü! Gel de dışında kal bu senaryonun! Mümkün mü? Mutlaka bu önemli filmde bir rol kapmalısın! Yoksa halin ne olur? Kimse seni adam yerine koymaz, herkes seni aşağılar ve bir vebalı haline dönüşürsün bu koca dünyada! Sonrası ise o korkunç yalnızlık! Hem bu filmde bir rolün olmadı mı, unut artık sen, o “meşhur adam olma hikayesi”ni…


Ah şu meşhur mesele! Meşhur “adam olma” meselesi… İnsanlığın bin yıllardır dersini verdiği, ama her daim sınıfta kaldığı o hazin hikaye… Yatırım Savaşları Filmi’nde rol kapan herbir oyuncu, “Kurtardım! Artık meşhur Adam Olanlar Listesi’nde ben de varım!” diyerek kazandığını zannederken, Diyojen’in elinde lamba ile güpegündüz insanlığı aramaya çıktığı o acı paradoks!


Acaba dünya adı verilen bu muhteşem gezegen, adına toplum denilerek aklanmaya çalışılan cadı kazanının çirkince, vahşice dayattığı “Adam Olanlar Listesi”ne giren ve girmek adına ahmakça kendini paralayan sayısız insanla doluyken, neden gezegenin herbir yerinden bir zift gibi, bir çamur gibi, bir mırık gibi, bir irin gibi mutsuzluk akıyor? Adam olma yarışı kurtulmak ve sahil-i selamete kavuşmak adına bu denli önemli de, neden bütün bir yeryüzü sakinleri bugün peşpeşe karaya vurup “Mutsuzum, huzursuzum!” travmaları yaşıyor? Bunun ciddi, sağlıklı bir açıklaması olmalı elbet.


Görünen manzara o ki; “Yatırım Savaşları Filmi”nin aksiyon kısmına takılıp asıl mesajı kaçıran büyük çoğunluk, fena halde kapana girmiş durumda! O kadar ki, hepsi de koşu yoluna ters girmiş olmalarına rağmen bu sahte maratonu kazanma ümidinde ve aslında krizlerinde! Evet, krizlerinde! Çünkü hadise bu kadar marjinalleşmiş, Ademoğlu apaçık bu denli psikopatlaşmış durumda! Yarışta olmamak ya da her daim kaybetmenin dehşetli korkusuyla hemdem olmak, onu orijinal ayarlarından etmiş vaziyette!


Ve bu, varlığın kutsiyetini yok edici krizde, bu büyük vakumda boğulan Ademoğlu; sükunetini, huzurunu, var olmanın sonsuz şükrünü aksiyona sattı! Oltaya takıldı, oltanın ucundaki yeme tav olarak, o hazin karaya vuruş hikayesinin baş kahramanı oluverdi! O “Yatırım Savaşları Filmi”nde başrol oynamak istemişti hep, ama “Karaya Vuran Ademoğlu” filminde farkında olmaksızın rol aldı.


Başına ne geldiyse de bu farkında olmama halinden geldi ya zaten! Ne bedeninin farkında oldu, ne ruhunun, ne yüksek şuurunun, ne de bu yüksek şuuru kuşatan o en yüksek şuurun… Onun tek derdi vardı; “Yatırım Savaşları Filmi”nde iyi bir rol kapıp, meşhur “Adam Olanlar Listesi”ne kapağı atabilmek…


Ademoğlu, içi altın dolu sandukanın üzerinde oturduğu halde, bu zenginlikten bihaber bir halde dilenciliğe çıkan o meşhur ahmağın hikayesini dinlerken, Horatius da “Ne gülüyorsun! Anlattığım senin hikayen!” diye yırtınıyordu ya, duyan kim! Ve Ademoğlu duymadı… Asıl yatırımın varlığa yatırım, egosal jelatinden arıtılmış “kendi”ne yatırım, öze, “en halis, sonsuz ve sarsılmaz olan”a yatırım olduğunu duymadı, okuyamadı! Suflör kılığına girmiş egonun, “Durma sakın! Koş!” fısıltılarıyla nefsini şahlandırıp, akıntıya kürek çekti durdu…


“Nefsin bitmek bilmez yarış ve kıyas mantığı” onu otomatik pilota bağlayıp, el çabukluğu marifet farkındalığını hiç ederken, o hala aksiyonun peşindeydi! Ava giderken avlananlara kahkahalarla gülerken hangi fotoğrafı verdiğini kendine sorsan, sana cevap verecek halde bile değildi...


Eş, dost, arkadaş edebiyatı yaptığı insanlara, otomatik pilotla yaptığı ezbere seyahatin dışına çıkan tek cümle edecek canlılığı ve diriliği olmadı hiç! “İşi gücü ne yaptın?”, “O istediğin arabayı ne zaman alıyorsun?”, “Şu eski cep telefonunu da bir değiştirmedin gitti!”, “Eee? O planladığımız otelde ne zaman tatil yapıyoruz?” türünden klasik programın dışına çıkıp da, “Eeee dostum? Hakikatle aran nasıl? Yaşam denizindeki bu muhteşem yolculukta nerdesin? Suların dingin mi, huzurda mısın?” diyecek duruluğu, sağlamlığı ve zenginliği yoktu, kayıptı… Hakiki manada eş olmanın, dost olmanın, yoldaş olmanın bu duruştan, bu yanıştan, bu samimiyetten geçtiğinin bilincinde değildi, yitikti… Hatta gerçek bir ebeveyn olmanın…


Anne babalar, evlatlarının hakikat yolculuğundaki yükselişini, asıl başarısını dert edinmediler hiç! Onlar için önemli olan, çocuklarının iyi para kazanabilecekleri sağlam bir işe, iyi bir sosyal statüye, adına toplum denilen cadı kazanının onay vereceği sözde başarılı bir evliliğe adım atabilmesiydi. Eğer aile dindar bir aile ise ve çocuk da bir yaştan sonra dini vecibelerini yerine getiriyorsa, iş tamam sayılırdı! Bunlar sırasıyla gerçekleşti mi, ebeveynlerin üzerinden büyük bir yük kalkar, iyi bir anne baba olmanın verdiği sahte rahatlama sahneye çıkardı.


Kaç tane anne babanın evladını sessiz bir köşeye çekip de, “Evladım hakikatle aran nasıl? Hayat denilen bu sonsuz ve muhteşem yolculukta nerdesin? Ne kadar kazdın kendi toprağını, ne kadar derinleştin bu muazzam seyirde? Suların nasıl? Dingin mi, duru mu, temiz mi? Bu manada halleşelim, besleyelim birbirimizin varlığını!” dediğini duydunuz, yaşadınız? Bu cümleleri eden bir anne babanız, arkadaşınız ya da eşiniz oldu mu hiç? Olmadıysa, siz kaç tane dostunuza kurdunuz acaba, bu damıtılmış cümleleri? Cevaplar bilindik, yanıtlar bir hayli tanıdık… Biz hiçbir vakit edebiyatın ötesine geçemedik, varlığımızı kirleten o sahte rollerden sıyrılıp “kendi”miz olamadık! Çünkü henüz “olamadık”!


Bütün ekranlarda tüm gürültüsü ve vurdu kırdısıyla “Yatırım Savaşları Filmi” oynarken o kirli ekranın kapama düğmesine uzanıp, asıl yurdumuz olan sonsuz maviliklere doğru süzülemedik… Biz o talihsiz balinalardan çok daha hazin, çok daha vahim, çok daha utanılası bir şekilde karaya vurduk! Biz insanoğlu; yeryüzünün en ihtişamlı, en muazzam varlığı olarak karaya vurduk!


Ama açık denizler, adı üzerinde hep açıktır! Hiç kapatmazlar kapılarını! Her daim beklerler, kolları “aşk”la iki yana açılmış bir şefkatle, engin bir samimiyetle… Adı üzerinde açık deniz işte! Kapıyı vurmaya ne hacet! Ne zaman gitsen ordadır, sonsuz bir sabırla bekler seni…


Ve öyle yürekten bekler ki; “Bunca zamandır neredeydin? Neden derinlerde mayalanmak dururken, sığlarda oyalanmaktı derdin?” diye sormaz, sitem dahi etmez… O senin yaptığın hiçbir şeyi yapmaz! Yargılamaz, sorgulamaz, lanetlemez ve kirletmez… Sadece eşsiz bir sabırla bekler ve cesaretli adımlarını engin bir sıcaklıkla karşılayıp, sarar seni… Sarar da, canın da sarmalar…


Ve aslında o hep sarmıştı seni…

Sen bilmedin, yeni fark ediyorsun...


Ayten Çalış Yağmur


2 Haziran 2009 – Aliağa / İzmir

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara