- Kategori
- Dostluk
Kavanoz dipli dünya!
Bugün (17. 01. 2011) henüz gecenin zifir karanlığı aydınlanmadan metrobüs durağında arkadaşım Nevinle buluşmak üzere evden çıktım. Hafifçe yağmur çiseliyor soğuk bir rüzgâr esiyordu. Sokakta ufak su birikintileri oluşmuş, caddeden geçen tek tük araçlar ve konserveye dönüşmüş, hıncahınç insan istifli otobüslerden ve benden başka kimsecikler yoktu. On dakika minibüs bekledim ve nihayet arzı endam edene oturacak yer olmasa da bindim.
Caddede beklerken bu saatte tatlı uykularından uyanıp işlerine koşan, akşam tekrar evlerine dönen insanları, bir de havadan para kazanan bir elleri yağda, diğer elleri balda olanları düşündüm. Birileri villalarda padişahlar gibi yaşarlarken diğerlerinin ev kiralarını bile karşılamayan paralar karşısında alın terlerini düşündüm. Bu soğukta evsiz barksız olup parklarda uyuyanları, yakacakları olmadığı için evlerinde battaniye altında oturanları, yok yoksulları, köleleştirilmiş işçilerimizi, insanlarımızı düşündüm. Kime isyan edeceğimi bilemedim”ey gidi ey, kavanoz dipli dünya” diyiverdim kendi kendime.
Adaletsiz dünya! Zavallı güzel ülkem! Kulağını tıkamış, gözlerini yummuş kendi dertlerinden başka dertleri yokmuşçasına duyarsız olmuş beli bükülmüş zavallı halkım! Ayakta uyuyan gerçekleri görmek istemeyen, yarınları düşünmeyen güzel halkım!
Bizlere ne oldu böyle?
Adaletin batsın dünya, dedim.
*******
İlk defa Silivri Zulüm hanesine gidecektim, heyecanlıydım, üzgündüm, ürkek bir kuş gibiydim. Neler görecektim, ne ile karşılaşacaktım ve nasıl dayanacaktım?
Yol boyunca Nevinle lafladık. Mecidiyeköy durağında indik ve cumhuriyet Gazetesinin oraya kadar yürüdük. CUMOK’ UN ayarladığı otobüslere bindik sırayla. Yolda cep telefonlarımızı kafa kâğıtlarımızı bir hanım genç kızımız topladı. Bir buçuk saat sonra Silivri zulüm hanesinin kapısı önündeydik.
Bizden önce gelenler olmuştu. İzmir CUMOK tan gece 24 te yola çıkmışlar, vatanın her köşesinden gelenler olmuştu. Aramalardan sonra turnikelerden itiş kakış içeri girdik. Nüfus kâğıtlarımızın adetine göre bizlere sarı kurdeleden boyun bağları verdiler. (O sarı kurdeleyi iade etmedim ve evimin baş köşesine astım.)
Ne yazık ki mahkeme salonunda oturacak yer kalmadığından ziyaretçi kartı bitmiş, uçları boş kurdeleleri boyunlarımıza öylesine kolye gibi taktık.
Ne bir oturacak, neredeyse ayakta duracak yer bile kalmamıştı. Muazzam bir katılım vardı.
Otobüs dolusu insanlar akın akın geliyorlardı halen. Sonra her yer dolduğundan sonradan gelenleri içeri almadılar gelenleri.
Sabahın kuru ayazında titreşen insanlar o soğukta, içeriden bir haber alabilme umuduyla bekleşip durdular.
İlk oturum saat 11 deydi. Orada kimler yoktu ki, bir sürü çoktandır görmediğim can dostlarıma rastladım bol bol konuşup hasret giderdik. Herkesin üzüntülü olması yanını sıra başlarının dimdik olduğunu gördüm. Bu çok güzel bir olaydı.
Yenilmedik, yenilmeyeceğiz biz buradayız diyorlardı adeta.
Salona girip duruşmaları izleyememe düşüncesi beni ve birçok arkadaşımı kahrediyordu ama bizim buradaki varlığımızın tutuklu olanlara moral olması düşünceleri ile teselli oluyorduk.
Bir köşede arkadaşlarımla konuşurken alkış sesleri duyduk. Hemen kapı girişine yöneldim ne oluyor diye. Tekerlekli sandalye ile Albay Arif Doğan içeri sokuluyordu. Galiba kolunda serum bağlıydı veya başka bir şeyler vardı. Tam dikkat edemedim. Adamcağızın rengi ölü gibiydi ve anormal nefes alışı vardı. Sanki her an ölecekmiş gibiydi. Bunu görmek beni nasıl etkiledi bilseniz. Hemen oradan uzaklaştım ama gözlerimden mani olamadığım yaşlar akıyordu bu sırada. Çok duygulanmış ve üzülmüştüm haline.
İçeride duruşma başlamıştı ama biz içeri giremiyor, giriş çıkışlarda kapıdan içeri gözleyebiliyorduk.
İçeriden alkış sesleri geldi, bu sırada nasıl olduysa çıkan bir kişinin kapıyı açmasıyla bir adım içeri girebildim bende. Tuncay Özkan ve Balbay’ı görebildim.
Uyarı üzerine alkışlar kesildi önümde olanların arasından ben de onlar gibi el salladım. Bizi dışarı çıkarttılar. Bu sırada Özkan (Mustafa Kemal’in bayrağını dalgalandırmaya devam. Bu yürek var sizde diye bizlere taraf sesleniyordu.
*****
İçeri girememek kahrediyordu beni. Buraya kadar gel ve izleyeme. Bu çok kötüydü elbette. Oysaki girip çıkanlar kartlarını bekleyen onlarca insana biraz verebilirlerdi, çay için çıkıyorlardı nasılsa.
Ulusal kanaldan olduklarını sonradan öğrendiğim ve arkadaş olup sohbet ettiğim bir basın mensubunun kartı ile içeri girdim. Bu arada kendime de halen bir basın kartı almadığım ve bu durumlara düştüğüm için kızdım tabi.
Oturacak yer yoktu ama buna da şükrettim. Eski bakanlarımızdan CHP li Önay Alpago CHP İstanbul Milletvekili Çetin Soysal, eski CHP Milletvekili Hakkı Ülkü, tam ön tarafımda oturuyorlardı. Sessizce el sıkıştım onlarla.
Ve bu sırada Tuncay Özkan savunmasını yapıyordu. Pür dikkat onu dinledim. ''3 yıl oldu burada yargılanıyorum. Ama hala suçumu bilmiyorum. Sizler kendi aranızda benim suçumu konuşamazsınız. Suçumu bana da söylemek zorundasınız. Yargılamanın ne zaman biteceğini bilmiyorum. Bırakın siyaset yapayım. Buraya gelen insanlar benim siyaset yapmamı istiyorlar, onun için buradalar. Buradaki yargılama bir despotik uygulamaya dönüştü artık.''
Geçtiğimiz duruşmada adalet istiyorum diye bağırınca bana 5 duruşmaya katılmama cezası verdiniz. Zaten üç yüz yıl ceza ile yargılanıyorum bunun üzerine bir üç yüz yıl daha mı ekleyeceksiniz sayın yargıç. ''Eşim ve kız kardeşimin dinlenmesine neden bir şey demiyorsunuz? Delillerle ilgili neden değerlendirme yapmıyorsunuz'' diye sordu.
Yargıçtan hiç ses çıkmıyordu bu sırada. Daha uzun ve güzel bir konuşma ile katillerin dışarıda ama kendilerinin haksız yere içeride tutulduklarını söyledi.
Hâkimin vicdanına dokunan çok anlamlı bir konuşma yaptı ve yerine oturdu. (Acaba vicdanlar bunu hissettiler mi?)
Ben bu konuşmadan sonra kartı diğer arkadaşlarıma vermek için dışarı çıkmak durumunda kaldım.
Sanki bir el boğazımı sıkıyordu nefes alamıyordum.
Hava almak için dışarı çıktığımda Özkan’ın akrabası olduğunu öğrendiğim bayan bana yahu bu nasıl adalet? Yedi aydır doğan yeğenini görmemişti onu göstermek için içeri girdik bir dakika çocuğu tutmasına izin vermediler, dedi kahrederek.
*****
İçeri çayhaneye girdiğimde sevgili Oktay Ekşi’yi gördüm. Gripmiş buna rağmen yanaklarından öptüm onu.
Yazarların çoğu oradaydı. Yazgülcü, Şükran Soner, Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Ercan İpekçi, Nail Güreli, Yıldız Kenter, Bedri Baykam görebildiklerim arasındaydılar.
CUMOK ‘un kurucusu nur yüzlü Türkan Erkin hanımefendiyi unutmamak gerekir bu arada.
Ruhunun güzelliği yüzüne vurmuş bir Atatürkçü.Gidiş geliş yolculuğumuzda sohbet ettim kendisiyle ve hayran oldum.
*****
Öğleden sonra yapılacak oturum için ara verildiğinde Barolar Birliği basın açıklaması yaptı. Bizler destek verdik.
Sevgili Balbay’ı dinleyememiştim onun da şu konuşmayı yaptığın bir avukat arkadaş anlattı.
Hakkımda 2 kez ağırlaştırılmış müebbet ve 300 yıla kadar hapis cezası ile yargılanıyorum.
Bu kadar ömür garantisini veriyorsanız tamam, ancak bu davalar arasında hiçbir hukuksal bağlantı kalmadı. Geldiğimiz nokta davanın bu şekilde devam etmeyeceğini gösteriyor. Hakkımda haberler çıkıyor. Eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in bana 'bu hükümetin hakim alımları sakıncalı' dediği yazılıyor. Bu suç mudur? 184 cinayetle yargılananlar dışarıda. Hukuku firardan kurtarmanızı bekliyorum'' diye konuşmuş.
Dönüş yolunda soğuktan değil ama bu adaletsizlikten ötürü stresten zangır, zangır titriyordum. Çünkü anladığım kadarıyla ömürleri 300 sene olsa, üç yüz yıl orada tutacaklar onları ve diğer suçsuz olduklarına inandığım vatanperverleri.
Bunun için onların milletvekili olmaları ile dokunulmazlık alacaklarını ve ancak öyle çıkabilecekleri kanısı ile facebookta gurup kurdum. Dokunulmazlıkların karşısında olan ben son çare olarak bunu düşündüm.
Kamuoyuna seslendim. Vicdanlara seslenmeye devam ediyorum.
En azından tutuksuz yargılanmalarını, insanlığın bu utançtan kurtulmasını istediğim için sesimin çıktığınca sesleniyorum.
Bu kavanoz dipli dünyanın belki de sesimizi duyarak vicdana geleceğini düşünüyorum.
Adalet istiyorum.
Adalette dürüstlük istiyorum.
Adil yargılama istiyorum. Suçsuz olanın özgürlüğünü istiyorum.
Çok şey mi istiyorum acaba ne dersiniz?