- Kategori
- Öykü
Kavuşma
Haydarpaşa Garı, İstanbul
Bugün yine onu bekliyorum. Kendimi bildim bileli onu bekliyorum. Hiç vazgeçmedim ondan, onun da benden vazgeçtiğine inanmadım hiç. Terkettiğinden beri beklediğim tek gün buydu. Bugünün, tıpkı o gün gibi trenlerin arasında olacağını biliyordum. Beni ondan ayıran trenlere kızgın mıydım, gerçekten bilemedim. Lakin acım o kadar büyüktü ki, o günden sonra düşmanını daha iyi tanımak isteyen bir avcı misali daha da yaklaştım trenlere. Sinsice aralarına girip, dost oldum onlarla. Her akşam, o gittiğinden beri buraya gelip onun dönmesini bekledim. O gelmeyince de ağladım. Bazen gözyaşlarımı numaradan o kadar şiddetle akıttım ki, trenler görsün istedim, bana ne yaptıklarını. İnsanın en masum haline sahtelik değsin istemezdim; ama buna mecburdum. Bunu yapmasam umudum olmazdı ve umudum olmasa, her gün buraya gelecek dermanım da olmazdı. Şimdi bana pişman mısın diye sorsanız, içimdeki tüm acabaları bir kenara bırakıp: ‘Hayır, asla!’ diye haykırırım, var gücümle. Trenleri kandırdığıma da pişman değilim. Evet, tam bir kadın kurnazlığıyla kandırdım onları. Bana tümden küsmesinler diye, ağlarken de umutla beklerken de mahzun mahzun konuştum onlarla, çünkü. Onsuz neler çektiğimi hep onlarla paylaştım. Bazen de içimdeki gerçek beni görmelerine izin verdim; bu tarihi yerde, bir harem gözdesi gibi sessizce beklediğim anlardı böyle anlar. O anlarda, trenler haremin muhafızları gibiydiler. Bu koskocaman gar da benim sarayımdı. İçimi bilen, beni kendine mahkum eden sarayım. Trenler bazen çok acırlardı bana, bilirdim bunu. Acırlardı acımasına ama bana geri getirmezlerdi onu. Belki nefretimi, içimdeki sinsi yanı daha ilk günden farketmişlerdi de beni yanlarında tutup daha da canımı acıtmak istiyorlardı.
Onu beklerken, bugun de gelmeyecek dediğim umutsuz anlarda, trenlerin benden esirgeyip başkalarına dağıttıkları şevkati, imrenerek izlerdim. Bir anne oğluna sarılırken, baba kızını babacım diye kucaklarken, iki sevgili birbirine kavuşurken hep içim umutla dolardı. Bir gün o sahneler benim de başıma gelecek, diye düşünürdüm heyecanla. Kıskanırdım da o insanları, hatta beddua ederdim bazen: ‘İnşallah trene bir şey olur da bir daha kavuşamazsınız!’ derdim, öfkeyle. Öfkemin aslında kime bile olduğunu unutarak, umutsuzca ağlardım sonra.
Şimdi, neden aklıma bu geldi bilmiyorum ama, öyle anlardan bir tanesinde, yaşlı bir teyze oturdu yanıma. Oturabilir miyim diyen sesinde, kendiminkine eş bulduğum bir bekleyiş vardı. Sanki o da benim gibi inatla birini bekliyordu. İlerlemiş yaşına rağmen çok güzeldi. Belki bana annemi andırdığı için de öyle güzel gelmişti. İlkin hiç konuşmadı benimle. Sessizce oturmuş, trenleri seyrediyordu. Bakışları benimki gibiydi. Çok özlediği birini arar gibi bakıyordu. Bazen öfkeyi, bazen şevkati, bazen de acıyı görüyordum yüzünde. En tanıdık olanı ise affedemese de vazgeçememin verdiği çaresizlikti. Ne düşlediğini merak etmiyordum; sanki çok benzerdi yaşadıklarımız. Hiç sorma gereği duymadım ondan. Bir aralık yüzüme tatlılıkla bakıp: ‘Sen sen ol, sana aşık olmayan biriyle evlenme, kızım’ dedi bana. Onun da kalbinin kırık olduğunu, böylelikle anlamıştım. Sonra kocasının kondüktör olduğunu söyleyince çok şaşırdım. Hepsi böyle bunların diye hayıflandım. Bir de trenlere bir kez daha öfkelendim. Kendi hikayemi anlatacaktım ki, teyze gözyaşlarıyla uzaklaştı yanımdan. O da en az benim kadar acı çekiyordu ve çaresizdi. Kanserli oğlunun ölümünü bekleyen bir ana kadar çaresizdi. İsminin kaderini yaşıyordu sanki, ismi gibi özlemini çekiyordu sevdiğinin. Kocasının onu gerçekten sevemediğini, sadece acıdığı için onunla evlendiğini anlatmıştı. Onu sürekli döven babasından kurtarmak için evlenmişti onunla. Bir trende tanışmışlar kocasıyla. Babasının eziyetinden kaçıp, uzak bir köydeki teyzesinin yanına sığınmak için koşarcasına bindiği trende tanışmışlar. Hasret Teyze, o kadar güven duymuş ki kocasına, yanına oturabilir miyim dediğinde hemen kabul etmiş. Sonra kocası, oracıkta onunla evlenmek istediğini söylemiş. Hasret Teyze, kocasının hemencecik orada onu sevmediğini anlamış elbette; ama babasının yanında her gün dayak yemektense, bu adamın yanında, huzurlu bir hayat geçirmek daha cazip gelmiş ona. Belki zamanla severiz birbirimizi diye düşünmüş. Bir de: ‘Kocam bana, o ilk günden beri, eskiden tanıdığı, çok sevdiği birine bakar gibi bakardı’ demişti, Hasret Teyze. Bunun başka bir kadın olmasının, onu aslında çok rahatsız ettiğini sezdiğim için bu konuyu hızla geçiştirmesine de izin vermiştim. Kocasının işini çok sevdiğini ve sürekli yolculuk ettiği için onu hep yalnız bıraktığını anlatmıştı. Kocasının en sevdiği şey, trenlerle yolculuk edip, yolcularla konuşmakmış. Yıllardır bundan hiç vazgeçmemiş. Başka hiçbir işi yapmayı aklından bile geçirmemiş, bunu kendisine teklif eden Hasret Teyze’ye, bir gün dayanamayıp tokat bile atmış. Hasret Teyze’nin kırıldığı şey tokattan çok tokatı atarken söylediği laf olmuş. Evliliğim süresince en az trenler kadar çektiğim bir gölgeydi o kadın diyerek veryansın etmişti. Kocasının tam olarak ne dediğini soramamıştım elbet ama bunun eski bir aşk hikayesi olduğunu anlamıştım. Hasret Teyze’nin hikayesi, bana kendi hikayemi hatırlatmıştı. Bir de annemi elbette; Hasret Teyze, ağlayarak yanımdan uzaklaştığında sanki annemi uğurlar gibiydim. Sevdiğini, Hasret Teyze gibi trenlere kaptıran kara gözlü, güzel annem.
Doğu Ekspresi’nin düdüğünü duyuyorum. Heyecanım, ellerimi kıpır kıpır ederken, yüreğim de yerinde duramayan küçük çocuklar gibi. Tanrım burda olabilir mi? Şimdi, şuradan çıkıp, kollarını bana doğru açıp: “Gel benim boncuğum der mi?” Masmavi gözlerime gülümseyerek bakar ve boncuğum derdi bana. Aman Tanrim! galiba tren duruyor, sanki benim de kalbim duracak. Ellerim dokunduğu yeri hissetmeyecek kadar kendini kaybetti galiba. Ben de tarifi çetin duygular içerisindeyim. Sevinç, korku, telaş, kızgınlık, nefret, kıskançlık her şey var şuanda. En çok da ordan çıksın, bana kollarını açsın da başka bir şey istemem duygusu. Size bir şey diyeyim mi, şimdi karşımda belirse, her şeyi affederim, onca acıyı hiç olmamışcasına dindirir onun gelişi. Hiç ayrılmamışız gibi devam eder her şey kaldığı yerden. Dindirir mi gerçekten? Onca acı bir çırpıda geçer mi sahiden de? Vakit de bir türlü geçmek bilmiyor. Herkes inse ya bir an önce. Acaba ben mi girsem trenin içine? Niye bekliyorum ki, koşup onun kollarına atlasam hemececik!
Yok işte, Allah kahretsin yine yok. Bu trende de yok, yok, yok! O giderken hissettiğim hayal kırıklığı, o korkunç acı saplandı yine içime. Tabi yine o bir türlü kurtulamadığım ayrılık sahnesi... Mavi formasından çekiştirip, gitme diye yalvarmıştım. Ne olur gitme, beni bırakma diye ağlıyordum. Yüzüme bile bakmadan, trene binip gitmişti. Maviydi tren, ikimizin gözleri, onun üniforması gibi maviydi. O gidince, saatlerce oturup ağlamıştım garda. İnanmak istememiştim gittiğine. Beni bırakıp gittiğine, benden vazgeçebildiğine inanamamıştım. Kendime, onun dönüşünü bekleyeceğime dair söz verdim; çünkü bir gün bana döneceğini hep biliyordum.
İzmir Mavi Treni, Balıkesir
Hasan, yanındaki genç delikanlının düşünceli gözlerine baktı. Eskiden ne de çok görürdü bu yüzlerden. İnsanlar sanki dertleşmek için trene binerlerdi. Yüzlerini cama dayayınca, geçecekmiş gibi gelirdi tüm sıkıntılar insanlara ki, yüzleri cama yapışmış, saatlerce bıkmadan dalıp giderlerdi uzaklara. ‘Ah şu trenlerin dili olsa da konuşsa’ dedi gülümseyerek yanındaki delikanlıya. Bu lafı daha önce binlerce kez söylemişti ve bu laf sayesinde pek çok ahbap edinmişti. Mesleğini çok seviyordu. Trenler insanları taşırken beraberinde sevgiyi, özlemi ayrılığı, acıyı yani hayata dair herşeyi de taşıyorlardı ve o bunları paylaşmayı seviyordu. Başkalarına göre sadece bilet kontrol etmekten, demiryollarının maddi çıkarlarını korumaktan ibaretti işi; ama ona göre o, tren meleğiydi. Bu işi, babasından öğrenmişti. Babası da kendi babasından. Büyük dedesi, onun babası, dedesi, kendi babası tüm ataları bu işten ekmek yemişlerdi. O da trenlerle büyümüştü. Küçükken kondüktör demeye dili dönmediği için babası biz tren melekleriyiz derdi ona. Trenleri ve insanları koruyoruz çünkü derdi. Melekler, insanları nasıl korurlarsa biz de insanları ve trenleri koruyoruz öyle derdi. Biletlere bakarken insanların gözünün içine bakıp, onların içinden geçenleri okumayı da babasından öğrenmişti. Konuşmak isteyenlerle konuşmalısın derdi hep, babacığı. Babasından öğrendiği gibi icra etmişti bu mesleği. Tıpkı babası gibi o da tüm hayatını bu işe adamıştı. Bu iş için sevdiği kadını, ailesini bile kaybetmişti. Hasretciği, daha fazla dayanamamış, yıllarca tren istasyonlarında onu beklemekten yorulmuş ve onu terketmişti. Bu bacağını ondan alan kaza olmasa, memleketine döner miydi, tam bilemiyordu. Onu İstanbul’a götüren bu kaza mıydı, yoksa geçmişe duyduğu özlem miydi?
Çalışırken hep yaptığı gibi, kendi sıkıntısını unutmak için bir başkasina yöneltmişti dikkatini. Delikanlının yüzü de kendisininki gibiydi. O da bıraktıklarına geri dönüyordu sanki. ‘Yolculuk İstanbul’a mı?” diye sordu. “Evet” dedi, şaşkınlıkla genç adam. Masmavi gözleriyle Hasan’a baktı ve: ‘Uzun bir aradan sonra memleketime dönüyorum. Ben mühendisim, bir demiryolu işi için yurt dışına gitmiştim. Uzun süre kaldım oralarda ama yapamadım. Sevdiğimin hasretine dayanamadım ve döndüm. İstanbul’da beni bekliyor’ dedi. Hasan’ın dinlerken gözleri yaşardı. Öz evladı gibi sevdi oğlanı ve kendi gençliğini gördü onda. Tabi delikanlı kendisi gibi yapmamış, zamanında dönmüştü. O, bekleyenlerin umudunu kırmadan dönmeyi bilmişti. Kendisi neden öyle yapamamıştı bilmiyordu. Belki kızmıştı ona, onu anlamadığı için bencillik ettiği için kızmıştı karısına. Teselliyi yine trenlerinde bulmuştu. Birlikte seyahat ettikleri kentlerde ve insanlarda bulmuştu acının, özlemin çaresini. Sonra Hasret’i tanımıştı. Ona acıdığı için onunla evlenmişti; ama kendince sevmişti de onu. İlk zamanlar her şey iyi gidiyordu. Hasret bu bitmek tükenmek bilmeyen tren yolculuklarına kızmıyordu. Eve geldiğinde sıcacık yemeğini yiyor ve karısının koynunda aradığı mutluluğu buluyordu. Belki çok tutkulu değildi birbirlerine dokunuşları; ama seviyordu Hasan karısına dokunmayı, onu okşamayı. Hasret çok istedi bir çocukları olmasını; ama bir türlü olmadı. Hasan gidince onun yerine koyacağı bir oğlu olmamasına çok dertliydi, Hasret. Gitmedikleri doktor kalmadı; ama bir türlü Hasan’ına bir evlat veremedi. Hasan geçmişte yaptıklarının cezasını çektiğini düşünüyordu. Trenlere olan sevdasının geride bıraktırdıkları için hayatın ondan intikam alma şeklinin bu olduğunu düşünüyordu. O’nu bir kere daha evlatsız bırakıyordu hayat. Peki Hasret’in suçu neydi? Zavallı, iyi yürekli Hasret ne yapmıştı da bu hayatta, o babayı ve kendisini hep yalnız bırakan bir kocayı vermişti Allah ona ya da niye çok istediği halde bir evlat vermemişti bu biçare kadına, bir türlü anlam veremiyordu, Hasan. Hasret’e iyilik etmek için evlenmişti ama istemeden de olsa ona hayatı zindan etmişti. Kendini de çok suçlayamıyordu aslında; seviyordu o trenleri, ne yapabilir di ki, seviyordu işte. Bu hayattan vazgeçemiyordu. Nasıl vazgeçebilirdi ki, hayatı buydu onun. Tüm çocukluğu babasıyla bu trenlerde geçmişti. Annesi o küçücükken öldüğünde onu bu trenler büyütmüş, kol kanat germişti ona. İlk burada aşık olmuştu, bir kızı ilk burada öpmüştü. Babasını trende kaybetmişti. İlk karısını trende tanımıştı. Çoucuğunun doğum haberini trende almıştı. O, tüm hayatını trenlerle paylaşmıştı. Trenleri, gerçek hayatın en yakın şahidi gibi gördüğü ve kendisi de buna ortak olmak istediği için onlardan bir türlü vazgeçemiyordu. Trenlerin dışında bir hayat düşünemiyordu. Trenler olmadan yaşamak, ona göre hayatın kendisini kaçırmaktı. Şimdi bir bacağını kaybettiği bir tren kazasının ardından, istemeden de olsa erken emekli edilmişti. Paylaştıkları bunca şeyden sonra, onu bu kopuk bacakla memleketine götüren trenlere kızamıyordu yine de.
Genç delikanlı: ‘Yaklaştık, Hasan Amca’ dedi. Daldığı düşüncelerden sıyrılan Hasan, sislerin arasından Haydarpaşa’yı güç de olsa seçebiliyordu. Bir anda çocuk gibi heyecanlandı. Genç delikanlı da oldukça heyecanlı görünüyordu...
İzmir Mavi Treni-Haydarpaşa Garı, İstanbul
Genç delikanlı, Hasan Amca’nın trenden inmesine yardım ettikten sonra hemen onun arkasından indi ve güzeller güzeli sevgilisi ile göz göze geldi.
Bu trende olabilir mi acaba diye düşünmeye kalmadan onu gördüm. İşte orada karşımda. Heyecandan bayılabilirim, evet galiba bayılacağım. Ayaklarım gidiyor ama kalbim sanki bir an önce ona varmak için dışarı fırlamak istiyor. Bunu tahmin ediyordum ama daha onu gördüğüm ilk saniyede onu bu kadar kolayca affedeceğimi bilmiyordum. Bu kadar çabuk olabileceğini düşünmemiştim. Yıllar boyunca çektiğim onca acının, özlemin, göz yaşının, her gittiğim şehrin istasyonunda bıraktığım hayal kırıklıklarının bu denli çabuk silineceğini aklımın ucundan geçirmezdim. Yıllar önce ne olur bırakma beni derken acımasızca çekip giden bu adamı, bu kadar kolay affedebildeğime çok şaşırıyorum.
‘Baba! babacım, canım babacım, bir gün döneceğini biliyordum.’ Sıla ve babası, yılların aıcısını bir kucakta çıkarmaya çalıştılar. Yıllar önce sevgili karısıyla küçücük kızını bu garda, yüreği dağlananarak bırakıp giden Hasan, yıllar sonra bıraktığı yerde büyümüş güzel Sıla’sına özlemle sarıldı, onu uzun uzun kokladı. Sıla o gün kıyafetlerinden çekiştirip gitme babacım diye yalvardığında arkasını dönüp ona bakamamıştı; çünkü bakarsa gidemeyeceğini biliyordu. Sıla babasının yarım bacağına hüzünle bakınca, Hasan: ‘Üzülme evladım, o feci tren kazasında, bu kadarı bile bir mucizeydi’dedi. Sıla o tren kazası olmasaydı ve babası sakat kalmasaydı, ona döner miydi diye hiç soramadı kendisine. Baba kız, geçmişten ve ölürken bile Hasan’ı sayıklayan Servet Hanım’dan hiç bahsetmediler. Sıla, her pazar sabahı babasıyla Haydarpaşa Gar’ına gelip trenleri seyretmeye, babasıyla birlikte garda bekleyen yolcularla ahbaplık etmeye devam etti. Trenleri ve yolcuları tanıdıkça babasını daha iyi anladı ve zamanla onu tamamen affetti.
Her hikayenin biraz arka plana itilmiş mahzun bir kahramanı daha vardır. O kahraman, sahneden inince herkes onu yok oldu sayar ya da sanki o hiç varolmamış gibi devam eder öyküyü okumaya. Bu hikayede de kimse merak etmiyor belki Hasret’i; fakat ben yine de dayanamayıp anlatacağım. Hasret, Hasan’dan ayrıldı ama yok olmadı hemen. Babası da ölünce köyüne geri döndü. Orada dul bir adamla yeniden evlendi. Yeni kocasını, Hasan kadar sevmedi ama bu kocacığı da iyi bir adamdı. Hasret, üvey oğlunu da kendi öz evladı gibi sevdi. Oğlu okuyup mühendis çıktı ve İstanbul’da iş buldu. Hasret İstanbul’a yeniden dönmek istemese de oğlu için dönmeyi kabul etti. Bir gün, bir iş gezisinden dönen oğlunu, Haydarpaşa’da beklediği sırada güzelce bir kızın yanında otururken, aklına Hasan gelmiş ve çok ağlamıştı. O gün oğlu ona çalıştığı yerden güzelce bir kızı: ‘Ana bak, bu senin gelinin olacak’ diye karşısına çıkardığında pek sevinmiş, Hasan’a üzüntüsü dağılmıştı. Zamanla gelini olacak kızı da oğlu kadar çok sevmişti. Nişanlanmalarından bir süre sonra, oğlu iş için yurt dışına gitmek istemişti. Hasret bunu hiç istememişti; en çok da bu güzel kız için istememişti. Sevdiğini hasretle beklemek ne demek çok iyi biliyordu. Bir zamanlar Hasan’a söz dinletemediği gibi oğluna da söz dinletemedi. Yine de her gece dua etti Hasret. Her gece oğlunun dönmesi için yalvardı Allah’a. Kendi yaşadıklarını, güzel gelini yaşamasın diye yakardı. Hasret o günü göremedi ama duası kabul oldu. Hasan’ın kızına kavuştuğu gün Ömer de sevdiği kıza kavuşmuştu.
Sıla babasına, Ömer de sevdiğine kavuştu kavuşmasına ama trenler, onların hikayesi gibi daha pek çok yaşanmışlığa tanıklık etmeye devam ettiler. Pek çok insanı bir hayattan diğerine taşıdılar. Kader, demir yolları gibi ördü ağlarını pek çok zaman ve aynı trende birbirini tanımadan yolculuk eden pek çok insan çok sonraları birbirinin eşi, dostu, sevgilisi oldu. Hasan’ın da dediği gibi trenler gerçek yaşamın en yakın şahidiydiler ve ayrılmak da kavuşmak da hayata ve ona tanıklık eden trenlere dairdi.
Kızımın anlatmaya başladığı, yer yer de yazarın devam ettiği bu öyküyü bitirirken, üçüncü perona yaklaşan trene doğru ilerliyorum. Ölmüş bedenimi çoktan terketmiş olan ruhum, trenleri ve yolcuları koruyup, kollamaya devam ediyor; tıpkı kendini bu işe adamış olan tüm atalarım gibi.