Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Haziran '07

 
Kategori
Deneme
 

Kaybettiğim her şey hükümsüzdür!

Kaybettiğim her şey hükümsüzdür!
 

Bu hikayede adı geçen şahıslar ve olayların tamamı gerçektir. Şubat ayından bugüne uzanan bir kaybediş sürecinin özhikayesidir.


Hükümsüzdür ilanı vermek çok zormuş. Son zamanlarda kendine ait olmayan ama kimlikleri kendininmiş gibi göstererek etrafta dolaşan, öyle çok kimlik var ki... Kendine ait olmayan ve zorla giyinmek zorunda kaldığın onca kimliklere sıkı sıkı sarılıpta, gerçekten sana ait olan bir şeye hükümsüzdür ilanı vermek ve altına imza atmak acıymış. Yaklaşık iki ay önce banka kartımı ve ehliyetimi kaybettim. Gazeteye ilan verdim. Ehliyetimi kaybettim. Hükümsüzdür. Emniyete başvurup yenisini çıkarttım. Peki ya hükmü süren bir şeyi kaybettiğinizde de iki cümle ve bir imza ile olay kapanıyor mu?


Ortaokuldan üniversiteye kadar sony walkmanim ve gitarım benim için dokunulmazlıklarını kazanmış eşyalarımdı. Şimdi baktığımda, özellikle yeni çıkan mp3 playerlardan sonra 10 kg ağırlığındaymış gibi gözüken walkmanim emekliye ayrılmış, eski kasetlerin yanında vitrin süsü gibi durmakta. Gitarım ise sadece arada bir elime aldığım, ama ben çaldığımda onun acı çektiğini hissettiğim için çalmaktan vazgeçtiğim, bir aksesuar oldu odamda. Bu iki vazgeçilmezimin yerini mp3 playerim kapladı. Çantamda her zaman, nereye gidersem gideyim yanımda olan bir parçam oldu. Devamlı değişen bir müzik listesinin yanında hiçbir zaman değişmeyen başucu şarkılarımla beraber benimle oradan oraya dolaştılar. Ve bir gün, günlerden kara bir gün mp3 playerim bozuldu. Yenisi alma konusunda kılı kırk yararken bir arkadaşım, “Senin mp3 playere ihtiyacın yok ki, müzik senin içinde. İçindeki müziği dinle” dedi. Farkındayım, reklam gibi oldu ama yine de çok hoşuma gitti. Şu an müzik benimle her yerde. Mp3 playerimi kaybettim, içimdeki müziği buldum.


Çok küçüktüm. John Steinbeck’ in “İnci” sinde, Kino’ nun bir tek inci tanesi için verdiği mücadeleyi okuduğumda, incinin ne kadar değerli bir şey olduğunu anlamıştım. Bahsedilen değer, parayla ölçülemez. Taktığınız her inci tanesinin, nasıl çıkarıldığını düşündüğünüzde, ağırlığından taşıyamazsınız. Beyazın ince hissiyle onu incitmekten korkarak takmaya karar verdiğim inci kolyem, karşıdan karşıya geçerken, boynumdan düşüp hızla akan bir trafiğin içinde yok oldu. O kadar hızlı ilerliyordu ki arabalar, düştüğünün farkına varmama rağmen dönüp alamadım. Arabaların hızlı hızlı sürüşlerini balıkların yüzüşlerine benzetti belki de. Bıraktı kendini boynumdan aşağıya. Kanalizasyona doğru sürükleyip kendini, denize kavuşturacak olan kirli suyun içine daldı. Kir dokunmaz inciye. Deniz kardeşidir incinin. Kurtarır kirli suyun içinden onu. Açar kucaklarını uzun zamandır görmediği kardeşine.



Ben kaybettiğim üç beş parça eşyaya üzülürken, birkaç ay içerisinde olayın rengi değişiverdi.
Bu kaybedişler,
Eksilmeler,
Bir gidip bir gelmeler,
Benim sayfalara sığdıramadığım çıkarılmış derslerimi “Beş Satırla” Nazım’ ın anlatması;
“Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.”


Maddelerin dünyasını terk edip de maneviyata geldiğimizde, hükmü süren ama hükümsüz demirbaşlara dönen dostluklar kaybederek onların eksilmeleriyle kendimdeki artışı yaşadım. Kaybolan eşyaların yanına nefes alıp veren kristal dostlukları da yerleştirdim özenle. Kristal kadar değerli, kırıldı kırılacak, üstüne titrenen ama plastikten bile kullanışsız olan sadece gösterişli cam parçacıklarını dizdim raflara. Ağır geldi, raf yıkıldı, tuz buz oldu ortalık. Kırılınca kristalin basit bir cam parçasından hiçbir farkı kalmadı.


Sağlığımı kaybettim. Bir hastane odasında ameliyata götürülmeyi beklerken anladım ki yanımda olanlardı, can dostlarım. Ameliyattan sonra tekrar gözümü açtığımda bekleyenlerdi plastik, eğrilip bükülen ama hep aynı olan dostlarım. Bu “kaybetmek” eylemine girmeyen bir durumdu. Bu “bulmak”tı. Gerçekten sahibi olduğum gerçek dostlarımı bulmaktı yanımda. Sağlığımı kaybettikten sonra yanımda olanlardı esas sahibi olduklarım.


Sahiplenmeye çalışmak ise koca bir yanılgıydı aslında. Tek sahibi olabileceğin şey ise “kendin”di. Onu da yeri geldi, bir avuç büyüklüğündeki kalbinin nezaretinde, bir çift göze emanet ettin; yeri geldi 5’ ten geriye sayarak ameliyat masasında tanımadığın insanların insafına bırakarak gözlerini kapattın. Tanımadığın insanlar daha insaflı çıktı, şaşırdın!


Anladım ki sonuçta, kaybetmek güzeldir. İçine düştüğün aptal yanılgısından uyandırır seni. İşte bahsettiğim yaratıcı yıkım budur! Gerçekten senin olmayan hiçbir şey için üzülme. Sahte olanların etrafından uzaklaşması için, gerçeklerle tek başına kalman için yaratıcı yıkımlar yaşamalısın! Yıkılsın ki, daha iyisi çıkabilsin! Kaybet ki, sana ait olmayan bir şeyi daha fazla sahiplenme!


Böylece sahiplik eşitliğinin karşısında, bir tek bedenindir çıktı, denklemin sonucunda. Ama orada da antitezini sürdü hayat el bileğimin üstüne. Katılmayı çok istediğim bir turnuvaya bir hafta kala, sağ kolum alçıya alındı. Tek kollu bir canavar olarak hayata tutunmaya çalışırken, şu an gerçekten bize ait olan tek şeyin ruhumuz olduğunu düşünüyorum. Bedenimiz mâlesef bir kukla. İplerin kimin elinde olduğunu bilmediğimiz bir kuklayı oynuyoruz. Bir gün bir bakıyoruz elimiz yok olmuş. O ipi koparmış birisi. Ne kadar dinden uzak yaşasanız da o ân bildiğiniz tüm duaları etmeye başlıyorsunuz. Elde avuçta ruhunuz kalıyor. Ve ruhunuza eşlik eden, maddelerin dünyasından ayrılabilmiş diğer ruh dostlarınız. Her şeyi ama her şeyi bir gün kaybetmek için kazanıyoruz. Uğruna çaba verdiğimiz, sahiplendiğimiz her şey geçici olarak elimizde bulunuyor. Her şeyi bir gün kaybetmek için kazanıyoruz. Ve kaybettiğimiz hiçbir şeyi hiçbir zaman unutmuyoruz aslında. Çünkü her kaybettiğimiz şey, bize bir şeyler söylüyor bağıra bağıra…


Hayatımızı maddelerin dünyasına ne kadar yayarsak, sahip olduğumuzu sandığımız ne kadar çok şey varsa, onların tamamı esas sahip olduğumuz tek şeyi; ruhumuzu ele geçiriyor. Ruhun ve ruh eşlerimizin dışında, hiçbir şeyi kaybetmeden onsuz da olabileceğimizin farkına varamıyoruz. Şımarık gözyaşları döküyoruz kaybettiğimiz zamanlar. Yüzümüzden düşen bin parça, asık suratlarımızla hükümsüzdür ilanları veriyoruz etrafımıza. Oysa ki, her kaybedişimiz daha çok yakınlaştırıyor bizi özümüze. Çırılçıplak doğduğumuz ve çırılçıplak gideceğimiz o güne.


Tüm bu kaybedişler ve çıkan dersler bir kült olan Fight Club’ ta ki esas noktaya geliyor ki; sahip olduğunuz şeyler, zamanla size sahip olur! Sizi sahip olduğunuz şey sanırlar. Ama;

"Sen işin değilsin.
Sen banka hesabın değilsin.
Sen cüzdanının içindekiler değilsin.
Sen haki cepli kıyafetlerin değilsin.
Sen kullandığın araba değilsin.
Sen güzel ve eşi bulunmaz bir kar tanesi değilsin.
Sen özel değilsin.
Sen de diğer varolan herşey gibi çürüyen organik bir maddesin.
Biz tarihin iki arada bir derede kalmış evlatlarıyız.
Büyük bir savaşımız, büyük bir depresyonumuz yok.
En büyük savaşımız ruhsal bir savaş.
En büyük depresyonumuz hayatlarımız.
Hepimiz televizyon tarafından büyütüldük,
bir milyoner,
bir film yıldızı ya da bir rock star olacağımıza inandırıldık.
Olmayacağız.
Bu gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz. Öfkeliyiz...
İlk önce uyumamaya başlarsın...
Sonra ağzına bir silah dayanır.
Sahip olduğun her şey en sonunda gün gelir sana sahip olur.
Ancak her şeyini kaybettikten sonra her şeyi yapmakta özgür olursun.
Umudunu kaybetmen özgürlüğündür''.


Bana ait olmayan hiçbir şeyi kaybedemem zaten. Kaybettiklerim ise tamamen hükümsüzdür. Hükmü bende olmayan hiçbir şeyin hesabını tutamam. "Önemli olan; hayatta en çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır." Sahip olduklarım azaldıkça ben’ liğim artıyor diğer tarafta.


Ve anlamak, işte o, bir müthiş bahtiyarlık…

 
Toplam blog
: 73
: 5913
Kayıt tarihi
: 06.09.06
 
 

Yılın en uzun gecesinde doğmuşum. Bu yüzden midir bilinmez ruhlarımızın özgür kaldığı geceleri se..