- Kategori
- Müzik
Kaybolup gidenler
Geçenlerde Klasik Müzik Kanalı MEZZO’yu dinliyordum. Avusturya’dan muhteşem bir konser yayınlıyorlardı. Zaten oldum olası klasik müziğin tınısını duyduğumda, kim bestelemiş, kim icra ediyor hiç bakmadan, dinlerim, kaybolur giderim, o musikinin doyumsuz rüzgarında. Tabi ben Anadolu’da yetiştim, büyüdüğüm çevrede kimse klasik müzik dinlemezdi. Aslında bir müzik zevklerinin var olduğunu da söyleyemeyiz. Genç kadınlar ve erkekler arabesk türü müzik dinler, yaşlılar ise ya ilahi denilen acayip bir müzik ya da mevlit dinlerlerdi. Kim ne derse desin tasavvuf müziğine de benzetemediğim o sığ müziklerden hiçbir zaman hoşlanmadım. Tabi bunu o yıllarda dile getirmek, hem çevremizde bizim din dışı, sapık ilan edilmemize vesile olurdu, hem de içten içten korkardık, "acaba günah işler miyiz?" diye.
Yaşım biraz büyüyünce ortaokul için o çevreden ayrıldığımda ise bir yurtta kalmaya başlamıştım. Kaldığım yurtta sabahları çok erken saatlerde bizi müzikle uyandırırlardı, acayip, arabesk, pop, ilahi karışımı hiçbir sanatsal değeri olmayan bir müzik. Yıllarca dinlemek zorunda kaldım o müziği.
Ama Lise yıllarımda özellikle Cemil Meriç ile tanışmam neticesinde ben başka denizlere yol alamaya başladım ve zaten bana hiç hitap etmediğimi düşündüğüm müziklerin dışına çıktım. O yıllarda yoğun bir şekilde klasik müzik dinledim. Mozart, Schumann, Şostakoviç, Beethoven, Bach, Vivaldi, Chopin, Tchaikovsky, Schubert şu anda sayabileceğim birkaç isim. Sonraki yıllarda ise alabildiğine açılmaya çalıştım Klasik Müziğin sularında. İsmini şu anda hatırlayamayacağım özellikle Alman ve Avusturyalı sanatçıların eserleri. Özellikle Keman konçertoları ve tabi piyano konçertoları beni alıp götürüyordu buralardan. Binaların yapıları bir anda değişiyor, barok oluyor, gotik çizgiler taşıyor. İlk zaman, ortaçağ, klasik mimari hep birlikte sarmalıyordu beni. Rüyalarımda hiç gitmediğim görkemli sütunların eteklerinde geziyordum, bir salona giriyordum, iki tane altın sarısı sütünün yanından geçiyordum ve salonda o kadar güzel süslemeler vardı ki, ben hayran kalıyordum. Küçük heykeller, büyük heykeller ve tavana başımı kaldırdığımda ise sanat şaheseri ikonlar.
Sonraki yıllarda ise Cazı tanıdım. Ve Ben klasik cazı daha çok seviyordum. Gerçek Amerika’da, gerçek zenciler tarafından oluşturulmuş halini. Ama birkaç tane Küba eseri de dinledim, o da harikulade idi.
Bunlar yaşarken bir gün İstanbul’a gittim. Bir arkadaşımla birlikte onun mezun olduğu Yıldız Teknik Üniversitesine gittik. Bahçesi harikaydı, yanlış hatırlamıyorsam orada Padişahın eşleri ve çocukları yaşıyormuş. Sonra kampustan çıktıktan sonra önce Yıldız Camisine, daha sonrada Yıldız Sarayına gittik. Her tarafı gezemedik ama zaten bana gördüklerim yetmişti. O gün İstanbul’u çok güzel gezmiştim. Bütün Osmanlı eserlerini gezdim. Bir şeyler yakalamaya çalışıyordum ama o gün başaramadım. Ama o görkemin aslında bizde var olduğunu anlamıştım.
Konya’ya geldikten sonra o yıl ilk defa olmak üzere Şep’i Arus etkinliklerinde bir konser dinledim. Ne yalan söyleyeyim o konserde beni ne Ahmet Özhan etkiledi nede dönen semazenler; beni etkileyen oradaki musiki idi. Aman Allah’ım müthiş bir şeydi. ‘Bir yerde birleşiyor’ diye düşündüm, Klasik Batı Müziği ile bizim Klasik müziğimiz. Kalite işte durmuyor bir yerde gezip duruyor, kim sahip çıkarsa onun oluyor ve ne yazık ki biz kaybetmişiz ama eskiden bizde de kalmış, konaklamış, hatta yurt edinmiş, yuva kurmuş. Benim duyduğum o esintilerdi.
Sonra Sema Ayinlerini, Dede Efendi eserlerini, Münir Nurettin Selçuk’u keşfettim. Ne korkunç bir şey önce kendimizi değil de Batıyı keşfetmek. Ama en azından bu arayışı yaşamıştım ya o bile güzel geldi bana.
Kudüm, def, tambur, ud ve tabiî ki ney alıp götürüyordu insanı. O süreçte Türk Klasik müziğinin ne kadar öksüz olduğunu da anladım. Kimse sahip çıkmıyordu, genelde kimse ne anlıyor ne de dinliyordu. Mesela çok rahat bir şekilde Batı Klasik Müziği ile ilgili her bilgiyi internetten bulabiliyordunuz ama Türk Klasik Müziği denince TRT’nin arşivleri çıkıyordu ama onlarında çoğu arabesk bozması –elbette güzelleri var ve dinlene bilir- bir türdü ve kesinlikle Türk Klasik Musikisi değildi.
O yıllarda televizyonda çalışıyordum, bir CD’ye, kasete kayıt yaptırtabilir miyim, diye çok uğraştım ama doldurmadılar. Herkes para peşinde koşuyordu, herkes ucuz kahraman olmak istiyordu. Kimsenin iyi şeylere ayıracak vakti yoktu. Kimse o müziğin deryasında kaybolmaya meyilli değildi. Oysa Viyana’da müthiş bir saray sadece Klasik müziğin emrine verilmiş ve orada icra ediliyor. Her yıl NTV o müthiş konseri yayınlıyor ama bizim Klasik müziğimizi hiç kimse tanımıyor.
Analdım kaybolmuş zamanların, kaybolup gitmiş dünyaların eseriydi bu ve belkide bir daha hiç gelmeyecekti. Acaba Tuz Gölünde bir konser düzenlenebilir mi? Diye uğraştım ama onu da düzenletemedim.
Zaten insanlarla konuştuğumda bakıyorum beni anlamıyorlar ben yüzlerinden onu anlıyorum. Cumbalı odalar gibi her halde yok olup gidecek bizim müthiş müziğimiz. Zaten sevende, kabul edende, anlayanda yok. Münir Nurettin’i bile kim dinliyor ki artık. Geçenlerde eserlerini bulabilir miyim diye aradım bulamadım. Kalan Müziğe mail yazdım, fakat onlarda ellerinde bu eserlerden kalmadığını ve artık üretilmediğini söylediler. Digi Turk’e bakıyorum bir tane bile Klasik Türk Müziği dinleyebileceğiniz kanal yok. Bizim Türk müziği denince aklımıza her halde Halk Müziğinden bozma, arabeskten çalma acayip müziklerin gelmesini istiyorlar. TRT’de zaman zaman bulabiliyorum tabi ama bu arada TRT4’te Digi Turk’te yok öyle olunca da onu da dinleyemiyorum.
Para için koşturuyor şimdi benim insanım ve satabileceği şeye değer veriyor. Geleceği olacağını düşünmediği içinde güzel şeyler, popüler şeylerin önüne geçemiyor.
Biliyorum müzik evrensel doğal olarak da biz sahip çıkmadığımızda kalite bir yerlerde kendine yer bulacaktır ve oralarda çınlaya çınlaya ta ilk insandan günümüze güzellikler sevenleri ile vuslat yaşayacaktır.