Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Temmuz '11

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Kes yapıştır kopyala Türkiye

Kes yapıştır kopyala Türkiye
 

Kaşıkçı elmasına dair, şehir efsanesi vardır bilirsiniz. Adamın biri çöplükte bu elması bulur ve üç tahta kaşık karşılığında, kaşıkçıya verir. Kaşıkçıda bi kuyumcuya bir kese akçe karşılığı verir. Kaşıkçı elması, bu şekilde takas edilerek, en sonunda padişahın eline ulaşır. Ben bu şehir efsanesine inanmamakla birlikte, Türkiyelilerin eskiye ve kültürüne, ne kadar değer verdiğini bu hikayeyle gösterdiğini düşünüyorum.

Öyle ki seneler önce tanıdığım bir kadın; eski bir eşya, obje gördüğünde, buna hemen burun kıvırıp, ‘’eskinin eşyası’’ diye küçümsüyordu. İçimden o zaman, ona eskinin bi Osmanlı tokadını yerleştirmek gelirdi. Bu kadın Sivas’ın bi köyünde dünyaya gelmiş. Daha sonra memleketine gittiğinde‘’ya var ya, köy evleri, köy evi olma özelliğinden çıkmış, hepsinde, hep aynı çekyatlardan ve aynı masalardan. Eskiden köy evi denince kendine özgülüğü vardı. Şimdi böyle bi şey kalmamış’’ diyerek kendi kendiyle çelişerek, kalesine gol atma becerisini de göstermişti. Yine tanıdığım bir başka kadın evindeki çok değerli halıyı, eski diye, eskiciye verip, plastik leğen falan aldığını da söylemişti. Plastiği ol kadar seviyordu ki, evin bütün eşyaları plastikten olduğu gibi, bu durum ruh haline de yansıyıp duyguları ve sözde insan sevgisi de gayet plastikti. Kokuyordu plastik plastik. Kulaklarına kadar açtığı ağzından fırlayan dişlerin plastik olduğunu düşünmeye başlamıştım artık.

Sadece Türkiye değil, artık dünya evleri bile aynı, İsveçli büyük bi mobilya devi sayesinde . İspanyalı bir kadının mutfağında da, en azından bir kaşıklığı var, biliyorum bunu. Dünyadaki bütün evler aynı ve sıkıcı.

Dün gece tv de bi gezi programında Kolombiya’yı izledim. Burası çok renkli bi ülke. Renkli olmasının yanı sıra ritim sokaklarda… Tabii bu da ülkeyi sosyal, hareketli kılıyor. En önemli yanı ise, bugünlerde gazetelerde çokça ilanlarını gördüğümüz, ve içime hafakan ruhunun basmasına neden olan, paketlenip, süslenmiş ve dolayısıyla plastikleşmiş paket tur turizmi yok. Kolombiya’yı izlerken, buranın global dünyanın dışında kalmayı başarabilmiş ender ülkelerden olduğunu düşündüm. Ne bir mac donalds, ne de cola reklamı vardı. Seyyarda satılan, sulu sulu mango meyvaları, Bodrum’da satılan kaktüs meyvalarını anımsattı.

Bugünlerde mevsim gereği canım dondurma istiyor. Gittiğim her pastanedeki aynılık, sinirimi de bozuyor. Buzdolabındaki dondurmaların plastik kaplardaki hali burnumu sağa ya da sola doğru döndürüyor. Eskiden dondurma makinalarındaki dondurmalar çelik kapların içinde, dondurmayı koydukları kaşık da, çelikten olurdu. Her pastanenin kendine özgü bi dekorasyonu, ruhu olurdu tabii. Hızla büyüyen inşaat sektörü ve buna bağlı gelişen malzemeler sayesinde, Türkiye’de her mekân tadilatta. Kitch kitch yaldızlı seramiklerin ya da gri granitlerin üzerinde kaymadan yürümek için adımlarınızı itina ile atarken, duvarda nazi bıyıklı, asık suratlı adamın siyah beyaz fotoğrafına bakarken, bilmemneoğulları 1934 den bu yana… diye yazıyor. Ve ben de diyorum ki ‘’ eeee neden peki kıydın kendine? Seni, yeni kurulmuş bi işletmeden ayıracak en belirgin özelliğin nerde, hangi çöplüğe attın?’’ Senin için duvardaki asık yüzlü nazi bıyıklı adamın fotoğrafı yeterli mi?

Bu eskiye değer vermeme, yıkıp yenisini inşa etme hali ergen bi düşünce tarzıdır. Kendimden biliyorum. Ergen anlayış düşüncelerinden henüz kurtulamadığım kadar genç olduğum bi dönemde, babamla birlikte Beyoğlu’na gitmiştik. Babam ‘’hadi gel seni güzel bir lokantaya götüreyim.’’ demişti. Ara sokakta Ağa camiinin karşısındaki, Ağa Lokantasına gidip, ikinci katına çıktık. Benim o yaşıma ve o garip ergen anlayışıma göre o kadar eski bi yerdi ki, bana milattan önce kalmış, asırlık bir yer gibi gelmişti. Güzel masa ve sandalyeleri, yaşlı garsonları ve değişik bi atmosferi vardı. Yemeklerin tadını hatırlamıyorum ama yemeğin üstüne tatlı yiyeceğimiz zaman, babam bana meyve tatlısı tavsiye etmiş ama ben kafamın dikine gidip, sakızlı muhallebi istemiş fakat tatlının ağırlığından yiyememiştim. Babam çıktığımızda lokantayı beğendin mi diye sormuştu. Ne tatlısını ne de lokantayı beğendim, demiştim dangul dungul. Babam da gülmüştü bana…

Çok sonraları öğrenecektim orası kendine özgü sayılı yerlerden biriydi.

Ben o zamanlar Amerikan filmlerine özenip, ayaklarımı balkon demirlerine dayayıp, teneke kutudan berbat tadı olan kola içmenin marifet ve tikilik olduğunu sanıyordum. Amerikan filmlerinde bunlar masaya ayaklarını diker gevşek gevşek otururlar ya…

Türkiye’nin durumu tam da bu mu? Amerikan filmlerine özenip, masaya ayaklarını dikip, Amerika’ya veryansın çekmek. Sonra da yıkıp yenisini yapmayı, yenilenmek sanmak. Kültürüne sahip çıkmamak.

Tarih sadece kitaplarda değil. Tarih evlerde, sokaklarda, şehirlerde. Yirmi yıl önceki bir sinema yerinde duruyor mu? Okul dönemimize ait bir kırtasiyeci yerinde mi? Yerindeyse aynı mı? Değil.

Plastik bir samimiyetimiz olduğu gibi, plastik bir kültür anlayışımız var.

 
Toplam blog
: 246
: 1012
Kayıt tarihi
: 15.02.08
 
 

..