- Kategori
- Dünya
Kır çiçeği öyküleri...

'Kirpiklerin diken diken... Tel örgüler kirpiklerin, yasak sınırlar geçerken, geride kaybettiklerin?
Bir Orhan Kemal romanı gibiydi hava. Sigara dumanları sis olmuş cayır cayır yakıyordu bakışları. Kaportacılar ordaydı. Ellerindeki zımpara kesiklerinden tanıdım onları. Bir de dolu dolu küfredişlerinden.
Birkaç fabrika işçisi de vardı. Aldıkları küçük ikramiyeleri karılarından saklamışlar, saçları sarıya boyalı avratların düşleriyle oraya koşmuşlardı. Hiçbir zaman tanımamışlardı aşkı. Zamansız evlenmişler, zamanla kaybetmişlerdi.
Fırıncının, büfecinin, dolmuş kahyasının ve topunun birden aradığı şey aynıydı. Üstü çatlaklarla, nasırlarla dolu olmayan, tırnakları uzun ve kırmızıya boyalı, yumuşak bir eli tutabilmek için ordaydılar. Aşk, işte böyle bir eldi onlar için. Biraz da ucuz parfüm kokusu, biraz da tüyleri alınmış bir çift bacak ve biraz da göz göze gelebilmekti.
Kaşarlar da vardı aralarında. Onlar uzun zamandır geliyordu pavyona. O, yumuşak ve bordoya boyalı eli tutabilmenin aşk olmadığını, o elleri tuta tuta anlamış olanlardı. Şimdi sadece sarı saçlı avratların memelerini sıkabilmek ve eğer kandırabilirlerse ucuz otellerde birlikte olabilmek için ordaydılar. Ama yine de genelevlere gitmeyip, pavyonlarda sürtüyor ve oralardaki kadınların solgun renklerinde, aşka benzer bir şeyler arıyorlardı.
Konsomatrisler... Masalarda rakı içen bu bedenlere bakar, göz göze geldikleri anda, en cilveli gülüşlerini fırlatır ve ‘Bana bir içki ısmarlar mısın yakışıklı’ diye sorarlardı. Ismarlatabildikleri her içki, hayat hikayelerinin devam edebilmesi için gerekli birer kalem ve birer kağıttı ve hep birbirinin kopyasıydı hikayeler. Jilet taşır, jilet yer... Hançer taşır, hançer yerlerdi. Hep aniden ölürlerdi.
Çocukluklarından kalma bir atlıkarınca düşüne dalarlardı... Yatağa sırtüstü yattıklarında. O an dururdu dünya. Üstlerindeki adamlar hep hoyrattı. Üstlerindeki adamların hep acelesi vardı. Ter ve rakı kokarlardı. Sakalları kirli, tenleri yanık ve ayakları çoraplıydı. İçlerine akan gözyaşları, içlerindeki denizi yaratırdı. Sığı kıyılarında gecelerin parası, derinlerindeyse uzak bir Anadolu kasabası saklanırdı o denizin. Giden erkeklerle birlikte gün doğar ve inerlerdi çocukluklarındaki atlıkarıncadan. Tıpkı bizler gibi sıcacık bir pideyi sever, tıpkı bizler gibi ara sıra sabit bir noktaya takılırlardı. Yalanlardı… Acı bir gerçekten beslenerek…
Konsomatrislerin ve bütün bu adamların soluklarının derinliklerinde aldatılmışlık ve kusmuk kokusu vardı. Bütün bir ömür bunu soluyacaklardı. Küçük sanayiden tornacı Ayhan, içten içe yandığı Sibeli bir türlü alamayacaktı… Ayrılamayacaktı da… Ayrı ömürlerde, ayrı acılarda hayatın peşinde koşturup, aynı kavşakta, aynı sonla, aniden tükeneceklerdi...
‘ellerin ne kadar soğuk
buzdan saçaklar ellerin
üstünde ağır havası
kirli ucuz otellerin
dudakların nasıl ürkek
ne kadar uzakta sesin
sen gece gelen konuk
hiç kimsenin ve herkesin’
Sevgili Yağmur Atsız’a saygımla...