Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '19

 
Kategori
Deneme
 

Kişisel Yazım

Üç kişiyi anımsadığımda hemen göz yaşlarına boğuluyorum. Birisi sizlerin de tanıdığı Erdal Ceyhan, diğeri  hayatımda en çok sevdiğim kadın, babaannem Sabriye Yiğit. Üçüncüsünü ise bu yazının devamında bahsedeceğim.

Erdal Ceyhan’ın profesör olduğunu ancak öldüğünü öğrendiğim an, onun hakkında yazı yazmak için internet araştırması yaptığımda öğrenmiştim. O kadar kötü etkilenmiştim ki o öldüğünde, öyle bir hissiyat içine girmiştim ki, onsuz bir Milliyet Blog’un benim için anlamı yokmuşçasına, ya da bu ülke atasını kaybetmişçesine, en derinimden üzüldüm. Ve gariptir; ne telefonda konuşmuşluğum vardı, ne de görüşmüşlüğüm. Ve buna rağmen yıllar yılı yazılarımızca birbirmize ulaştığımız, ayrıcalıklı kurduğumuz iletişim, Milliyet Blog’ ta bizim dışımızda kimsenin anlayamayacağı kadar saf, naif,sevgi dolu, kişilikli ve bütüncül bir baba-oğul ilişkisine dönüşmüştü. Öyle ki o Allah korusun vefat ettiğinde-ki etti- onun taşıdığı bayrağı benim teslim alacağım görüşü her ikimiz için hakimdi. Bugün bunu kelimelerle anlatmak, gerçekten pek mümkün değil. Ve ne zaman onu hatırlasam, böğüre böğüre ağlıyorum. Düşünün; yazılarımızı okumaktan ibaret böyle gerçek bir ilişki oluşturmak, nasıl anlatılabilir?

Canım babannem; geçmiş anneler günün kutlu olsun.

O kurban bayramı seni aradığımda saat sabahın yedisiydi ve sen 84 yaşındaydın. Dedin ki bana, “Anıl kendimi pek iyi hissetmiyorum”. Ben de sana dedim ki “Şimdi çocukların, torunların, torunlarının çocukları seni ziyarete gelecek ve seni iyi edecek”.

Bir Perşembe akşamı saat dokuzda, en son misafiri de yolcu ettikten hemen sonra, hayata gözlerini yumdun. Bir İzmir-Bursa organizasyonuyla ailecek seni uğurlamaya gelmiştik o mübarek Cuma gününde. Babam ilk defa direksiyonu hiçbirimize vermemiş, İstanbul’a, Aksaray’a kadar kendi sürmüştü. Ne de olsa ölen onun annesiydi. Senin evine geldiğimizde babam arabayı park etmeyip yolun ortasında bırakıp sana koşturmuştu.

Cenazende o kadar çok insan vardı ki, herkes vardı, herkes ağlıyordu, hepimiz yıkılmıştık. Çünkü hepimiz için sen hayatın yaşayanıydın. Hepimiz sana bakarak güçlü olmasını öğrenmiş, hayat her ne kötülük getirirse getirsin, yaşamdan zevk alınması gerektiğini yaşamınla sen bize ispatlamıştın. O yüzden ölümün, sanki bizim ölümümüzmüş gibi gelmişti her birimize. O kadar ilgiliydin ki hepimizle, hepimizin annesiydin. Babalarımızın, annelerimizin, hepimizin annesiydin. Benim bu hayatta en kıymetlimdin.

Benim doğumum, senin kızının ölümüne denk gelmişti. O yüzden ben senin için her zaman farklı oldum. Çok değişik duygularla bana sarıldın sımsıkı. Beni böğrüne bastın. Ve ben hep orada senin olarak kaldım. Her zaman. Birbirimizi hep bildik, kim olduğumuzu, ne kadar çok birbirmizi sevdiğimizi, birbirimize ne kadar çok güvendiğimizi, birbirimiz için yapamayacağımız hiçbir şey olmadığını hep bildik.

“Aşk” adlı bloğumda beni ilk namazıma 5 yaşında nasıl götürdüğünü yazmıştım; arkanda taklidini yaparak Eminönü’nde nasıl namaz kıldığımızı yazmıştım. Yazmadığım ise, İtalya’da bir Cuma akşamı aldığım mektubundu. Okuma yazmayı sonradan sökmüş biri olarak bana yazdığın tam iki sayfalık mektubundu. O mektubun buram buram hasretin kokuyordu. O kadar çok heyecanlanmıştım ki bir çırpıda yutmuştum o mektubu. Yüzüme değdirmiştim, gönlüme yerleştirmiştim. Hep benim gönlümde olan tek kadındın sen. Güçlü, dirayetli, Arnavut kadınım.

Hayatım boyunca tanışman için sadece iki kadın getirdim sana. Birisi ilk aşkım ile diğeri de ilk eşim. İlk aşkım lavaboya gittiğinde kısık sesle şöyle demiştin: “Annenin gençliği bu kız; nereden buldun?”. Ben de sana şöyle cevaplamıştım: “Ben onu bulmadım, hayat bizi buldu”.

Hatta onu seninle tanıştırdığım gün, benim doğum günümdü. İlk aşkım da fazla konuşmayarak, bizi gözlemlemeyi tercih etmişti terbiyeli bir şekilde. Ben her zaman olduğu gibi patavatsızca: “Şu postacı ne postacıymış yani, ilişkiniz tam 7 yıl sürmüş; ne de olsa babamla amcam arasında 6 yaş var”. Sen de tatlı tatlı gülmüştün yine yıllardır yaptığım bu espiriye. Dedem Clark Gable’a benzeyen 1.85 m boyunda irikıyım adam, sen ise 1.72m boyunda dağ gibi kadınken, bu ikisi nasılsa 1.69 m boyunda küçücük olmuşlardı. Açıklamasını ise ben, postacıyla yapardım hep.

O gün doğuştan zengin beş yıldız otellik sevgilim beni senden sonra süpriz yaparak itin kopuğun eksik olmadığı Aksaray lunaparkına götürmüştü sırf ben çok seviyorum diye. Ben de hayatımda ilk defa elime tüfek  alıp, kahramanlık yapıp, balonları teker teker vurup, ona bir oyuncak ayı hediye etmiştim. Hayatımda en çok mutlu olduğum günlerden biriydi. Hem sonra sen de onay vermiştin sevgilime.

Fazla sevgiyi taşıyamayıp manasız bir şekilde onu kaybettiğimde ise beni bir tek sen anladın. Yine sen bağrına bastın. Çünkü onu ne kadar çok sevdiğimi gözlerinle görmüştün. Her ikimizin gözlerinde o tastamam sevgiyi görmüştün.

Oysa ben o zamanlar ona sadece aşık olduğumu zannederdim, onu ne kadar çok sevdiğimi anlayamamıştım. Annemler zırva şeyler söyleyip sevgilime onay vermediklerinde, ondan ayrılabileceğimi düşünüp saçma bir sebeple ayrılmıştım çünkü onun kucağındayken ona beni mutlu etmediğini söylemiştim huzursuzluğumu sorduğunda. Ne var ki, huzursuzluğumun sebebi belliydi; ailem onay vermemişti. Bunu açıkça konuşacak yürek ve tecrübem olmadığı için ona söz hakkı tanımadan terk etmiştim ilk aşkımı. Ailemi tanıştırmak istediğimde ret etmişlerdi onu ve varlığını çünkü. Benden 4 yaş büyük olması ve bir yıllık evlilik geçirmesi, onun bana uygun olmaması için yeterliydi. Onun bir kişi olması, Samsun’un en iyi ailelerinden birinden gelmesi, uçak mühendisiliği okumuş olması yeterli değildi, o sadece bu dünyaya cinselliğiyle beni kandırmak için gelmiş birisiydi ve biz bunu anlamayıp birbirimize aşık olduğumuzu söylüyorduk. Geçici heves! Ve o geçici heves yüzünden neredeyse ölüyordum ben. Benim neredeyse tüm gençlik yıllarım elimden alındı. Mutsuzluğun, alkolün, yalnızlığın dibini gördüm. Gözümün feri söndü.

Evlenmek hayata geri dönüşüm, çocuklar benim mutluluğum oldu. Ve yıllar, bugünkü Anıl’ı var etti.

Eric ismini araştırdım geçenlerde ve Danimarkaca(Dence) Erikk’ten geldini öğrendim. Anlamı: Tek ya da hep olan.

Her zaman anılacak olan tek ve bütün ben, yazmaya ve yaşamaya devam ediyor; var olduğu sürece, son nefesine kadar...

Sevgili Erdal Hoca ve çok sevdiğim Sabriye Yiğit sizleri çok özlüyorum. Toprağınız bol olsun.

Görüşmek üzere,

ANIL

 

 
Toplam blog
: 631
: 293
Kayıt tarihi
: 10.04.11
 
 

Eric'i külden yarattım. Tamamıyla benim eserim. Söyleyeceği çok sözü, söylemek istediği az sözü. ..