Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Şubat '07

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Kitapsız bilen

Kitapsız bilen
 

Bazı dostların bildiği gibi, her yaz yıl boyu çekilen Ana özlemini gidermek için, memlekete giderim. Giderim giderim de, Ana’mı bir türlü memnun edemem desem inanın. Gittiğim gün ‘Guzuum’ der kucaklar, iki gözü iki çeşme ağlar. Geleceğim gün ‘Hay o İstanbul’un adı batsın’ der sarılır yine ağlar. İkisinin arasında ne yapar dersiniz diye hemencecik yazayım. Ne yapar eder ‘tayin istesen veya emekli olunca buraya gelip yerleşsen, ne güzel olur değil mi, Yeşil Alim’ diye konuyu göz yaşları eşliğinde, yine İstanbul’a getirir.

Anamın dilinde, adıma ‘yeşil’ eklendiği anlardan biraz ürker ve tırsarım. Çünkü damardan zerk etmeye niyetlendiğine delalettir. Ciğerim Guzuuum’la başlayan seslenişler ise, konunun daha bir vahim hal aldığını işaret eder. Ekmek parası geçim demeye kalksam, buraya tayin iste, burada her şey daha ucuz der. İstanbul, boğaz, deniz demeye kalksam, burada da göl var, köprü var, kanal var der. Diyeceğim okkalı ve akla yakın bir savunmanız yok ise, mağlubiyet tek ve kaçınılmaz sondur vesselam.

Her neyse, Anamın ince teknik, taktiklerle bezeli diplomasi oyunları bugünkü yazımın konusu değil.

Konumuza dönecek olur isem,

Orta Anadolu’da bir Selçuklu Beyinin Şehri olan memleketime, bu yıl ki ziyaretimde şahidi olduğum, yaşanmış ve halen dolu dolu yaşanmakta olan; bir çiftin, geç ve güçte olsa, mutluluğa ulaşan beraberliklerinin öyküsüdür. Bu öyküde, nüfus kütüklerinde yazılı isimler önemli değil. Çünkü onlar isimlerini hiç kullanmıyorlar desem doğrudur. Birbirlerine sürekli ‘Karam ve Sarım’ dedikleri için, yazımızda da onları bu adlarla analım.

Sarım’dan başlayayım dilerseniz. Sarım; bizim yeğenin, tokalaşıp selamlaşır iken, kafa tokuşturduğu familyadandır. Kafa dediysem yanlış anlaşılmasın, Siz onu alınların üst iki yanının vuruşturulması olarak anlayın. Şimdi; eskiden köylerde kızışan boğaların boynuzlarını -ki biz ona süsmek sözcüğünden gelen ‘süsüşmek’ deriz- birbirlerine vurmaları, deseem olmaz. Olur, olur diye boşuna gaza getirmeyin. Olmaz. Şimdi bir münafık gider yeğene haber verir, oda okur mokur, nene gerek. Durup dururken yeğenden de olmayalım.

Sarım isminden de anlaşılacağı üzere, sarı saçlı, gök gözlü (Siz mavi diyorsunuz), yüzü çillerle kaplı, saf, temiz bir Anadolu gencidir. Adı gazetelere yansıyan bir olay sonrasında yeğen ile düştükleri bir sorguda, üç gün süren falaka sonrasında bile, suçlu arkadaşlarını -kendi tabirleri ile- satmayacak kadar yiğittir. Özel timin onca eziyetleri arasında jandarmadan aldığı cigarayı içmeden saklayıp, karagözlüm dediği arkadaşına verecek kadar da dost yüreklidir.

Bunu anlatırken gözü dolan bizim yeğene;

Marifet mi oğlum. Tutuklandığınız ilk dakkada, nasılsa yakalanacak olan arkadaşınızın ismini ötseydiniz. Onca işkenceyi çekmezdiniz.

Dediğimde ki, anlatılması zor bakışları, hele bir de; Adımız ‘Mahir’ olmayabilir belki ama bizde ötmeyiz.

Diyerek; fi tarihinde anlatmış olduğum, mahir birinin öyküsünü bana sokuşturmaya kalkmaz mı? Eh, her bir şeyi sevdikleri ile paylaşmanın cezası da bu olsa gerek. Uzatmayayım ama renk vermemeye çalışsam da, bozulmadım desem yalan olur.

Sarımın özellikleri, ser verip sır vermemesi ile sınırlı değildir. Delifişek olduğu kadar, övüldüğü anlarda yüzü kıpkırmızı kalacak kadar da utangaçtır. Orta mektepten terk edip kahvede garsonluk, ocakçılık yaparak geçimini sağlayan Sarım, gencecik yaşlarda da adet olduğu üzere evlenir.

Evlendiği ise, şairin ‘çatal karam’ tasviri gibisinden esmer tenli, okul, defter, kitap, önlük yüzü göremeyen bir kızdır. Babası, herkesin delifişek dediği Sarım’ın gözlerine bakıp, ‘bu çocuğun temiz bir yüreği’ var diyerek onu verdiğinde, yaşı daha onyedidir. Sarım, kâh garsonluk, kâh ocakçılık ile zar zor evini geçindirmeye çalışırken, doğan iki çocuk da buna eklenince, çekilen zorluğu anlamak mümkün olur sanıyorum.

Tanıtımın sırası tam Karam’a gelmişken, izninizle burada keseyim. Karam’ın özelliklerini ben anlatmayayım. Dilerseniz onun anlattıklarından sonra, nasıl bir insan olduğuna Siz karar verin.

Yine bu yaz, yeğenlerimin çocuklarınınkinden ‘ucundan azıcık’ alınması için bir düğün yapıldı. Düğün sahibi yiyemez, içemez, eğlenemez derler ya, dediklerinden de zor olduğunu bir kez daha anladım diyeyim kısaca. Davullu zurnalı gündüz çalgısı, gece kınası, akşam erkeklere ayrı, kadınlara ayrı, orkestra eşliğinde müzik, kaşık havaları eşliğinde bin bir türlü oyun, açılan çadırlarda iki bine yakın davetliye verilen yemeği, onca misafire yatak ve diğerlerini düşününce, apayrı bir yazı başlığı olduğu anlaşılabilir.

Eh be hocam! hani dostlara davet, diyebileceğinizi düşünerek açıklayayım. Her ne kadar bu düğünde kavurma başrole çıkartılıp, su böreği mönüde olmasa da, hiç bahanesiz suçumu kabul edeyim. Doğrusu ya, bu denli anlı şanlı olacağını bende tahmin edemedim desem inanın lütfen. Ama İnşallah yapılacak ilk büyük düğünde, dostların cem-i cümlesi davet edilecektir efendim.

İki gün süren düğünün ancak son pazar akşamı, göl manzarası üzerinde batan güneş karşıya alınarak, yorgunluk çayları içme faslına erişebilmiştik. Eş dost akraba ile düğünde tam bir imece örneği ile yaşatılan mutluluğun gururunu paylaşmaya sıra gelmişti. Düğünde, sanki kendi düğünü gibi canla başla hizmet eden Sarım ile Karama özel teşekkürlerimi sunmuştum. İşte Karam ile sohbetimizi başlatan bu giriş oldu.

Dostluk, sevgi, paylaşım derken,

Sevginin tezahürünün zayıflık, ayıp sayılıp adeta yasak olduğu bir ortamda, Sarıma olan sevgisini herkesin içinde yansıtabilme cesareti ve böylesi bir mutluluğa şahit olma fırsatı verdiği için, Karam’a özel teşekkürlerimi de iletince,

Aldı sözü Karam.

Yokluk ve kıtlıkla, acı ile zor ile geçen on sekiz yılın sonunda ulaşabildikleri mutluluğun öyküsünü anlattı. Yaşadıklarını adeta tekrar yaşayarak, kimi zaman gözyaşı, kimi zaman kızgınlık ile sürdürdüğü anlatım kaç saat sürdü bilmiyorum. Akşam güneşinin son ışıkları ile başlayan sohbet, ertesi günün ilk ışıklarında birazda mecburiyetten sonlandı diyebilirim.

Henüz tamamını tam öğrenemediğim yaşam öyküsünün, dinlediğim kadarını bile anlatmak çok uzun alacağı için, ancak bir iki bölümle yetineceğim.

Geçim zorluğu ile Sarım’ın yolu pavyona düşer. Burada garsonlukla başlayan çalışma ortamının aile yaşamına getireceği olumsuzluğu takdir edersiniz. Buna birde, karşı cinsle ilk tanışıklığı evlilikle olabilen Sarım’ın, her Anadolu genci gibi gençliğini doyasıya yaşayamamışlığını, başka bir deyişle yeterli doymuşluğa erişemeyişini katınca, ortaya çıkacak manzara sanırım gözünüzde canlanacaktır.

Gecenin üçünde, dördünde, beşinde eve gelmelere, sarhoşluk ve pavyonda Sarı’nın kanına giren boyalı Sarı Gaci’de eklenince, sorun iyice katmerlenir.

Dilerseniz burada sözü Karam’a bırakalım.

Sarı Gaci için;

—Hiçbir gün Sarım’a ağlayıp zırlayıp sitem etmedim, hiçbir şekilde şantaj yapmadım, surat asıp yapıp küsmedim. Adeta sevinerek kocamın beni aldattığını söyleyen konu komşuya karşı, kocamı karalamadım. Gözyaşımı içime akıttım ama erkektir, ‘el karısı erkeğimin elinin kiridir’ dedim, savundum.

—Gece üç, dört, beş demeden, saat kaç olur ise olsun ve nereden gelir ise gelsin, pijama ile karşılamadım. Kapıyı çaldırmadan açtım. Gülen yüzüm ve en güzel kıyafetim ile buyur ettim. Aç ise sofra, tok ise kahvesini hazırlayıp sundum. Ağabeyimsin! affınıza sığınarak söylüyorum. Dosdoğrusunu konuşmak lazım ise; bir gün bile kıçımı dönüp yatmadım inanın.

Çekilen yokluk ve kıtlıklar için;

Bir gün evlerine, hali vakti iyice olup, nasılsın, nicesin, aç mısın açık mısın, diye sormayan, Karam’ın Ağabeyi misafir gelir. Yörenin deyimi ile bulgur bulamaç ne var ise, birazcıkta çocuktan bile saklanıp, misafire saklananlardan yer sofrası açılarak buyur edilir.

Sofraya bakıp beğenmeyen Ağabey, Eniştesi Sarım’a seslenerek;

— Sarım, Park Restaurant’a telefon ediver de, şöyle ne varsa alıp getirsinler. Diye emir buyurur.

Bunu duyan Karam, birden ayağa fırlar,

—Ağabey, lütfen ayağa kalkar mısın, der.

Şaşkınlık ve soran gözlerle ayağa kalkan Ağabeyini, açtığı kapıya buyur eder. Sarım’ın, yapma-etme demesine fırsat vermeden.

Çevirdiği ayakkabılarını giyen Ağabeyine;

—Benim soframı beğenmeyip, kocamı küçük düşürecek adam, benim Ağabeyim olamaz. Böyle birinin de benim evimde işi olamaz.

Defol git! Nerede, ne zıkkımlanacaksan zıkkımlan. Sonra cehennemin dibine kadar yolun var. Dedikten sonra suratına kapıyı çarpar.

Kendisini tarif ederken, okuyup yazamamışlığından, cahilliğinden, sanki kendi kusuru gibi utanıp, kızarak bahseden birinin, yaşadığı daha nicelerinin yanında sadece bu iki olayın bile, onun hakkında bir fikir edinmenize yeteceğini umuyorum.

Efendim, onca yıldır, onca yer gezdim. Güzelinden çirkininden, okumuşundan, entelektüelinden, bilmişinden, görmüşünden, sefa süreninden de cefa çekeninden de çook kişi tanıdım. Diye başlayıp devam edecek değilim. Çünkü bu bir mukayese yazısı değildir.

Bu yazı sadece ve sadece,

Şairin;

‘Topraktan öğrenip, kitapsız bilendir. ’

Diye tasvir ettiği, elleri öpülesi Anadolu Kadınlarından biri olan, Karam’ın öyküsüdür.

Saygılarımla

www. fotokritik. com

 
Toplam blog
: 15
: 1788
Kayıt tarihi
: 15.01.07
 
 

1960 yılında doğmuş, kendi tabirimle ''Kayıp Kuşak'' olarak adlandırdığım 1970 kuşağından, Eğitim..