- Kategori
- Şiir
Konumuz şiir ve şarkı sözü

Şiir konusunda sınırlı bir dağarcığım var. Paramı şiirle kazanmıyorum. O yüzden kendime şairim, ozanım diyemiyorum. Basılmış bir kitabım da yok (basılmamış olarak var). Fakat bu sanat dalına gönül vermiş insanların büyük çoğunluğu sanırım benim durumumda. Bunların arasında çok ünlü olanlar da var. Örneğin bir veya iki kitabı yayınlanan Ahmet Arif, Türk edebiyat tarihine bir daha silinmemek üzere kazınmıştır. Asıl işi yani para kazandığı işi matbaacılıktı. Ben şair değilim diyorum ama sırf Çanakklale savaşı için 40 tane şiir yazdım. Basılmamış bir şiir kitabım kitaplığımın bir köşesinde atıl olarak duruyor.
Ben ve benim gibiler küçük insanlarız. Adımız bir konu yüzünden bir yerlerde geçer de duyulursa çok mutlu oluruz. Kırklareli’nde Atatürk Anadolu Lisesi’nde şiir gecesi yapılmış ve orada birçok şiirle birlikte benim İncir Ağacı isimli şiirim de okunmuş. Bu haber de yerel bir gazete olan Gazete Trkaya’da yayınlanmış. Internet’ten almışlar. Ne kadar mutlu oldum bilemezsiniz.
http://www.gazetetrakya.com/haberler-oku.php?id=521756
Şimdi interneti açıp bakınca az da olsa sağda solda şiirlerime rastlıyorum (Benim gönderdiğim değil, başkalarının beğenip aldığı şiirler).
Konuya özelden başladım, değişiklik olsun diye. Şiir yazmak isteyen kişinin anlatmak istediği bir şey vardır. Sınırlı bir dağarcığım var demiştim. Beğendiğim ve okuduğum şairler çok az. Başta Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Orhan Veli, Can Yücel, Atilla İlhan, Sabahattin Ali, Aşık Veysel, Karacaoğlan. Eminim daha vardır. Hepsini aslında teker teker konuşmak gerekir ama buna kitaplar yetmez. Kim soktu kafama bu şiir konusunu, kim verdi bana şiir sevgisini? Tabi ki lisedeki edebiyat hocamız, Oktay Tuncer. Şimdi 70-75 yaşlarında olmalı.
Okulumuzdan Reşet Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin öğretmen olarak geçmiş. Ahmet Hamdi Tanpınar benim öğretmenimin öğretmenliğini yapmış. Lisede, edebiyat derslerinde düz yazıdan başka standart eğitim müfredatı olarak divan şiir ve edebiyatını da okuyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse divan edebiyatı insana şiiri sevdirmiyor, aksine soğutuyor. Anlamadığım bir dilde (Osmanlıca) şiirler. Üstelik her mısranın 80 türlü anlamı var. Bir de üstelik kafiye yapmaktan başka aruz vezni denen failün mefailün gibi pratik hayatta hiçbir işime yaramayacak kuralları var. Çattık belaya (müstefilatün) en sık verilen örneklerden biriydi.
İngilizce şiir okumaktan farkı yok. Ondan ne anlıyorsam bundan da onu anlıyorum. Baştaki ağır failün eğitiminden sonra modern Türk şiirine geldik. Oktay Bey bir gün ders programının dışına çıktı. Bizi serbest bıraktı. “Gidin, ” dedi, “bulduğunuz kendi seçtiğiniz şiirleri getirin.” Nazım Hikmet ve Ahmet Arif şiiriyle o zaman tanıştım. Şiirin zevkli olabileceğini, müzik dinler gibi bir haz verebileceğini o zaman anladım.
Vurulmuşum, dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Ya da
Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü
Sımsıkı etini dişlemek sıhhatli beyaz bir elmanın
Ey benim sevgilim
Bir çam ormanında nefes almanın
Bahtiyarlığına benzer seni sevmek
Ya da
Karnın yardım kazma ilen bel ilen
Yüzün yırttım tırnağilen el ilen
Yine beni karşıladı gül ilen
Benim sadık yarim kara topraktır
(Bunu şimdi ‘Doğa için çal’ seslendiriyor)
Ben şiiri üçe ayırıyorum. Divan, halk ve modern türk şiiri. Divanı geçiniz. Dörtlükler halinde yazılan ve günümüze müzikle ulaşan halk şiiri güzelliğini koruyor. Onun yeri ayrıdır. Benim ilgi alanım modern Türk şiiridir. Orhan Veli yaşasaydı daha kim bilir neler yapacaktı. Artık olanla idare etmek zorundayız.
Ben sokak kedisi, sen ciğercinin kedisi…
…
Sen yanmasan, ben yanmasam nasıl çıkar aydınlıklar karanlığa?
…
İkindiyin saat beşte, Baş gardiyan Rıza başta
Evet şiirin bir de toplumsal yanı var. Bu da bir tercih konusudur. Sanat toplum için mi, sanat için mi? Sanki içine toplum girince sanat olmazmış gibi bir eğilim içinde, toplumsal şiire eleştirel gözle bakanlar var. Halbuki her şey toplum için yapılır. Yazılar, şiirler saklanmak için değil, okunmak dinlenmek içindir. Dozunu ayarlayabilmek gerekir.
Japonca’dan çevrilen üç satırlık şiirler var. Çok kısa ve basit bir mesaj veriyor, o kadar.
Göz göze geldik bakıştık
Diz dize geldik konuştuk
El ele verdik tutuştuk
Tenim tenine değdi
Anahtar kilide uydu
Seviştik
Bu da benim bir şiirim. Japon şiirleri gibi. Bir şiiri açıklamaya kalkmak onun değerini düşürür. Okuyucu şiiri okuyup kendi bilgisi ve anlayışı ile şiiri değerlendirmelidir. Yani her insan bir şiirden farklı sonuçlar çıkrıp farklı tatlar alırlar. Öyle olmalıdır.
Destansı şiirler hoşuma gider. Çanakkale şiirlerini yazarken bir şey dikkatimi çekti. Düz yazıda çok fazla kelime kullanıyoruz. Aynı şeyi şiirle yazınca o kadar sözcüğe gerek olmadığını ve az kelime ile aynı anlam verilebildiğini anladım. Modern Türk şiirinin şiir edebiyatına en büyük katkısı bu olmuştur bence. Bir şey anlatmak istiyorsunuz ama kalıplara girmek zorunda olduğunuz için anlatmak istediğiniz şeyi anlatamıyorsunuz veya yanından teğet geçiyorsunuz. Belki de hem anlamı verebilmek hem de kalıba girmek büyük şair olarak sayılmayı gerektiriyordu.
Aşk şiirlerini de unutmamak gerekir. Şiirin yüzde doksanı zaten aşk şiiridir. Aşk, şiir yazmak için en büyük sebeplerden biridir. Adam aşık oluyor, kavuşamıyor. Ne yapsın? Sıkıntısı diline vuruyor. Ağıtlar da öyledir. En sevdiği insan pisi pisine ölmüş. Geri gelmesi mümkün değil. Ne yapsın insan? Şiire sarılıyor.
Modern şiirde bir tür var ki ondan hoşlandığımı söyleyemem.
Telgraf tellerinde gemiler…
Çok fazla soyut, ne dediği anlaşılmayan, keçi boynuzu kadar tat vermeyen şiirler. Semboller vardır, soyutlama vardır, evet ama bir dengesi, bir tadı olmalı. Tuz yemeğe tat verir ama bir yemeğe çok tuz atarsanız yemeğin tadı yine kaçar.
Şiir de sanatın bütün diğer dalları gibi, insanın kimyasında iyi yönde bir farklılaşmaya sebep olmalı. Bunu yapmak sanatın, sanatçının görevidir. O yüzden ‘Allah belanı versin’ şeklindeki ifadeler sanat sayılmaz.
Biz müzikte dinlediğiniz sözler eğer müzik üzerine yazılmışsa onlar şiir değildir, yalnızca şarkı sözüdür. Pek de şiir kadar değeri yoktur. Derler ki, ‘siz sözleri boş verin, müziği dinleyin.’ Ama şiir üzerine bestelenmiş müziklerde sözler yine şiirdir. Müziğin bir kalıbı vardır. Şiir, özellikle modern Türk şiiri bu kalıplara uymaz. O zaman sözleri değiştirmek gerekir. Zülfü Livaneli bunu yaptı.
Hat boyları yanmış odun kokusu / Askeri de hat boyunun tapusu / Vagonların kırk kişilikse yapısı / 80 Memet 100 Memet dolu hepisi
Nazım Türküsündeki Memetçik Memet’te Livaneli Nazım Hikmet’in bir şiirinden esinlenmiş ve şiiri müziğe uyduramayınca (bunu kendisi söylüyor) müziğe uysun diye bunları yazmış.
Şiir yalnız müziklenmez, resimlenir de. Nuri Kurtcebe’nin çizdiği Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’nı bir okuyun, izleyin. Her yerde bulabilirsiniz.
Şirin vazgeçilmez parçası uyaktan da (kafiye) söz edeyim. Bidiğiniz gibi Türkçe peşine ek alan kök kelimelerle kurulan bir dildir. Uyak işini yalnız eklere bırakmak uyak yapmak anlamına gelmez ve yeterli olmaz. Uyak için aynı anlamlı kelimeyi kullanmak da olmaz. Uyak olması için benzerliğin kök kelimeye kadar girmesi gerekir. Cinaslı kafiye de kabul görür. Yani aynı kelimenin farklı anlamlarda kullanılması. Ancak verilen mesaj güzelse ve güzel bir biçimde ifade ediliyorsa uyak da aranmayabilir. Bazen de anlamsız ve gereksiz uyaklar anlamı bozar ve şiirin değeri düşer.
Bir şiirde ses uyumu önemlidir.
Şiir sesli okunabilmelidir. Zaten o zaman şiirin iyi veya kötü olduğu açığa çıkar, anlaşılır. O yüzden satır arasında da uyak yapmak mümkündür. En önemli şey anlamdır. Anlamı bozarak uyak yapılmamalıdır.
Yağdı yağmur çaktı şimşek / Sen de mi şair oldun…
Ne yazık ki böyle şeyleri dinlemek zorunda kalıyoruz.
Müzik ve şiir mimari gibi tasarım işidir. Birdenbire de çıkabilir, üzerinde çok düşünmek de gerekebilir.
Kuşkusuz bunlar benim görüşlerim. Başka bir insan farklı düşünebilir.
Her şeyin olduğu gibi sanatın da eğitimi vardır. Ancak ondan önce insan bir sanatı yapacaksa onu içinde duymalıdır. Şiiri sevmek şair olmak için yetmez.