Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ağustos '06

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Kopenhag - Kuzeyde sonbahar

Kopenhag - Kuzeyde sonbahar
 

Ekim ayının başlarında Kopenhag’a vardığımda, sert ve soğuk rüzgarlar esmeye başlamıştı bile. Sürekli yağmura neden olan meteorolojik cepheler birbiri ardından neredeyse günde iki kez ülke üzerinden geçiyor; yağmur, kısa süreli güneş ve yüksek basıncın ardından, tekrar ıslak ve gri renk her yere hakim oluyordu. Halbuki bizim ülkemizde; alçak basınç ve ona bağlı cephe sistemlerinin periyodu, yağışlı mevsimlerde bile, bir haftaya yaklaşırdı.

Sonra bizim pastırma yazı dediğimiz, Ekim ayı içinde yaşanan ılık ve güneşli günler, Kopenhag’da hiç yaşanmadı ve ay boyunca, sıcaklık gün be gün düzenli olarak düştü ve daha Kasım girmeden yılın ilk karı yağdı.

Bu Kuzey enlemlerinde; sonbaharla birlikte günler de, bizim kuşağımıza kıyasla daha kısa oluyordu. Öğleden sonra üç buçukta çöken akşam karanlığı ile birlikte, Radhaus Platsen meydanındaki neon ışıkları yanmaya başlıyordu. Sabah çok erken başlayan iş mesaisi bu saatte sona erdiğinden, meydan ve çevre ana caddeler bir anda evine dönen bir bisikletli kalabalığı ile doluyordu.

Karanlık yüzünden, siz de şehir gezisini zorunlu olarak hafta sonuna erteliyor; kalabalığın peşinden, araç trafiğine kapalı Ströget caddesine sapıyordunuz. Ülkenin ne derece pahalı olduğunu çoktan keşfetmiş olduğunuzdan, alışverişe takılmıyor; sokaklarda dolaşıp sokak şarkıcıları ve pandomimcileri izliyordunuz. Yer bulabildiğiniz takdirde, şık ve kibar insanların doldurduğu kafelerde oturuyor; fantazi kahve türlerinden içebiliyordunuz.

Tatil günleri şehir merkezine erken indiğim zamanlarda, Ostergade’den eski limana, Nyhavn’a yürüyordum. Bu eski marina, sadece seyirlik yelkenlileri ve çevredeki Hanseatik karakterdeki yapılarıyla oldukça pitoresk bir yerdi. Güneşli günlerde dışarıya atılan şemsiyeli masaları, bir anda insanlarla doluyor ve Nyhavn cıvıl cıvıl neşeye boğuluyordu. Buraya gittiğimde; karides, kalamar ve midye tavası ısmarlar, yanında siyah fıçı birası içerdim.

Söz biradan açılınca; Kopenhag’a gece iyiden iyiye inip de, insanlar aceleyle sokakları boşalttıkları zaman; benim sığınağım, Tivoli bahçelerinin yanındaki İrlanda barı olurdu. Prinç, maroken ve maun karışımı tipik İrlanda tarzı ile, özenle döşenmiş bir yerdi burası. Şık tezgahın önündeki taburelerde oturarak, aynadan dışarıyı da gözetleme olanağınız olmasına karşın, zaten kasvetli ve bunalım takılan Kuzey insanları ile hiç sohbet oluşmadığından, tezgah başına değil de; camın kenarına, istasyon ve şimdilerde pek karanlık olan Tivoli parkının giriş kapısına dönük otururdum.

Yaz günlerinin onca hareketliliğine tezat, ıssız ve karanlık olan dışarılarda şimdi, karanlıkta soğuktan üşümüş insanların aceleyle istasyona doğru koşuşturdukları görülürdü. Garsona, kıvamlı köpüğü, kremsi kıvamı ile bayıldığım ‘ale’ türü bira ısmarlardım. İşgüzar garson; ille de yanında sert, alkol zehiri ‘schnaps’ getirirdi; usul mü böyleydi ne?

İşimin gereği, şehrin Kuzeyinde, Amagör adasının ucunda, araçla 45 dakika uzaklıktaki Dragör sayfiyesinde kalıyordum. Meydandan binmiş olduğum dönüş otobüsü, müzeyi geçtikten sonra köprüden Amager kasabasına geçerdi. Kanalda limanın köprüye yakın olan tarafında, kırmızı kağıt fenerlerinin ışıkları ile yüzer Çin lokantası bağlı dururdu. Araç ilerledikçe, her bir durakta birer ikişer yolcularını bırakır, son durakta bir iki kişi kalırdık.

Nedense Kopenhagen’da otobüs duraklarına, hangi mantıkla yaptılarsa; durak adını yazmamışlardı. Yabancılar ilk gittikleri semtte hangi durağa geldiklerini sürekli şöföre sormak durumundaydılar! Halbuki karşı yakada, Malmö’de; duraklarda semtin adının yazılı olmasının yanında; otobüslerin içindeki elektronik tablolarda, aracın yaklaşmakta olduğu durağın adını bile yazıyordu. Otobüsten inenler, kadın veya erkek; gelirken durakta bıraktıkları bisikletlerine atlar, yollarına bisikletle devam ederlerdi.

Kopenhag’da da aynen Amsterdam’da olduğu gibi çoğu kişi bisikletliydi. Kar, soğuk ve rüzgar bile, bisikletlilere engel olamazdı. Bu olgunun açıklaması olarak toplumun çevreci ve sportmen olduğunu öne sürseler de, bisiklet düşkünlüklerinin aynı Hollandalı’ lar gibi birazda tutumluluktan kaynaklandığı yadsınamazdı.!

Dragör iskelesinden karşı sahildeki Malmö şehrine sık aralıklarla feribot bağlantısı vardı. İsveç’te alkollü içkiler yüksek vergi nedeniyle pahalı olduğundan, bu yakaya doğru bir alkol turizmi oluşmuştu. İsveçliler bir buçuk saatlik yol boyunca, duty free tarifeden vapur iskeleye yanaşıncaya kadar içki içmekteydiler!.

Bir kısım insanın boş şişelerini bile geri taşıdıklarını görüyorduk. Önce köyün marketinin dışındaki boş şişe otomatında boş şişe depositolarını geri alıyorlar, sonra da markete girip troley gibi bavullarının alabildiği kadar bira alıyorlardı.
Berduş yapıda olanları, gece yarısına kadar sahildeki iki barda içkiye devam edip; sonrasında taşkınlık yapıyorlardı.

Gece yarısı; ara sıra uykunuzdan kavga, bağırış çağırış, kırılan cam sesleri ile uyanıyor; bu sakin ve özellikle seçkin görünmeye çalışan insanların içlerinde gerçekte nasıl bir barbar tarafın gizli olduğunu anlıyordunuz!!

Köyde tatil sabahları günümüze, marina çevresinde yürüyüşle başlardık.
Yanımızda getirdiğimiz ekmek artıklarıyla, iç sudaki ördek filosunu beslerdik. Hiç avcı tanımamış yaban ördekleri, arsızca ayaklarınızın altında dolanıp, ekmek isterken; asil kuğular gururla suda süzülür, attığınız ekmeklere bile yüz vermezlerdi.

Mendireğe doğru ilerlerken, yol üzerindeki ahşap kulübedeki balıkçı büfesinden, yöresel spesiyalite olan, bir cins isli balık kanepesi ‘smokebred’ tadımı yapıyorduk. Büfenin vitrininde; -bu devirde hala kullanan var mıydı!? Yoksa nostalji olsun diye mi koydularsa-, çiğnemelik tütün bulunurdu.

Balıktan dönen teknelerin yanaştığı iskeleye yürüyünce; ne balığı tutmuşlar diye merak edip bakardık. Marinadaki tekneler, arkasındaki çok sayıda kara bayraklı şamandıra direği ile, kargılarının ucunda siyah bayraklarıyla sanki talandan dönen Moğol ordularını andırırdı. Balıkçıların getirdiği cod fish ve herring dedikleri balıklar- birisi kalkan boyunda pisi balığına, diğeri yine aşırı büyümüş mırlan balığına benziyordu- balıkçıdan lokantacıya veya tüketiciye, bizim alışık olmadığımız şekilde, pazarlıksız, bezirganlık vs. olmadan el değiştiriyordu. Fiyatı kimin belirlediğini anlayamamıştım.

Tekrar geriye döndüğümüzde, Batı yönüne doğru, uçsuz bucaksız çayırlıklar uzanırdı. Bizim ülkemizde her bir metrekare boşluğun insanların inşaat iştahını kabartmasına, bunu yapamazsa moloz veya çöp dökmesine tezat; göz alabildiğine yeşil çimenlikti. Meskun bölgelerin çevresinde böyle boş alanlar görebilmek, keyif verici bir şeydi.

Doğu yönüne yürüyünce, sahilde şık, bakımlı ama gösterişsiz yazlık villaların önünden yürürdünüz. Sahille bahçeleri birbirinden, titizlikle budanmış yaban güllerinden oluşan çit ayırıyordu. Yaban gülleri bu mevsimde, neredeyse can eriği kadar iri kuşburnu meyvalarını olgunlaştırmışlardı. Yumuşamış meyvanın tüylü çekirdeklerini dikkatle sıyırdıktan sonra, ağzınızda C vitamininin o karakteristik kokusunu duyarak emerdiniz. Karanlık iklimlerin depresif etkisine karşı, c vitamininin direnç artırıcı faydası olduğunu bildiğimden, kuşburnu meyvalarının tüylü çekirdeklerinin iticiliğine karşı mücadele vererek yemeye çalışırdım...

Her bir bahçede, çitin arkasında, seyir amacıyla kullanılan camekanlı kameriyeler vardı. Bambu mobilyaların yanında her birinde tripoda bağlı birer teleskop vardı. Yaz günleri burada oturan insanların kahvelerini içerken, denizde uzaklardaki tanıdık yelkenlileri takip ettiklerini tahayyül ederdim.

Kameriyeden sonra, temiz ve bakımlı bir çim bahçenin nihayetinde evler vardı; karanlık, insansız..! Bu evler yazlıkçı evleriydi anlaşılan. İnce bir görgü nedeniyle mi, yoksa uygar bir imar yönetmeliğinin gereğinden midir nedir? Evlerini denize karşı, kumsalın dibine konuşlandırmak varken; gitmişler içeri inşa etmişlerdi!..
Hiç akıllı işimiydi bu?!

Sahilde yürürken, tek tük karşılaştığınız insanlar da; içe kapanık ve düşünceliydiler. Sonbahar göklerinin griliği insanların ruhlarını da örtmüştü. Zaten İskandinavlar yapı olarak bizim insanınız gibi başkalarını seyretmeyi seven insanlar değildi. İlgi dolu bakışları kaba bulduklarından emindim.

Eğer marinanın hizasından, ön plandaki iki lokantanın arasından eski tarihi köye girerseniz, arnavut kaldırımlı dar sokaklarda, ‘Yüzüklerin Efendisi’ndeki Hobbit evlerini andırır, saz damlı, tek katlı nefis evler görürdünüz..! Diğer mahallenin aksine, bu evlerde kışın da insanlar oturuyordu. Geceleri perdesiz pencerelerin iç tarafında mumlar yanıyor olurdu. Gerçi durup bakmanız uygun olmasa da, klasik tarzda döşenmiş odalarının atmosferinin, sanki 17.yüzyıl flaman ressamlarının tablolarındaki dingin ev tasvirlerindeki olduğunu hissederdiniz.

Anlaşılacağı üzere bu evlerde gerçek köylüler oturmuyordu. Mahallenin ortasında çok hoş bir lokanta vardı. Bütün odaları mum ışığı ile aydınlatılmıştı. Kapı girişinin iki tarafında, iki gemici feneri yanardı. Kırmızı halı serili üç basamaklı merdivenden sonra loş antrede, vestiyerin önündeki çanı bir kez çalınca, bir garson gelir, size yol gösterirdi. Garsonları servis dışında ortalıkta göremezdiniz. Yemek yiyen çocuklu ailelerin masasından bile hafif fısıltılar ve belli belirsiz bir çatal bıçak sesinden başka ses gelmezdi. İşte bu seçkin müşteriler bu semtte oturan insanlardı.

Benim kaldığım otel de bu semtin içinde olmakla birlikte, otel sahibi yüzünden buraları kötü hatırlayacaktım ne yazık ki! Konakladığım Hotel Kro, dört suit odalı bir apart oteldi. Mutfağı, buzdolabı vardı, restoran kısmı alt katta ve otelden bağımsızdı. Otelin sahibi sonradan kat görevlisinin de alayla belirttiği gibi, paragöz ve kötü huylu bir adamdı. Bir gün hiç beklemediğim bir şekilde benimle bağırarak, kaba bir şekilde tartıştı. Daha önce hiç bir uygar ülkede insanların bu kadar kaba olduğunu görmemiştim.

Şirketim benden önce aynı oda için bir senelik kontrat yapmıştı, ikişer aylığına dönüşümlü olarak temsilciler geliyor ve kalıyorlardı. Adam beni tahrik ederek anlaşmayı bozmayı mı amaçlamıştı? Bilemiyorum ama bir haftalığına beni ziyarete gelen eşim için, ek ücret talep ediyordu. Halbuki benden önce kalanlar, bütün süre boyunca aileleriyle kalmışlardı ve bana aktarıldığına göre onlardan ekstra bir para talep edilmemişti. Ayrıca tavır çok beterdi, Asyalı kanım hızla aktı, adama daha sert ve hak ettiği cevabı fazlasıyla verdim! Ne de olsa artık burada kalmam diyordum. Ama çalıştığım şirkette anlayış göstermediler; kasabada başka otel açık olmadığı, Kopenhag’daki otellerin uzak olduğu gerekçelerle, otelde kalmamı sürdürmemi istediler.

Eşim zaten çocukları daha uzun bırakamazdı, o hafta sonu döndü; bense görev sürem sona erinceye kadar o otelde kalmaya devam ettim ne yazık ki.. Çıkış yaparken, eşimin ayrıldığı tarihi daha öncesinden görevli vasıtasıyla ona bildirmiş olduğum halde, benden tam süre boyu fark talep etti utanmadan. Bir kez daha öfkelendirdi beni böylece.! Anlamıştım, bu Kuzeyli insanlar zannedildikleri kadar rafine değillerdi!

Daha önceleri; refah seviyelerinin yüksekliğinden, edebiyata, sanata düşkünlüklerinden, özgürlükçü, eşitlikçi ve demokrat izlenimi bırakmış olduklarından; İskandinavları daha farklı gözle görürdüm. Ama burada yaşadıklarım; onların da, bizlerden ve diğerlerinden farklı olmadıklarını gösterdi.
Örneğin, Amager adasına, yüzyıllarca öncesi, tarımı geliştirsinler, yeni teknikler aşılasınlar diye Hollanda’dan göçmen getirtmişlerdi. Ama şimdi açıkça görülüyordu ki, bu Felemenk asıllı göçmenler şimdileri adanın zencileri olmuşlardı. Yerli halk onlardan bahsederken yüzlerini buruşturuyor, içkici ve tembel diye onlara karşı ırkçı tavır gösteriyorlardı. Halbuki dış görünüşlerinin Danlar’ dan hiç bir farkı yoktu, onlar gibi sarışın ve uzun boyluydular. Yüzyıllardır onları kabullenememiş olmalarına hayret! Biz kendi hoşgörümüzün pek farkında değilizdir ama, Anadolu yakın zamanda bütün bir Balkanlar ve Kafkasya halklarını potasında eritmiştir de, bir uyumsuzluk yaşanmamıştır!

Bir gün şehirde, bir durakta otobüs bekliyordum. Durakta bekleyenlerin içinde; iyi giyimli, Apollon kadar yakışıklı bir genç adam görmüştüm. Önündeki, elinde jüt Pazar çantasıyla kendi dünyasına dalı gitmiş, her şeyden habersiz yaşlı Mağripli göçmenin arkasından; güya alay için çeşitli şaklabanlıklar yapıyordu. Ne kadar şaşırtıcı idi. Meğer o cilalı dış görünüşün içi, ne kadar da boş olabiliyormuş!

Kasım ayının sonlarında bir Pazar günü sabahı erkenden Kopenhag’a inmiştim.
Artık hava iyice ayaza çekmişti; kuru bir kar rüzgarla sürükleniyor, kuytu köşelerde birikiyordu. Şehir müzesi bugün halka açılmıştı. Önce müzenin antik heykellerle çevrili salonunda, oda müziği konserini dinledim. Barok müziği sevmekle birlikte, dinletinin bu kadar erken saatte düzenlenmesinin hikmetini çözememiştim.! Konserden sonra, İtalya’dan getirilen antik eserlerin sergilendiği özel Etrüsk Medeniyeti sergisini dolaştım. Etrüsk’lerin, kökenleri bilinmeyen; kadim bir halk oldukları yazılmıştı. Sergilenen eserlerin üzerindeki desenler; bizim Türkmen el sanatlarındaki motiflerin aynısıydı. Çanak çömlek üzerindeki Etrüsk figürleri, siyah saçlı ve esmer tenliydi. Etrüsklerin kökenleri Türk olmasın dı?
Acaba ırkçı Avrupalı zihniyeti, kökenlerinde Asyalı ve Türk olmasını saklamak istiyor olabilir miydi?! Onca eski uygarlığın sırlarını çözmüş olan tarih bilimi, Etrüsklerin sırrını nasıl çözememiş olurdu, anlamak mümkün değildi.

Bir tarih dergisinde, Avrupa derin(!) tarih biliminin, bu yönde politikası olduğunu; örneğin Güney Fransa’da bulunmuş çok sayıda prototürk kalıntısının bu sebeple üstünün örtüldüğünü, uluslararası bilim dünyasından saklandığını okumuştum! Etrüsklerin kökeninin fazla sorgulanmaması da, acaba böyle bir politikanın sonucu muydu?

Tarih konusunda komplo teorisyenliğimi bağışladıysanız, müzeden sonraki uğrağım botanik bahçesinden bahsetmeliyim. Her uygar şehirde olduğu gibi (darısı İstanbul’un başına), Kopenhagen’ın açık ve kapalı botanik bahçeleri vardı. Kışın bu can yakan rüzgarında, açık alanları hızlıca geçip, kendimi kaktüs bahçesine attım.
Suni güneş ışığı ile göz kamaştıracak kadar aydınlatılmış bahçelerde, seratonin salgısını artıracak ışık terapisinden geçtim.

Oradan çıktım, kelebekli seraya geçtim. Burada rengarenk dev kelebeklerin üzerinizde uçuştuğu tropikal bir bahçede oturup, klasik müzik dinledim. Afrika’dan ithal edilen tırtıl kozaları, doğal ortamlardakine benzer şekilde bitkilerin üzerinde hazırlanmış kuluçkalıklarda yatırılıyor; metamorfozlarını tamamlayan tırtıllar, kelebek olup uçuyorlardı. Sonraki tropikal orman serasında ise, sıcak ve nemlilikten bunalıp, artık gömlekle kalıncaya kadar, palto ve kazaklarınızı çıkarmak zorunda kalıyordunuz.

Uzakdoğunun orman tavukları, ayak altınızdan çabuk çabuk kaçışıyorlardı. Bir spiral merdivenden tırmanıp, oldukça boylanmış yağmur ormanının değişik katmanlarını görme olanağı bulabiliyordunuz. Üst dallarda renkli papağanlar tohumları toplarken; keskin çığlıklarıyla, tropikal orman ambiyansını tamamlıyorlardı.. Egzotik bitkiler benim hobim olduğundan ve elimden geldiğince, canlı tropik bitkiler yetiştirmeye çalıştığımdan; kaçınılmaz olarak bana ilginç gelen bitkilerin tohumlarından ve meyvalarından toplamaya başlamıştım. Bunu yapmamam gerekirdi, uygar bir insan olarak, arboteum’daki bitkilere dokunmamak gerektiğinin farkındaydım. Ama ne yazık ki, korkunç kolleksiyoncu olarak kendime engel olamıyordum! Ama bu işi yaparken, sonradan ne olduğunu unutmamak için tohumunu aldığım ağacın bilinen adını, Latince ismini bir kağıda yazarak, tohumu da ona sarmak durumunda olduğumdan, bir süre sonra bekçinin dikkatini çekmiş olmalıyım ki, adam beni takibe aldı!

İşaretle: < koparabilir="" miyim?=""> diye sordum.
Olumsuz bir parmak işaretiyle; belirtti!
Böylece koleksiyonumu daha da zenginleştirme olanağını kaçırmış oldum.
Kader!!..

Mart 2001

 
Toplam blog
: 22
: 13682
Kayıt tarihi
: 25.08.06
 
 

Amaç hasbıhal. Sohbetinden uzak kaldığım dostlarla ve yazılarımı beğenen okurlarla görüşlerimi payla..