- Kategori
- Gündelik Yaşam
Kör Enver
Kaşlı İbrahim yetmiş beşinci yaşında, hayatında henüz doktor yüzü görmemişken kadir gecesi Muratpaşa Camii’nde cemaat ile birlikte tespih namazını eda eylerken sekte - i kalpten göçüvermeseydi (Belki de Tanrı ona ‘yeter İbrahim bu kadar ibadet’ demeseydi) hiçbir zaman Enver Aga’nın fıldır fıldır dönen mavi gözlerinden birisi kapanmayacak, diğerinin rengi de eyren gibi kızıla dönmeyecekti.
...
Koca mahalle ne severdik İbrahim Amcamızı.
Kimseye borcu harcı olmayan, kimsenin dedikodusunu yapmayan, her hastaya, her cenazeye ilk evvel koşan, işinde gücünde, imanında, muhterem bir adamdı. Mahallede kavga sesi duyulmayan tek ev onların eviydi.
Ahmet Hoca bir satanisti bile camiye çekecek kadar güzel olan sesiyle ezanı okumaya başladığında bizim sokağın üç ihtiyarı ile beraber İbrahim Amca da ibadethanenin yolunu tutardı.
Diğer ihtiyarlarımızdan birisi ‘taş düşmanı amca’ (İsmi aklımda böyle kaldı çünkü sokağımızda futbol oynarken kale olarak kullandığımız taşları camiye gidip gelirken ‘sevaba gireyim’ diye yol ortasından toplardı rahmetli, ‘yapma etme’ der dinletemezdik, maçın en heyecanlı anında canla başla, takım olarak koruduğumuz kalenin ortadan kalkıvermesi katlanılamaz bir durum haline gelince biz de çevre inşaatlardan bulduğumuz ve el arabalarıyla topladığımız yüzlerce taşı sokağa yaydık ‘kolaysa bunları da topla’ diye. Normal bir çocuk bu durumda ebeveynlerinden ceza alır ama bu olay anında hepimizin anne babaları o bir - iki katlı ahşap evlerin pencerelerinden kahkahalar atarak bizi seyrediyordu) diğer ikisi de cimri hacıyla oğluydu.
Mahallenin ilk apartmanını kendileri diktiler. İnşaatı yaptırırken atların, eşeklerin bile yemediği pazardan arda kalan sebze meyveyi ailece sağa sola dağılıp toplamaları epey garibimize giderdi. Hatta hacı oğlunu evlendirirken bahşiş için gelin arabasının yolunu kesen çocukları atlatayım diye az daha birisini eziyordu, zavallı arkadaşımız ayağını son model müteahhit Mercedes’inin tekerleklerinden kurtarır kurtarmaz ‘ ulan senden gelecek Allah’tan gelsin’ diye elinde bir taşla gelin arabasını kovalamaya başlamıştı.
(Hacıların vefatından sonra o gözleri gibi korudukları servetleri şu an ne durumda bilemem ama damatlarla bir olan büyük oğlan bilmediği al-sat işlerine girip hatırı sayılır miktarda borçlanınca o güzelim apartman mahkeme kararıyla alacaklılardan birisine geçti, sanırım oradan da bankanın birisine satıldı... Neyse parantezden çıksam iyi olacak galiba)
...
Kaşlı İbrahim’in cenaze namazında cemaat öyle gür bir sesle “İyi bilirdik” dedi ki, yoldan geçenler bile “pek muhterem birisi herhalde” diye ellerini göbeklerinde kavuşturup cami avlusuna doluştular.
Herkes “Allah sevdiği kulunu tez yanına aldı” yorumlarını sıkça yapınca o zamanın veletleri olarak biz “Ulan bu kadar iyi olmak da doğru değil herhalde, baksana Allah yanına alıyormuş” diye düşünmüştük.
...
Cenazeden sonra birkaç gün futbol oynamadık sokakta ‘ayıp olur’ diye. Deli Hüseyin bile otuz senedir yirmi dört saat söylediği “Telgrafın Telleri” türküsünü hayatında ilk kez iki - üç gün söylemedi. Bizim sokaktan kafası önde ‘zor agam zor’ gibisinden bir şeyler mırıldanarak, selamsız sabahsız, gürültü patırtı yapmadan esip geçti o günlerde. Bütün mahalle topyekün bir ölü evi sessizliğine bürünmüştü adeta.
...
Bir sabah sıcak yatağımızda uyuklarken “Telgrafın Telleri” türküsünü duyduğumuzda her şeyin normale döndüğünü anladık, İbrahim Amca’nın üçü beşi, mevlidi, yemeği bitmiş olmuştu.
Esvapları uzak mahallelerdeki garibanlara verildi, köstekli saatini doktor oğlu hatıra diye aldı, Rus yapımı kamyonuna bir şoför bulundu ve aynı iş düzeni devam ettirildi.
...
Gelelim Enver Aga’ya...
Bir adama bey, abi, efendi, amca, dayı, dede, baba... Denemeyecekse ona kısa yoldan ‘aga’ denilecekti haliyle. Bizim mahallemizdeki yegane aga ‘Enver Aga’ydı.
Düğün bulduğunda saz çalar, bulamadığında mezbahadan paça alıp ayıklar, onları bir torbaya koyup meyhanelerde akşamcılara satardı ama illa ki kazandığı paraya şarap içerdi. Ben ömrü hayatımda onu ne su içerken, ne bir şeyler yerken, ne de elinde dolu bir şarap şişesiyle gördüm, şişenin dibini sallar dururdu rahmetli.
...
Eğer Enver Aga bir gün kahvede “benim gözler de iyi görmüyor herhalde” demese ve rahmetli İbrahim Amca’nın ihtiyacı olan birilerine verilmek üzere bekleyen şişe dibi misali kalın camlı gözlükleri olmasaydı ve hiçbir tetkik yapılmadan, kimseye danışılmadan ‘al senin ilacın bu’ denilip küçük suratına su altı gözlüğü gibi gelen gözlükleri geçirmeseydiler, Enver Aga da ‘rahmetlinin yadigarı’ diye aylarca o miyop gözlüklerini suratında gururla taşımasaydı; tek gözünden olmayacak, istediği zaman paça ayıklayabilecek, sağa sola çarpmadan yürüyebilecek, o parasızlığında hastane kapılarında sürünmekten muaf olacaktı.
Kırk yıllık ‘Enver aga’ lakabı da Kör Enver’e dönmeyecekti...
Okan Ünver