- Kategori
- Felsefe
Korkudan Özgürleşmek ve Sevmenin Cesareti

Tehlikeli yaşamak, hayatın her anını iliklerine dek yaşamak demektir. Her bir an eşsizdir ve birey her anın özgün değerinin farkındadır. Ölümün varlığını kabullenir, ölüm bilinci vardır ve bu yüzden muazzam bir yaşama coşkusu ona eşlik etmektedir. Ölümden, korkularından kaçmadığın zaman, ölüme kafa tutabilirsin. Her risk alış, her bilinmeyen, her yeni kişinin kendini gerçekleşmesi, gürül gürül akan yaşamı hissetmesi için bir fırsattır.
Cesaret nehri izlemek değil, nehre karışmak, nehirle yıkanmak ve sonunda aydınlanarak nehrin kendisi olmaktır.
Kişilerin belirli bir hayat tarzları, yaşam seçimleri vardır. Belirli şekilde düşünürler, bu düşüncelerin ötesine çıkmayı pek düşünmeden. Belirli inançları vardır, edindikleri inançlar sorgulamadan oluşur ve diğer inançları araştırmayı akıllarından geçirmezler. Bu belirli dogmalar, onları yönetir, davranışlarını belirler.
Kişinin hayatta en çok ilgilendiği şey “kendi”dir. Gerçekte aradığı ise hiç bitmeyen bir tatmin duygusudur. Dünyadaki hemen herkes bir mevki, iktidar, güç peşindeyken, mevkisi olmayan hor görülürken, toplum tarafından saygınlığa ulaşamazken, acı içindedir. İçte acı ve tatminsizlik ne kadar yoğunsa, kişi dışarıda o kadar saygınlığı ve mevkiyi arayacaktır. İçerdeki tatminsizlik, dışarıdaki sözde başarı kalıplarıyla tatmin edilmeye çalışılacaktır.
Önemli biri olma, saygıya ve ilgiye layık olma, prestij arzusunun kökeninde toplum, gruplar tarafından kabul görme, kabullenme arzusu yatar. Bu arzu aslında kişinin başkaları üstünde egemenlik kurma, yönetme isteğidir. Başklarını yönetmek isteyen insanlar, onların üstüne çıkmak isteyen insanalr kolay yoldan siyaseti, dini kullanırlar. Bu şiddetin maskelenmiş halidir. Ne zaman başkaları üstünde egemenlik kurma arzusu belirse, o kişinin şiddetinin sonuçları ortaya çıkar: Rekabet, hırs, mücadele... Zekâ değil işin içine kurnazlık girer, arzulara bölünür ve kirlenme, kirletme o oranda artar. Hedef yolunda her şey mübahlaşır.
Tüm şiddetin, saldırgınlıkların kökeninde korku yatar. Kendini ve başkasını yeterince tanımamak, özgüven eksikliği, çatışma doğurur. Bilinmeyen, yeni olan, tanıdık olanı tedirgin eder.
Korkan bir zihin çatışma halindedir, sürekli şaşkınlık halindedir. Tedirgindir çünkü ne zaman nerden saldırıya uğrayacağını düşünür. Kendi zekâsına güvenmek yerine önlemler almaya, yedek planlar yapmaya çalışır. İnsan bu yüzden çarpık, şiddete meyilli, saldırgan olarak yaşar. Egosu onu korumak için yeterince kalın bir zırh sunsa bile, korkuyu kabul edip ondan kurtulmadığı sürece daima tatminsiz, arzulara bölünmüş, daima karanlıkta yaşar.
İstediğin kadar Tanrı yarat, istediğin kadar dağın zirvesine tırman, istediğin kadar bir uçaktan kendini aşağı at; eğer korkuya karşı savaş halindeysen kaybedeceksin.
Korku iki türlüdür: Fiziksel korku, sana hayvanlardan miras kalmış bir tepkidir. Kendini kollama ve hayatta kalmak için verdiğin tepkidir. Psikolojik korku ise bir topluluk, toplum tarafından kabullenme isteği, dışlanma tedirginliğidir.
Böylesine değerli yozlaşmış, hastalıklı, saçma bir topluma eklemlenmek bir sağlık ölçütü, bir cesaret göstergesi değildir.
Ne zaman korku içindeysen korkun tarafından ele geçirilsin, artık efendin korkuların olur çünkü sen artık kendinde, kendi evinde değilsin. Sen dışarıda kaldın, artık evinin sahibi korkuların. Hemen herkes çeşitli korkuların, güven arayışlarının, bilindiğin, değişmez kuralların isteğiyle iç içe yaşar. Korku oldukça insanın hayatı sönükleşir, o toplumun bir parçası, bir kişi olur ama asla bir birey olamaz, kendisi olamaz. Korku kişinin kendi olmasını istemez.
Sen psiklojik korkularını anlarsan, fiziksel, hayvani korkularını da anlayabilir, onlardan özgürleşebilirsin. Soyut korku, daima kendine somut nedenler yaratır. Yiyeceksiz kalmak, işsiz kalmak, başarısız olmak, sevilmemek, kabul görmemek... Tüm bunlar insanın sahte saygınlığını yerle bir edebilir; tüm bunlar kişide alay edilme, küçük düşürülme, layık olamama gibi çok çeşitli korkulara neden olur.
Korkularla yüzleşmek yerine onlardan kaçmak, üstlerini örtmeye çalışmak, bunun için imgeler üretmek hiçbir işe yaramaz. Korkudan her kaçış korkuyu biraz daha büyütür, onu biraz daha güçlü kılar.
Ne zaman kendinle yüzleşsen korku çözülür, korku ortadan kalkmaya başlar. Anlayış geldiği zaman, farkındlaıkla hareket ettiğin zaman, kaçış yollarını, kaçış ndenlerini incelediğin zaman, korku yok olmaya başlar.
Korku sadece bir gölgedir, karanlıktır. Ve unutma, aslında karanlık yoktur, karanlık, ışığın yokluğudur. O ışık, sevgidir.
Sevgi geldiğinde, insan severken korkuyla mücadele etmeye, onu bastırmaya, onu yenmeye çalışmaya, disiplin altına almaya, kontrol etmeye, bastırmaya gerek kalmaz. Kaygıların, tedirginliklerin, arzunun getirdiği bölünmelerin, tatminsizliğin hediye ettiği hüznün bir geçerliliği kalmaz. Basitçe sevginin enerjisi çiçek açar, sevmenin eylemi ortaya çıkar.
Ne zaman dışarıyı bırakıp kendi iç sesini dinlesen, seni bile şaşırtacak büyüklükte bir şefkatle, anlayışla karşılaşırsın. Kendi iç sesine güvenmeyi öğrendiğin zaman, dışsal otoriteleri aramana, akıl almana ve dışsal fikirlere yönelmene gerek kalmaz. Sen kendine yeterlisin, şu andasın, kendini bağımsız kılıyorsun, kendine bir şans tanıyorsun.
Ne zaman kendine bir şans tanısan hayatla yıkanırsıni yaşadığını hissedersin, daha fazla his, daha az zihin olursun. Başkalarını tekrarlamak, basit bir kopya olmak, bilinenleri tekrar etmek yerine, tohum olarak saklanamk yerine çiçek açarsın, bu cesaret seni daha bütün, daha sağlıklı, daha anlayış dolu kılacaktır.
Anlayış varsa, başka felesefelere, hocalara, din adamalrının yorumuna, fetvalarına gerek klamaz. Felsefede maddi ve manevi ayrımlar vardır. Ama bir zen’de, bir tasavvufta ayrımalar ortadan kalkar, bütüne, birliğe ulaşırsın.
Eğer iç sesini dinleyerek, kalbinin yolunu izleyerek, hakikati kendin keşfederek yaşamazsan, coşkuyu, sevgiyi, yaşamın kendini de kaçırırsın. Kendin istediğin, keşfettiğin, inandığın gibi yaşamazsan, bir süre sonra yaşadığın gibi inanmaya, düşünmeye, hissetmeye başlarsın. O zaman sen ortadan kalakrsın, başkalarının hayatını yaşarsın, sana dayatılanların kölesi olarak kalırsın.
İç sesini dinleyerek, daha çok sevgiyle taşarak yaşa. Her şey başarısızlığa uğrayabilir ama sevgi asla... Sevgi önce sevenini besler, onu sağlıklı, bütün kılar. Sevilen de sevgiyle beslenir.
Senin Tanrı olarak, göksel bir imge olarak gördüğün şey varoluşun, sonsuz sevginin kendisidir. Onun sınırları yoktur, onun kalıpalrı, önyargıları yoktur, o sonsuz bir anlayıştır.
Tüm ödünç alınmış tanrıları, kalıpları, önyargıları bir yana bırak, işe kendi Tanrı’nı, anlayışını, sevgini keşfetmekle başla. Bu keşif sen daha çok sevdikçe, daha şefkatli, anlayış dolu oldukça gerçekleşebilir.
Tanrı’yı ancak kendi iç sesini dinleyerek keşfedebilir, bilebilirsin.
Senin dolunaya, yakamoza ya da bir güle ait, sana ait olmayan, başkalarından alınmış romantik düşüncelerin var. Ne kadar çok dışarıdan, filmlerden, şarkılardan, resimlerden düşünce aldığını, onları sorgulamadan benimsediğini, sana aitmiş gibi hissettiğini fark etsen şaşırırsın. Ve gerçek iç sesin, bu gürültüleri, kalıplar, önyargılar, hazır sunumlar yüzünden, sırf bu gürültü yüzünden duyulmayacak halde.
Ne zaman doğayla baş başa kalsan, kendi doğanla da buluşursun. Ne zaman meditasyon olsa, zihin işlevini yitirir, yerine zihinsizlik, farkındalık gelir. İç sesini yeniden keşfedersin.
Altı duyu vardır. İlk beş duyun dünyayı tanımanın, dünyada olmanın aracıdırlar, dış duyulardır. Tüm duyular, kendileriyle ilgili algıyı oluştururlar ve sana bir bilgi sunarlar. Ancak altıncı duyu, iç sesindir. Bu dış duyu sana kendin, varıoluş ve yaşamın hakkında sırlar verir, Tanrı hakkında bir şeyler söyler. Meditasyon, senin yaptığın tüm ibadetlerin kökeninde de, bu iç sesi keşfetmek vardır.
Özgür olan insan sevgi dolu olur. Sevmek, seni özgürleştirir ve enerjin yapıcı, yaratıcı bir şekilde ifade olur. Sen kendini soluduğun, kendin olduğun zaman, kalbinde dev bir kükreme belirir. Aslan ortaya çıkar. Zihnin arzuları yerişne zihinsizliğe, dinginliğe, iç sesine doğru yolculuk yapmaya başladığın anda anlayış içine yerleşir.
Anlayışın, sevginin ışığı varken korkunun karanlığı ortadan kalkar. Özgürleşirsin. Başkalarının ne düşündüğü, ne düşüneceği, nasıl davranacağı önemini yitirir. Bunun yaratığı korku ve gerilimden, kaygıdan özgürleşirsin.
Korku sadece esaret yaratır, cesaret seni özgürleştirir.
Korkuda sen bir kölesin, sevgide, anlayışta, cesarette sen bir efendisin, kendinin efendisi...
Keşfettiğin, deneyimlediğin kendi hakikatinse, kendi kavrayışınsa bundan taviz verme. Bu uyumsuz olmak, egoist olmak demek değildir. Sadece itatkâr insanalr, toplumlar, devletler, dinler tarafından hoş görülür.
Ne zaman kendi hakikatini, zekâsını, bireyliğini birisi yaşa, o dışlanır. İtaatkar insanlar kendilerini unutmuş, grubun, toplumun bir kopyası, bir parçası olmuşlardır. Onlar birer birey değildirler, ifade özgürlüklerini, coşkularını, hakikatlerini, hayır deme cesaretlerini kaybetmişlerdir; kendi doğalarına karşı olan şeylere evet demek zorunda kalmışlardır.
Kimsenin haksızlığına boyun eğme. Adaletsizliği adaletle yık, anlayışlığı nalayışınla ortadan kaldır...
Sadece şu anda, sevgi dolu olduğunda korku kalmaz. Sevgililer, korkusuz olan insanlardır. Ne zaman bir insanı sevsen, korku yok olur.
Bu dünyanın, varoluşun sevgilisi ol. Bu dünyada ol ama bu dünyaya ait olma. Çünkü sen et ve kemik değil, sonsuz bir sevgisin.