Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Kasım '10

 
Kategori
Felsefe
 

Ütopya nedir ve nasıl kurulur?

Ütopya nedir ve nasıl kurulur?
 

İnsanlar tarih boyunca dünyanın nesnel dertleri yetmezmiş gibi yaşadıkları toplumların sorunları ile iç içe yaşamışlar ve haliyle de mükemmel, sorunsuz, yaşanılır bir dünyanın özlemini duymuşlar, hayalini kurmuşlardır. . Bütün dinlerde sözü edilen <ı>“cennet” de sanırım bu mükemmel, sorunsuz bir dünya hayalinin beklentisinden başka bir şey değildi.

Cennet kimsenin gitmediği, görmediği, evrenin hangi köşesinde olduğunu kimseciklerin bilemediği ve de ancak öldükten sonra gidilebileceği varsayılan hayal ürünü bir öbür dünyaydı. Zaman zaman gidiş biletleri, hatta kapı anahtarları satılmış olsa da cennet birçok sanat ürününe konu olmuş, milyonlarca insanın düşlerini süslemiş ama bunlarla da yetinmek zorunda kalmıştır. Ancak ne var insanların barış, refah, huzur ve mutluluk içinde yaşayabilecekleri <ı>“gerçek” bir dünya hayali hiçbir zaman yok olmamıştır. Zaten olması da mümkün değildi çünkü öyle bir dünyaya gerçekten de ihtiyaç duyulmaktadır ve bu ihtiyaç duyulduğu müddetçe de felsefeye gönül veren her insanın beynini kurcalayacak, ütopya arayışlarına da devam edecektir. Kaldı ki zaten cennet gibi bir mekân olan yeryüzünde yaşıyoruz. Doğa her şeyi kendiliğinden üretiyor. Dünyayı cehenneme çeviren biz insanlar ve bizlerin, bizleri yönetenlerin aptalca bencilliklerinden, sabit fikirliliklerinden, duyarsızlıklarından başka bir şey değildir. O zaman zaten cennet gibi bir mekân olan yerküremiz neden gerçek bir cennete dönüşmesin ki?

Felsefede cennet olmayan ama mükemmel bir yer, toprak, ülke tasarımı olarak <ı>“Ütopya” adı altında anılır oldu. İlk ütopya tasarımı da Platon tarafından yapıldı. Platon’un ütopyasında insanlar işçiler, askerler ve yöneticiler olarak üç kategori altında sınıflandırılmıştı. Ama ne var herkes yönetici veya hiç değilse kahraman bir komutan olamıyordu ve işçi, köylü, ırgat, kullanılan bir köle olarak kalmak da kimseciklere güzel bir ütopya olarak görünmüyordu.

Platon’un ütopyası var olan sınıflı toplumu sürdürmekten başka da bir işe yaramıyordu. Ama yine de doğuştan yönetici sınıflar ve de doğuştan kahramanlar Platon’un ütopyasını yüzlerce yıl boyunca gerçekleştirmeye çalıştılar ve bugün de çaktırmasalar bile halen de bin bir türlü cinliklerle, şeytanlıklarla yaşatmaya çalışıyorlar. Ama uzun yıllardır artık belli olmuştur ki büyük halk kitlelerinin sırtlarında kurulacak bir ütopya hiçbir zaman kalıcı bir şekilde yaşanılır bir dünya olamayacaktır ve mecburen yok olacaktır. Çünkü <ı>“işçisin sen, işçi kal” şarkısı en güzel sesli binlerce vokalistine rağmen kulakları fena halde tırmalamaktadır.

Platon’dan sonra Thomas More, Thomasso Campanella, Francis Bacon gibi düşünürlerde <ı>“Utopia” , <ı> “Güneş Devleti” ve <ı>“Yeni Atlantis” adını verdikleri <ı>“olmayan mükemmel topraklar” ın tasarımını yaptılar. Ama ne var hepside felsefe – edebiyat karışımı birer hayal ürünü olmaktan ileri gidemediler. Çünkü hepsi de yaşamın gerçekliğine, sıradan insanların ihtiyaçlarına, beklentilerine uzak ve kutsal kitaplardaki cennet varsayımlarına yakındı.

Gerçek anlamda bir ütopya tasarımını yapan ilk düşünür Karl Marks’tır ve onun tasarımı yaşamın gerçekliğine oldukça yakın olduğu için onun tasarımı olan <ı>“sosyalizm” uzun yıllar <ı>“bilimsel” olarak kabul gördü, hızla yayıldı ve milyonlarca insan için uğrunda mücadele edilebilecek bir ütopya haline geliverdi. Ancak ne var bilimsellik sıfatı da keyfe keder kullanılabilecek bir sıfat değildi ve yaşamın birçok gerçekliğini göz ardı eden bir teorinin bilimsel olması mümkün değildi.

Karl Marks’ın ütopyası yaklaşık 70 sene boyunca dünyanın birçok ülkesinde fiilen uygulandı ama sonunda da yaşamın gerçekliğine hitap edemediği, gerçek anlamda <ı>“bilimsel” olmadığı, insanların <ı>“cennet” düşleriyle örtüşmediği içinde iflas etti ve insanlık tarihin içinde kısacık bir episode olmaktan ileri gidemedi.

Karl Marks devletin ve de ekonominin kahraman komutanların demir yumrukları ile koruma altına alınan bürokratlar, ideologlar, komünist parti üyeleri tarafından yönetileceğini bunun da halk adına iyi, yararlı ve anlamlı bir yönetim biçimi olacağını düşünmüştü. Onun düşünemediği şey ise bürokratların işletmeci olacak niteliklere haiz olmamasıydı. Ekonominin yasası gereği rant getirmek zorunda olan işletmeler kısa bir süre içinde önce KİT lere sonrasında da her devin asalaklarının, seçkinlerin arpalıklara dönüştü. Doğal olarak da sonunda milyonlarca insanı beslemesi gereken üretim araçları kan kaybı nedeniyle iflas ettiler.

Kaldı ki Marks’ın tasarımı zaten bin yıllardır var olan sınıflı toplumu ortadan kaldırmıyor, halkın büyük çoğunluğunu teşkil eden işçiler, köylüler ve dağdaki çobanın kaderi değişmiyordu. Haliyle de böylesine saçma bir ütopya düşlere hitap eden bir ütopya değil olsa olsa içine edilebilecek bir ütopya olmaktan ileri gidemeyecekti. Zaten öyle de oldu ve kendisini işe yaramaz icatlar çöplüğünde buluverdi. Halkı kaçmasın diye yüksek duvarlar, demir perdeler arkasında gizlenen bir cennet özlenen, hayali kurulan bir cennet olamazdı.

Bu güne kadar yapılan hiçbir ütopya tasarımı başarıya ulaşmamıştır. Oysa ütopya kurmak hiç de sanıldığı kadar zor bir zanaat değildir. Bu işin sırrı ve de püf noktası filozoflarda, devlet adamlarında, kahraman subaylarda, köşe yazarlarında, entelektüellerde, edebiyatçılarda, şairlerde, sanatçılarda değil bence <ı>“dağdaki çoban” dadır.

Bütün mesele <ı>“ayrıcalık” dediğimiz kötülük tohumunun kökünün kurutulması, bu sayede de dağdaki çobanın diğer bütün saygıdeğer seçilmiş, atanmış ve de elitlerimiz ile aynı hak ve özgürlüklere sahip olabilmesidir. Veya tersinden okuyacak olursak toplumları, devleti, kurumları kimler yönetirse yönetsin, kim hangi konumda bir yetki ve görev sahibi olursa olsun hiç birisinin dağdaki çobandan bir gıdım bile olsun daha fazla hakka ve özgürlüğe sahip olmamasıdır.

Binlerce iş kolunun olmak zorunda olduğu toplumsal iş bölümünde milyonlarca insanın aynı haklara ve özgürlüklere sahip olması mümkün müdür?

Elbette ki mümkündür, ancak bu herkesin aynı işi yapacağı veya yapabileceği şeklinde bir eşitlik ve hakkaniyet değildir.

Herkesin toplumsal iş bölümünde aynı haklara sahip olması herkesin toplumsal statüsünün belirlenmesinde yakınlığın, yandaşlığın, ayrıcalığın değil bilginin, becerinin, liyakatin belirleyici etken olması ve bu sayede eşitliğin ve adaletin tesis edilmesi demektir. Bunun sırrı da kurumları, devleti, dolayısıyla da toplumları yönetme hak ve yetkisine sahip olanların bu hak ve yetkilerine ilaveten yasama ve kendilerini denetleme yetkilerine sahip olmamasıdır. Yöneten yönetimine esas teşkil edecek yasaları kendince belirleme hak ve yetkisine sahip olamamalıdır. Çünkü herkesin kendi kuralını belirleyebildiği bir dünyada adaletin olması mümkün bile değildir. Eğer adalet olacaksa o zaman da herkesin boyun eğmek zorunda olduğu kurallar kimse tarafından özgürce ve keyfi bir şekilde belirlenememelidir.

Kimse <ı>“siyasetçiyim ben siyasetçi kalacağım”, “komutanım ben komutan kalacağım”, “bürokratım ben bürokrat kalacağım”, “sanatçıyım ben sanatçı kalacağım” diyemediğinde işçiye, köylüye, ırgata da <ı>“işçisin sen işçi kal” diyebilen de olmayacaktır. Ütopya dediğimiz binlerce yıllık büyük mesele de bundan ibarettir. Yani kimsenin sahip olduğu toplumsal statüden faydalanarak başka insanların konumlarını, hak ve özgürlüklerini keyfi bir şekilde belirleme hak ve özgürlüğüne sahip olmamasıdır.

Bütün bunların yapılabilmesi için de öyle bir hukuk düzeni kurmak ve bunu da dünyanın ve yaşamın merkezine yerleştirmek gerekir ki, kimseciklerin kendi kurallarını kendileri belirleyebilme hak ve yetkisine sahip olmamalıdır. Toplumsal iş bölümünde her kim hangi göreve sahip olursa olsun onun görev tanımı mutlak bir şekilde yasalarla belirlenmiş olmalıdır ki kimse bir hukuki boşluk yaratıp, bulup o görev tanımın dışına çıkamamalı ve kendisini keyfi bir şekilde kerameti kendinden menkul hak ve yetkilerle donatamamalıdır. Çünkü eğer bir yargıç bile bugün bir türlü başka bir gün de başka türlü karar verebiliyorsa <ı>“hukukun üstülüğü” ilkesi cennetten de daha uzak bir cehennemin dibinde saklanmış, gizlenmiş, köpeğin kemiği gibi toprağa gömülmüş demektir.

Kimse kendi tabi olacağı kuralları keyfi bir şekilde kendince belirleyemediğinde, hukukun üstünlüğü kendiliğinden sağlanmış ve hiçbir kimse artık kendi <ı>“cennet” ini kuramayacak demektir. Çünkü sorun da zaten budur, yani birisinin <ı>“cennet” inin diğerine <ı>“cehennem” den beter olması.

Binlerce yıldır var olan sistem bu haksızlıkları kendi kendisine üretmektedir. Çünkü anlamsız bir şekilde yönetim yetkileriyle donatılan insanlar akla zarar bir şekilde yönetmek yetmezmiş gibi bir de kendi yasalarını kendi kendine belirlemek gibi ahlaksızca bir kural koyuculuk yetkisiyle de donatılmaktadır. Diğer bir ifadeyle de yöneten hem kendi kurallarını belirleyebilmekte hem de sonuç itibariyle kendi kendisinini denetleyebilmektedir. Bu sistem ise asla ve asla eşitliğin ve adaletin hüküm sürdüğü bir yaşam biçimine müsaade etmeyecektir. Çünkü sistem işin başından itibaren ayrıcalığı örf, adet ve tartışılması mümkün olmayan bir tabu haline getirmektedir.

Doğada doğa yasaları var oldukları ve herkes için geçerli olduğu için bir anlamda doğal hukukun üstünlüğü sağlanmıştır. Hiçbir varlık doğa yasalarını keyfi bir şekilde değiştirememektedir. Herkes aynı yasalara tabidir ve herkes yasal anlamda aynı hak ve özgürlüklere sahiptir. Doğa yasaları kimseciklere ayrıcalık tanımaz ve bu sayede de doğa kendisini her gün yeniden üretir ve geliştirir. Doğayı muhteşem, üretken ve de çelişkisiz kılan da zaten bu özelliktir. Doğanın sitematiğinde istisna diye bir olasılığa yer yoktur. Zaten istisnalar olsaydı o zaman da doğa yasalarının varlığından söz edemiyor olurduk, ütopyalar düşlemeye de gerek kalmazdı.

Halkın en büyük çoğunlukları yapılan kamuoyu yoklamalarında en az güvendikleri kurumları <ı>“siyaset ve medya” olarak belirtiyorsa bunun bir tesadüf olamayacağı, aksine bu sistemin kötülüklerden başka bir şey üretemeyeceği kendiliğinden ortaya çıkmaz mı?

Demokrasi diyoruz, basın özgürlüğü diyoruz, iyi güzel de bütün bunların kimlere nasıl ve ne şekilde bir özgürlük ifade ettiğini biliyor, Bu özgürlüklerin en çok kimlerini işine yaradıklarını sorguluyor muyuz? Demokratik özgürlükler ve basın özgürlükleri var da, siyasetçilerin veya basın mensuplarının toplumlarına karşı bağlayıcı her hangi bir sorumlulukların varlığında söz edilebilir mi? Siyasetçinin yolsuzluğu, kayırmacılığı, basın mensubunun uydurduğu veya çarpıttığı haberler ve yorumlar her seferinde onların yanına kar kalmıyor mu? Sorun aslında çok basit ve çözümü de bir o kadar kolaydır. Kurulabilecek gerçek bir ütopyanın ne farklı taşı ne de farklı toprağı olmayacaktır. O ütopyada bu yer küresi üzerinde kurulacaktır ve bütün mesele doğadakine benzer istisnası olmayan kaidelerden oluşan bir sistem kurulmasından ibarettir. Çünkü kim ne derse desin istisnalar daima kaideleri bozarlar.

Yaşanan adaletsizlik üreten gerçeklik ile ütopya arasındaki fark sadece ve sadece hukuk sisteminde, yani bataklıkları var eden sistemdedir. Çünkü sistem neyin üretimini mümkün kılıyorsa onun üremesi de doğanın milyonlarca yıllık bir gerçeğidir.

Aslında mevcut sistemde kimin iktidarda olduğu, kimin yargıç, kimin polis olduğunun en ufak bir önemi yoktur. Sistem daima sistemin çakallarının işine gelen yasaları belirleyebilmesine olanak sağlıyor. Çünkü bilindiği gibi her rejim kendi hukuk anlayışını da kendi kendine belirleyebilmektedir. Diğer bir ifadeyle de kimin iktidarında olursa olsu hukuk kuralları her zaman siyaset tarafından belirlenebilmekte ama insanlığın ortak aklının sesi duyulamamaktadır. Oysa insanlığı yaşadığı cehenneme mahkûm eden bu siyasal bataklık bir kader olarak kalmak zorunda değildir.

Sorun toplumların siyaseten yönetilişinin çarpıklığındadır. Yasama, yürütme ve yargı erkleri dediğimiz güçler büyük ölçüde siyasi iktidarların ama aslında belli bir sınıfın kontrolü ve denetimi altındadır.

Çözüm ise son derece basittir ve özellikle yasama ve yürütme erklerini birbirlerinden ayırmaktan ibarettir.

Devleti yöneten siyasetçi ve bürokrasi sınıfı aynı zamanda yasa koyuculuk işlevini de yerine getirdiği için devleti ve toplumu yönetmekle kalmıyor aksine yasama ile yürütme erkininin tek bir irade tarafından kullanılmasına vesile olmakta ve bu iki erk’ide kullanabildiği ölçüde yargı sistemine de istediği gibi müdahale etme olanağına kavuşmaktadır. Kısacası aynı güç hem yasaları belirleme, hem siyaseti belirleme yeksine sahip olabilirken aynı zamanda da yargı kurumunu belirleyebilmekte ve dolayısıyla da kendi kendisinin yargıcı olabilmektedir.

Son referandumun can alıcı sorusu siyasi iktidarların HSYK seçimlerinde daha çok söz sahibi olmak istemesi değil miydi? Güçler ayrımı ilkesine saygı duyan siyasetçi sınıfı HYSK üyelerinin belirlenişinde neden söz sahibi olmak istiyor sorusunu kendi kendimiz hiç sorduk mu? Oysa bu soruyu çok çok ciddi bir şekilde sormamız gerekir.

Toplumsal sorunların tamamı da yasama yetkisinin bağımsız ve hiçbir zaman yürütme ve yargı erkleri bünyesinde görev almamayı kabul ve taahhüt eden, saygın ve liyakat sahibi, bilim adamlarından oluşan ve toplumun en tepesinde bir konuma kavuşturulan bir kuruma devredilmesi ile sonsuza dek ortadan kaldırılabilecek sorunlardır. Yeter ki siyaset elini yasamadan ve yargıdan çeksin ve yetkisinin yürütme ile sınırlandığı bilinci içinde işlevini yerine getirsin.

En basit misaliyle ihaleleri düzenleyen siyaset kurumunun aynı zamanda ihale yasalarını da belirleyebilmesi hangi akla ve mantığa uygun bir yöntem olabilir ki? Tersinden okunduğunda da ihale kurallarını belirleyen de ihaleleri yöneten ve denetleyen de aynı irade olduğunda bunun ihalelerin faturasını ödeyen halka ne gibi bir yararı dokunabilir ki?

Yasalar bağımsız bir Etik ve Hukuk kurumu tarafından belirlendiğinde yürütme ve yargı erklerinin işlevlerini sorunsuz bir şekilde yerine getirebilmeleri önünde de en ufak bir engel olmayacaktır. Olası sorunları da sistem zaten kendiliğinden çözecektir.

Siyasetçiler ve bürokratlar yasa yapabilirler de bu yasaların çok daha mükemmeli örneğin yine belli bir liyakate sahip bilim adamları tarafından seçilen 500 saygın bilim adamından oluşan bir Hukuk ve Etik kurumu tarafından yapılamaz mı?

Bence hiçbir yürütme yetkisine sahip olmayan, bal tutma yetkisi olmayan, yine bilim adamları tarafından seçilen bilimsel bir Etik ve Hukuk kurumu hem çağımıza uygun bir etik ve hukuk anlayışını geliştirebilirler hem de yürütme ve yasama erkleri arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen yetki tartışmalarına kolaylıkla son verebilirler. Hukukun siyasetten bağımsızlığı sağlandıysa, yürütme ve yargı erkleri de hukukun üstünlüğüne karşı koyamayacaklarsa geriye ne sorun kalır ki? Geleneksel sistemde hukuk ve yargı elbette ki siyasallaşır. Siyasetin, yürütmenin hukuka el süremediği bir sistemde ise hukukun ve yargının siyasallaşması diye bir sorunun olması mümkün bile değildir.

Evrensel aklın ve bilimin ahlaki denetimine tabi örneğin 500 bilim adamı eminim ki akılcı, objektif, eşitlikçi bir etik ve hukuk anlayışının gelişmesine vesile olacağı gibi benzer kuruluşlar bütün ülkelerde de aynı işlevi yerine getirdiğinde evrensel bir etik ve hukuk sisteminin kurulması önünde en ufak bir engel kalmayacak demektir. Sorunda zaten evrensel bir etik ve hukuk geliştirilemiyor olması değil miydi?

Evrensel bir etik ve hukuk sistemi gelişmeye başladığında da mevcut sistemlerin neden olduğu bataklıklar kuruyacak üzerinde insanlığın binlerce yıllık hayali olan cennetin, ütopyanın gelişebileceği mümbit topraklara dönüşecektir.

Bütün mesele toplumun en üstüne yerleştirilecek saygın bir Etik ve Hukuk kurumunun kurulması ve o kurumun kimseden yana olmaksızın gerek yürütme ve gerekse de yargı erklerinin de tabi olacağı akılcı, objektif bir sistemin geliştirilmesi konusunda tek yetkili ama kararları da eleştiriye açık, herkesin saygısına layık bir otorite olmasından ibarettir.

Siyasetten bağımsız, evrensel aklın denetimine tabi saygın bir etik ve hukuk kurumu kurulduğunda, gerek vatandaşlara ve gerekse de bütün kurumlara eleştirme, önerme, başvurma özgürlüğü tanındığında hukuk sadece “her şeye” üstün olmakla kalmayacak bütün halkın katılımı da sağlanmış olacaktır. Bu da muhakkak ki bilimsel yöntemlerle ve evrensel aklın ışığında kuralları belirleme yetkisine sahip Etik ve Hukuk kurumuna ihtiyaç duyduğu saygınlığı yeterince sağlayacaktır.

Toplumların hem yasama hem de yürütme, dolaylı olarak da yargı sistemine müdahale etme yetkileriyle donatılmış bağımsız ve özgür siyasetçiler tarafından yönetilmesinin bilinen en iyi siyaset biçimi olduğu iddia ediliyor. Bu iddianın doğruluğunu kanıtlayabilecek, açıklayabilecek bir insan tanıyor musunuz?

Ben öyle bir insanın olmadığına son derece eminim...

 
Toplam blog
: 23
: 33442
Kayıt tarihi
: 08.10.06
 
 

Bir 3 Mayıs sabahı leylek getirdi beni dünyaya. Adetmiş, hemen ismimi dualarla kulağıma fısıldası..