Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Haziran '13

 
Kategori
Felsefe
 

Koşulları vardır, "ama"sı vardır herşeyin...

Koşulları vardır, "ama"sı vardır herşeyin...
 

“Yazmak mı, yapmak mı” başlıklı  yazımda artık amel zamanı, fiil zamanı demiştim.
Sadece lâf üretmek değil, iş üretmek zamanı, bir şeyler YAPMAK zamanı!

İnsanlar da dediler ki sen gene de yaz,  “yazalım da, yapalım da”! Madem ki öyle, ben de o halde demeliyimdir ki, haydi bakalım bir göreyim…

Yalnızca söylediklerimizi değil, asıl, YAPTIKLARIMIZI  da, hele bir görelim!!!!
Hem kendi yaptıklarımızı, hem de başkalarının da “GERÇEKTE  NE  YAPTIĞINI” görebilelim!

Yani, aynen sizin gibi, ben de diyorum ki: Sadece demeyelim, sadece lâf üretmeyelim, görmeyi, yapmayı da bilelim, amel üretelim… yapa-da-bilelim! Hele de doğru söylediğimiz bir şeyler varsa, o söylediklerimiz eğer “doğru” bir şeylerse, ASIL BİZ, ÖNCE BİZ KENDİMİZ  o dediklerimizi yapadabilelim. Dediklerimizi asıl ve önce biz kendimiz aynen öyle de yapanlardan da olmalıyızdır ki, o dediklerimizin de, bizim de bir değerimiz, bir anlamımız, bir hükmümüz, bir hakkımız olsun. 

Dediklerimizi biz, kendimiz bile yapmıyorsak başkaları niye yapsın,  kim bizi ne diye dinlesin? Biz kendimiz bile yapmadıktan sonra bize “iyi”, bize “doğru”, bize “bilir” nasıl densin; o dediklerimiz de bir anlam, bir değer ifade eder mi, ha demişiz-ha dememişiz ne farkeder ki, bir şey farkeder mi?

Nitekim hele de bu günlerde sıkça görüyoruz zaten bunun muhteşem örneklerini!
Hakikaten bazı insanlara, özellikle de ülkemde birilerine acilen bir “ayna” lâzım. Bunlar öyle şeyler söylerler ki, birilerini suçlar, eleştirir, hatta küçümser, aşağılar, kendinden başkasını da hor görür, sandırır ki kendi pek makbûldür filan, ama o eleştirdiği şeyleri, yanlışları hatta çirkinlikleri bizzat kendisi zaten yapanlardan olduğu için veya söylediği "doğru" şeyleri de asıl kendisi zaten hiç de öyle yapmayanlardan olduğu için, hakikaten hem de şöyle kocamanından bir boy aynası şarrttır bunlara, hani alıp aynayı karşısına, o dediklerini kendi kendine, asıl kendisine söylemesi açısından!!

Sahi ne denir bu çeşit insanlara? Hangi kelime, nasıl bir sıfat bunları “tam olarak” anlatır? Yani bir sürü sıfatla tanımlanabilir de, bunların hepsini içeren o tek kelimeyi, tek bir kelime, tek bir ad arıyorum bu insanlar için, bulamıyorum bir türlü, nedir o kelime? Acaba diyorum yoksa bunun adı henüz konmadı da o yüzden mi ben de acaba o kelimeyi bulamıyorum?
 
Gördüğünüz üzere, birşeyleri öyle yapmak veya böyle yapmak ya da yapmamak çok önemli bir husustur.

Onun için, benim insan tanımım nasıldır bilir misiniz?

“İnsan” yalnızca söyleyen, konuşan, diyen veya hisseden ya da sadece  düşünen bir varlık değildir; İNSAN asıl, YAPAN bir varlıktır!!

Bana ait bir tanımdır ve ilerleyen zaman içinde inşallah bunu da, insanın tanımının tam da “yapan bir varlık” olduğunu ve neden tam da böyle olduğunu da açıklarım kısmetse.

Kısmetse diyorum, çünkü denmesinden ziyade asıl, YAPILMASI GEREKİP DE YAPILMAYANLAR ve denildiği, hatta zaten “doğrusu bilindiği halde” YANLIŞ YAPILAN şeyler, an geliyor ne yazık ki “artık” bir şeyler deme, birşeyler daha anlatma isteğimizin, azmimizin üzerine bir kara bulut gibi çökebiliyor, bıktırıyor, sıkıyor içimizi, içimiz güceniyor, şevkimiz-gönlümüz inciniyor, gelmiyor halâ daha birşeyler demek-anlatmak içimizden, insana..!

Evet, insan yapan bir varlıktır.

İyiyi de kötüyü de, doğruyu da yanlışı da yapan bir varlık!... ve kötü, yanlış bir şey yaptımı da, al işte başına “sorunu”! Çünkü yeryüzünde, şu dünya hayatının içinde BÜTÜN SORUNLAR yalnızca ve sadece İNSAN YANLIŞ YAPTIĞI için oluşur!!

Ancak, yapılan şeyin ya da herhangi bir şeyin iyi mi-kötü mü, doğru mu-yanlış mı oluşunda da insanın müthiş bir ikilemi vardır. Zira öyle ki, görünüşte hiç de olumsuz değilmiş, hiç de çirkin, kötü, yanlış değilmiş gibi görünen  bir fiil, tutum ya da davranış pekalâ son derece zararlı, aslında olumsuz sonuçları olacak eni konu bir “yanlış” olabilirken, icabında da pekalâ kötü, çirkin, yanlış, sevimsiz, olumsuz gibi görünen, hatta direkt olumsuz olan bir edim, hiç de yanlış olmayıp, tam da “doğru”nun ta kendisi olabilmektedir. Hattâ bazan da yeri gelir, kötüyü de yanlışı da öyle de bir yapar ki insan, o yanlış gibi görünen iş pekalâ doğru da olabilip, “doğru” sınıfına girebilir… Nasıl olabilir bu? Mesela öyle bir şekilde yapar ki kimseye bir zarar vermez, kimseye bir haksızlık oluşturmamış olur. YETER Kİ GERÇEKTEN ÖYLE DE GEREKSİN!

Yani… HAKÇA YAPILSIN! Haksızca değil!!

İşte insanı da NE İYİDİR - NE KÖTÜDÜR, NE YANLIŞTIR - NE DOĞRUDUR ikileminden kurtaracak tek düstur ve yegâne olgu, yegâne “ölçüt” de  budur! Tek gösterge: HAK’tır!...  yani, “ne haktır, ne değil” meselesi.

Ama, hakkın yanısıra, “gereklilik” de çok önemli ve özellikli bir olgudur, öyle ki DOĞRUnun zaten olmazsa olmaz unsurlarından biridir  ki keza, “haklılık” da zaten, yani “hak olma-hak etme” durumu da öyle! Zira “olması gereken” veya “yapılması gereken” dendiğinde bu zaten “olması hak olan”, “yapılması hak olan”, “yapılması hak edilen”den alır kaynağını. Yani “gereklilik” de HAK çıkışlı, HAK kaynaklıdır zaten.

Çünkü;

Bazıları kötüdür, kötüyü hakeder; düşmandır düşmanlığı hakeder; nefret edilesi, kızılası şeyler yapmıştır nefreti, kızılmayı hakeder veya yanlıştır, haksızdır, suçludur, dolayısıyla o da pek tabii ki YİNE ONA HAK OLANI, hakettiği şeyi, hakettiği yaptırımı, tutumu veya itirazı-karşı duruşu, yani hakettiği gibi bir “olumsuzluğu”, hakettiği şekilde belki bir mücadeleyi, savaşı, belki de cezayı hakeder. NE’Yİ  HAKETMEKTEYSE  O’DUR  yani DOĞRU!

Onun için, “doğrudan-yanlıştan”, “iyiden-kötüden”, “savaştan-barıştan”, “olumludan-olumsuzdan” önce ASIL, bu HAK düsturunu, bu HAKÇALIK düsturunu hiç aklımızdan çıkarmayalım.

Zira evet, yukarıda da belirttiğim gibi, sırf bu nedenledir ki hep ikileme düşüp durur insanlar… Savaş mı doğrudur, barış mı; savaş mı iyidir, barış mı; savaş mı olumludur, barış mı? diye mesela... Hatta daha da ötesi, susmak mı, yoksa söylemek mi-konuşmak mı; tartışmak mı-tartışmamak mı, gerçeği-doğruyu bildirmek mi, uyarmak mı, yanlışa itiraz etmek mi, yoksa hiç karışmamak mı, herkese herşeye olumlu, görmezden gelip üç maymuna yatmak mı ya da herşeye, herkese, yanlışa bile, suça bile, kötülüğe-kötüye-zararlıya bile hep sevgi, hep hep hep hoşgörü mü diye bile…

Tabii ki istenen, arzu edilen, asıl huzurlu ve insana güven ve güvence veren “barış” ortamıdır, barıştır, ama herkes veya herşey, her zaman hep istediğimiz gibi, arzu ettiğimiz şekilde huzur, olumluluk ve güven veren bir iyilikte, doğrulukta mıdır?  Herkes de bize gerçekten kardeş mi, dost mu? Kötülük yapıp duruyorsa, hakkı olmayan şeyleri istiyor, haksızlıklar, çirkinlikler, yanlışlar yapıp duruyorsa ne olacak? O yapıyordur yapacağını, biz de hep zarar mı göreceğizdir yani? Peki biz o zararı, o kötülüğü, o yanlışları, olumsuzlukları haketmekte miyiz? Biz mi haketmekteyiz, yoksa asıl yanlışı-haksızlığı-olumsuzluğu-çirkinlikleri-kötülükleri yapan(lar) mı haketmekte?

Onun için,

Hakedenle yapılıyorsa EĞER, doğrudur savaş-mücadele!  Veya karşı duruş, direniş, dayatış, itiraz, muhalefet… Kaldı ki “hak”tır zaten. Hak arayıştır, hakkı oturtmaya çalışıştır! Olması gerekendir. Yapılması gerekendir. “Süreci” itibariyle olmasa bile ama sonucu itibariyle kesinlikle iyidir ve olumludur da savaş; Yani, “icabında”, gerektiğinde yapılırsa, evet, savaş da doğrudur, sadece barış değil! Kavga da doğrudur, sadece mutabakat, sadece uzlaşı değil.

Keza, barış da aynı şekilde, HAKEDENLE YAPILIRSA ANCAK doğrudur… ya da şöyle söyleyelim: hiç olmazsa “ARTIK”  barışı "hakeden" bir ahvale girmiş ise, o zaman ancak doğrudur barış. (-ki, "AF" konusu da aynı şekildedir.) Çünkü, aksi takdirde çok daha kötü, çok daha yanlış, çok daha olumsuz olur sonuç. Zarar görürüz… çünkü karşımızdaki zaten zarar veren, yanlış yapan, haksızlık eden veya kötülükler yapan olduğuna göre, ya da haksız taleplerde bulunan, kendisine ayrıcalık tanınması talebinde bulunan olduğuna göre!... yanlışını, hatasını anlamış, bilir de olmadığına göre, biz de zarar görmeye devam ederiz, istediğimiz kadar barış çığlıkları, hoşgörü naraları atalım.  Yani kısaca, barış da, hoşgörü de, olumluluk da HAKETMEYENLE yapıldığında, HAKETMEYENE  gösterildiğinde sadece aptallıktır. Ve HİÇ UNUTMAYALIM Kİ, kötüler ve haksızlıklar-adaletsizlikler var oldukça, sürdükçe ve sürdürüldükçe de, APTALLIK ile, dolayısıyla da “zarar” ile, iyi niyet ve hoşgörü, keza olumluluk da çoğu kez kolkoladır!

Onun için hep şunu da hatırlayalım lütfen:

Hep sevgiyle veya sırf sevgiyle, iyi niyetle veya hoşgörüyle ya da tatlı dille, yani “olumlulukla” her zaman iyi şeylere ulaşılmaz! Hatta tam aksine geri teper! Oysa hep aksini savunur insanlar değil mi? Ne kadar yanılıyorlar, yanlıştır çünkü, bir safsatadır, bilinçsizliktir sadece. Sen tabii ki iyi niyetli ol, olacaksın, olman “gerekir” de zaten, ancak ol da bu “yeterli” değildir işte, karşındakinin de iyi niyetli olması lâzımdır, şarttır!!  Senin gösterdiğin o iyi niyeti, onun da haketmekte olması lâzımdır. Yani herşeyde olduğu gibi bunun da yine bir koşulu, bir “ama”sı  vardır.

Zira tam yeri geldi şu da bir kuraldır ve hiç unutmamalı, HAYATTA HİÇ BİRŞEY, hele de “olumsuz bir şeyler söz konusuysa” ASLA “AMA”SIZ, KOŞULSUZ  DEĞİLDİR, OLAMAZ! Çünkü hayatta hiçbirşeyin sadece bir tek nedeni yoktur, birden çok daha fazla, bir sürü nedeni, ayrıntısı vardır herşeyin, her zaman!

Mesela, iyi niyet dedik az önce ve  hatırlayın dedim… hatırlayın ki, şimdiye kadar kimbilir sırf iyi niyetlisiniz diye kimler nasıl da alladı pulladı gözünüzü..? Hepimizin hayatında mutlak surette olmuştur, kimler kimbilir nasıl da bir parmak bal çalıverdi ağzımıza-dilimize; kimbilir neleri nasıl da kakaladılar bize, öyle ki kendilerini bile iyi diye, iyi niyetli diye, sevecen diye sevgi dolu diye, dürüst diye, bilge diye, bilir diye, olgun diye, doğru diye… Kimbilir kimler, sırf siz iyi niyetli olduğunuz için, yalnızca siz iyi niyetli oluğunuz için ne taşlar koydu önünüze, ne çelmeler taktı ayağınıza, hatırlayın… kimler kimbilir ne işler açtı, ne çoraplar ördü başınıza, kimbilir kimler neler yaptılar da üzdüler sizi… durup dururken mi? Evet, durup dururken… ama belki de hayır, sırf siz iyi niyetlisiniz diye, sadece siz iyi niyetli olduğunuz için oldu belki de bütün bunlar. Olmadı mı hiç? Hatırlayın. Siz iyi niyetliyseniz bunların olmaması zaten mümkün değildir çünkü. Onun içindir ki ben de zaten böyle diyorum, HER ZAMAN iyi niyetle iyi şeylere ulaşılmaz diye! Onun için diyorum, aptallıkla iyi niyet-olumluluk-hoşgörü ÇOĞU KEZ kolkoladır diye. Tabii ki BAZAN, hatta çoğumuz iyi niyetle iyi şeylere ulaşabiliriz de, AMA bir koşulu-koşulları vardır işte:

1- BİLİNÇ… yani “doğru” bilgi,  ama “özümsenmiş” doğru bilgi… ve tabii gerçekler;

2- AKIL… yani doğru düşünebilme (mantık+muhakeme) tartabilme, kıyaslayabilme, irdeleyebilme, analiz ve sentez becerisi ve

3- DURU GÖRÜ… yani gerçekleri görebilmek ama buna bağlı olarak asıl bir anlamda da objektiflik, tarafsızlık ve keza adil ölçü-adalet ve böylece de  İLERİ GÖRÜ de eşlik etmekteyse eğer “iyi niyete”, işte o zaman ancak iyi şeylere ulaşılır.

Yoksa çok açıktır ki, birşeyler olup biterken ama bütün olan bitene gözümüzü kapayarak körü körüne bir iyi niyetle ulaşacağımız şey de yine bir körlük, bir “karanlık” olur ve olacaktır pek tabii ki. Üstelik yalnızca kendimiz için değil, o karanlığa başkalarını da sürükleyerek, hatta çoğu kez farkında bile olmayarak dahi, başkalarını da sürüklemiş olacağızdır, kesinlikle! Yani iyi niyetliyken biz de bir “zararlı”  olmuş olacağızdır, kesinlikle!

Düşünmeli:

Bir kör için hiç, bir aydınlıktan, bir renkten, bir ışıktan söz edilebilir mi? Körlük hiç aydınlık getirebilir mi? Tabii ki fiziksel bir körlükten söz etmiyorum, kör olmadığı halde görmemekten söz ediyorum. Bir şeyleri/gerçekleri, yani bir anlamda da “olanları”, “yapılanları” görmemek, görememek veya görmezden  gelmek ya da olanı-yapılanı hiç olmamış saymak, böylesi bir körlük işte körlük, yani bilmezlik, veya bilmezden anlamazdan geliş, ya da birşeyleri  veya birilerini yok sayış, olmamış sayış, hiç, bir aydınlık, bir doğruluk, bir bilinç, bir gelişim, bir değişim getirebilir mi, bir şeylere bir çözüm oluşturabilir mi, hiç bir fayda, “kalıcı” bir fayda, “gerçek” bir fayda sağlayabilir mi?

Kendini kandırmış olur işte insan sadece ve başkalarını da…  Yalnızca başkaları onu değil, kendi bile kendini kandırmış olur, öylesine bir cehalet veya aptallık, aymazlık, bir bilinçsizliktir işte. Zifirî bir karanlıkta böylesine bir aldatmaca, bir aldanmaca ki kapkaranlık… yazıktır insana yazık, hele bir de iyi niyetliysek düşünmeli işte, hakkımız mıdır, ne kadar da yazık. İnsan sırf gözünü açmıyor veya gözünü kapatıyor diye, sırf görmesi gerekeni görmüyor ya da göremiyor veya görmezden geliyor diye, yani sırf yapması gerekeni YAPMIYOR DİYE!!

Bu arada,

Bahsettiğim o “Yazmak mı, yapmak mı” yazımda da hani, “daha ne diyeyim” demiştim ya, gördüğünüz gibi aslında daha diyecek o kadar çok şeyim var ki, ama işte onlar da yine ancak barış ortamında, sevgi dolu, huzur dolu, güven, kardeşlik, dostluk, iyi niyet ve AKIL dolu, yani en önemlisi  “ADALET” dolu- HAK DOLU ortamlarda ancak ulaşması gereken yüreklere ve gönüllere-akıllara ulaşabileceği için, ben de çaresiz ve haliyle o “doğru zamanı” bekliyorum SABIRLA… ya da aslında “sabır” bile dememeliyim, sabrım elverdiğince demek daha uygun olur bence. Zira  tam da şimdiki gibi işte, yazmayayım yazmayayım desem bile, sabrım elvermeyip BİLİNCİM SABRIMA GALİP GELİP yine de yazıveriyorum görüldüğü üzere…

Peki bu niye böyle oluyor, neden böyle?

Çünkü zaten SABIRDA  da bir ikilem olduğu için, yani sabrın  da yine “koşulları” olduğu için  böyle oluyor yine. Zira herşeyde de olduğu gibi, sabır da aynen barış gibi, aynen iyi niyet gibi, onda da ayrıntıları, koşulları, “ama”ları hesaba katmazsak eğer  sabır da pek tabii ki “görünüşte veya teoride” iyidir-hoştur-doğrudur-olumludur AMA, (görüyorsunuz değil mi “ama”lar nasıl da herşeyde şart, zorunlu!) “neye” işte, hangi koşullarda sabır mesela?... veya “ne için” sabır… ya da sabır, sabır da “nereye kadar” sabır?!..  Tıpkı “barış”ta, “savaş”ta,  “iyi niyet”te de olduğu gibi, neye, ne için, nereye kadar, hatta… neye rağmen bile sabır? Zira hiç de sabır gerektirmeyen, zaten neyin ne olduğunun alenen belli olduğu, artık aşikâr, gayet açık ve net haller-durumlar da vardır, değil mi? Öyle durumlarda da halâ yine sabır iyidir, buna bile, böyle olduğu halde bile, herşey zaten açık ve net olduğu halde dahi, yani zaten artık beklenecek, sabredecek bir durum yokken, kalmamışken ortada, yine de sabır gösterilmelidir denebilir mi, denemez değil mi?!.. Zaten herşey ortadadır, herşey meydandadır, olmuştur, bitmiştir, olmaktadır, yani artık birşeyler YAPMAK “gerekmektedir”, daha nesini bekleyeceksin, neye ve nesine sabredeceksin, mantığı var mıdır bunun? Yani işte, o yüzden.

Sonuç olarak kural:

HERŞEYİ, ancak “kendi içerdiği koşullarıyla”, yani “TÜM GERÇEKLERİ VE GERÇEKLİĞİYLE BİRLİKTE” değerlendirebilirsek, o zaman “bu doğrudur” diyebilir, asıl doğruya da, yani bir anlamda da “neyin asıl HAK olduğuna” da ancak bu şekilde ve böyle ulaşabiliriz.

Dünyada ve ülkemde tüm haksızlıkların son bulması, bertaraf edilebilmesi, tüm haklıların hakkının yerde kalmayıp, hakkın -yani gerçeğin-doğrunun- yerli yerine oturtulabilmesi arzum, özlemim ve sevgilerimle…

Filiz Alev
12.06.’13

 
Toplam blog
: 157
: 3152
Kayıt tarihi
: 03.03.11
 
 

Ekonomistim, emekliyim. İki evlat annesiyim. Müzikle ilgilenirim, bestelerim vardır. Düşünürüm, a..