Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Kasım '17

 
Kategori
Gezi Rehberleri
 

Kraliçe Valentina Yolu’nda Bir Süheyla… “İmroz” Gökçeada

Kraliçe Valentina Yolu’nda Bir Süheyla… “İmroz” Gökçeada
 

An itibariyle Gökçeada’da “Kraliçe Valentina Yolunda” nasıl olacağını tam olarak bilemesem de yolun hakkını vermek adına adeta bir kraliçe edasıyla yürüyorum.
İlk kez Cenevizliler döneminde kullanılan yol, 1440’lı yıllarda hüküm süren Palamede Gattilusio tarafından sadece eşi Valentina’nın kullanması için yaptırılmış. Aşağı Kaleköy’le Yukarı Kaleköy arasında olan bu yolu, Kraliçe Gökçeada’ya gelişinde ve adada kaldığı sürece denize gitmek için kullanmış. Ve adaya heeerrr gelişinde limanda törenlerle, çiçeklerle yapılan karşılama seremonileri…”


Peki, nereden geldik buralara?

İsterseniz gelin beraber gidelim 17 Eylül gününe…

İstanbul’un keşmekeşine “kısa bir mola” diyen ben, ailemin yanında pırıl pırıl bir sabaha açıyorum gözlerimi Çanakkale’de.

Denizin toprakla, yeşilin maviyle, huzurun yaşamla harmanlandığı, M. Ö. 2000 yıllarına kadar uzanan geçmişi ile farklı kültürlere ev sahipliği yapmış Gökçeada’ya giderken yanıma aldığım, yaaaalnızca fotoğraf makinem oluyor.

Ve
En baskın duygumun mutluluk olduğu bu Pazar sabahı Çanakkale’den Eceabat’a giderken aklımda tek bir şey var. O da “bugün geeerçekten güzel olacak”.

Daha yolun çoook başında olan ben, bu içsel motivasyonla açıyorum aracın camını, Eceabat iskelesinden Kabatepe limanına giderken. Aracın hızıyla yüzümü adeta okşayan rüzgarı miiisss gibi içime çekerken, bir taraftan da İlyada Destanında İmroz’u betimleyen Homeros’un şu sözlerini anlamlandırmaya çalışıyorum;
“Denizin diplerinde, uçurumlarda
Tenedos’la (Bozcaada’yla) kayalık İmroz arasında
Bir mağara vardır; geniş, kocaman
Dinlendirirdi orada atlarını Poseidon, yeri sarsan…”


Hava güzel, ben güzelim ya,

Kabatepe limanında geminin kalkışını beklerken, bir anda ellerinde Gökçeada’nın meşhur bir o kadar da leziz “Efibadem” kurabiyeleriyle sarıveriyor etrafımı ülkemin güzeeel insanları. Daha kaç tane yediğimi bile sayamadan o an karar veriyorum; “dönüşte bu kurabiyelerden alınacak ve çayın yanında misafirlere ikram edilecek”.

Mutluluk; kimi zaman tadına doyum olmayan bir kurabiyede, kimi zaman iliklerimize kadar hissettiğimiz bedenimizi ısıtan güneşte, kimi zaman gülen bir çift gözde…

An itibariyle mi?

Heeepsi dahil, meraka, yaşanmışlıklara, Gökçeada’ya giden devasa gemide.

Yaklaşık bir saat süren yolculuğum boyunca bir taraftan da etrafımı gözlemliyorum.

Daha ayamamış esneyenler, kocaman sırt çantalılar “belli ki uzun kalacaklar”, denize nazır çayını keyiiifle yudumlayanlar, hiçbir şey yapmadan hareketsizce sadece oturanlar “belli ki düşünüyorlar” ve güvertede uçuşturan rüzgara rağmen fotoğraf çekmeye çalışanlar.

Derkeeennn…
Denizle gökyüzünün maviliğini ayırırcasına, bir anda beliriveriyor karşımda kahverengi, gri ve yeşil tonlarıyla heybetli Gökçeada. Kuzu limanına yaklaştıkça, gözlerim seçmekte zorlandığım evleri arıyor.

Boşuna…
“Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış olan adada, Bizans döneminde korsanlığın artmasıyla, bunu tehdit olarak gören halk kıyıdan uzak yüksek yerlerde yerleşik hayata geçmiş.”

Dolayısıyla da “Zeus’un aşık olduğu, Poseidon’un koruma altına aldığı ve Dionysos’un keyfini sürdüğü” yaşanmışlıklardan bize kalanlara doğru yol alırken; göreceklerimin bende uyandıracağı duyguların merakıyla, aracın açık camlarından içeri sızan ve beni daha şimdiden etkisi altına alan “rüzgarlı diyarın” havasıyla yüzümde tebessüm ruhum adeta bayram havasında…

Ve
Birkaç karavan ve turistin olduğu sahile ayak basmamla “ne kadar da ıssız ve sakin bir sahil” derkeeennn bir anda koluma konuveren uğurböceğiyle mutluluğum ikiye katlanıyor. Taamda çifte kavrulmuş tadındayı düşünürken uzaklardaki beyazlık beni bir anda o andan koparıyor yeni bir ana doğru…

Çünküüü tam karşımda, denizden bir kum barıyla ayrılmış ve yazın kuruduğu için ince bir tabaka halinde kalmış olan“tuz”dan ismini almış Tuz Gölü, adeta “ben buradayııım” dercesine haykırıyor.

Kuşların göç yollarından biri üzerinde olan göl, yaz aylarında kuruduğunda dibinde kalan siyah çamurun cilde iyi geldiği düşünülüyor. Dolayısıyla da Kefalos sahilde siyah çamura bulanmış anın tadını çıkaran insanlar an itibariyle beni hiiiçte şaşırtmıyor.

Bugün Çanakkale Kaymakamlığına bağlı yedi köyün bulunduğu Gökçeada’nın büyük bölümü sit alanı. Dolayısıyla da yapılaşma kontrol altında tutulmaya çalışılsa da, merkezdeki eski taş sokaklar ve evler yeni beton yığınlarının arasında adeta yok oluyor.

Diğer taraftan da yaşanmışlıklarını seneler öncesinde geride bırakmış Rumlardan kalma çoğu yıkılmış taş evler…

Adanın, daracık Arnavut kaldırımı sokaklarında yürürken adeta geçmişten gelen hikayeleri dinlercesine bir zaman yolculuğuna çıkıyorum…

“Çoğunluğu avlulu iki katlı, ahşap ve taşın harmanıyla inşa edilmiş evlerden yükselen mutluluk sesleri ve kahkahalar; evlerin avlusundaki taş ocaklarda pişirilen yemeklerden burnuma gelen miiis gibi kokular; okul yolunda neşeyle, coşkuyla koşuşturan çocuklar; bugün de kimin uğrayacağını sanki bilircesine kapısı açık bekleyen, ufak bir o kadar da sade manastır;

Hayal bu ya, üstü ahşap çatılı ve kapısız çamaşırhanenin bacasından tüten dumana karışan, su ve tokmak sesleri eşliğinde göye yükselen kadınların coşku dolu sesleri…”


Ve
Bir anda burnuma gelen enfees kahve kokusuyla beni ana döndürüveren adanın meşhur dibek kahvesi…

Keyif benim, seçim benim ya,

Madamın Özel Dibek Kahvesinde, kahvemi yudumlarken yüzümde beliren tebessüm geçmişe, yaşanmışlıklara, şu ana.

İşte taamda bu duygularla biniyorum araca, anılarımı çoğaltıp paylaşmak adına.

Gökçeada’nın dikkat çeken özelliklerinden bir diğeri de, adanın değişik altı bölgesinde yıllar yılı tarihe sessizce tanıklık etmiş, yaşları 185 ila 635 arasında değişen Çınar ağaçları oluyor. Tepeköy’de, kayalıkların arasından adeta göğe kollarını açmış çınar ağacının altında duyduğum huzurla kendimi sonsuuuz güvende hisseden ben, o an sadece “teşekkür” ediyorum.

Ve tarihte kutsallığın, bolluğun, bilgeliğin ve sağlığın sembolü sayılan zeytin ağaçları…

300- 400 yıldır adeta sessizce adaya bekçilik eden zeytin ağaçlarının yanından geçerken Nazım Hikmet Ran’ın şu dizeleri geçiyor aklımdan;
“… öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.”


Bugün keşfetmek yanı ağır basan ben, hani yazımın başında “denizin toprakla harmanlandığı yer…” demiştim ya, işte taamda kelimelerin hakkını verircesine, adeta ayaklarıma masaj yapan kumsaldan buuuzzz gibi suya bırakıveriyorum kendimi.

Hafiften esen rüzgarla soğuktan biraz ürperen bedenim, suyun berraklığıyla parlayan gözlerim ve kumsala vuran dalgaların sesiyle o an huzuru bulan beynim “iyi ki…” diyor.

 
Eğer sizde “iyikilerim olsun” diyorsanız;

Gökçeada, farklı kültür ve medeniyetlere yaptığı ev sahipliğiyle tarih sevenleri, engebeli volkanik kütlelerden oluşan doğasıyla yürüyüş sevenleri, neredeyse senenin her ayı esen rüzgarıyla rüzgar sörfü sevenleri, Türkiye’nin en temiz bakir koylarına sahip deniziyle yüzmeyi ve dalış yapmayı sevenleri, “organik tarım ve doğal yaşam” diyenleri, genç jeolojik döneme ait kayaçlarıyla yerbilimine ilgi duyanları ve 300 derecelik görüş açısıyla adeta adanın balkonu olarak tabir edilen “Eski Bademli” panorama sevenlerini beklemekte.

Peki, siz ne zaman Gökçeada için “iyi ki” diyeceksiniz?


Süheyla Zarzık
01. 11. 2017

https://plus.google.com/113099090222250466981

http://suheylazarzik.wixsite.com/motivationandpeak

 

 
Toplam blog
: 12
: 169
Kayıt tarihi
: 06.07.16
 
 

Süheyla ZARZIK'ın yaşam misyonu çevresinde “gülen yüzler” yaratmak ancak, bu gülen yüzleri de, ka..