Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ekim '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kravat...

Kravat...
 

‘Kravat ilk kimler tarafından kullanılmıştır?’ bu soru belki de birçoğumuz tarafından önemsenmeyebilecek cevabımızın genelliği itibariyle ‘bana ne yaw kim kullanmışsa kullanmış’ şekliyle geçiştirilebilecek, hatta soruyu soran kişiyi ‘başka işin gücün yok mu senin? Daha düzgün işlerle uğraşsana kardeşim’ cümlesiyle soruyu sorduğuna soracağına pişman ettirebilecek nitelikteki sorular sınıflandırmasına koyabileceğimiz bir soru şekli… Ama ya cevabını bilmeniz durumunda 250.000.-YTL’nin sahibi olacaksanız…

Evet. İşte özellikle biz erkeklerin çok içli dışlı olmasına rağmen tam manasıyla değerini (!) fark edemediğimiz kravat, o zaman ki adıyla ‘Kim 500 milyar ister?’ adlı yarışma programında baştaki soru biçimiyle çıkmıştı karşımıza… Yine her şey formata uygundu. Davudi sesiyle soruyu soran kirli sakallı karizmatik adam, yine her zaman ki gibi stres yaratmak için fonda verilen gerilim müziği, arada bir gösterilen eş, dost, akraba sandalyesinde oturtulmuş karanlık seyirci içinde ışık tutulmuş bir çift kaygılı göz ve soruyu bilmesi halinde hayatı değişebilecek olan kendinden emin adam…

Kır saçlı karizmatik adamın ‘Son kararınız mı ?’ demesine kadar geçen süre zarfında birçok gidiş gelişler yaşanmış, 128 milyarlık çek teklif edilmiş ama sonunda cevap verilerek riske girilmişti. Ve tam da bu sırada heyecanlı bekleyişin arasına limon sıkan televizyon camiasının ekmek parası; Reklamlar… Reklam bitip de gerilim müziğinin hat safhaya ulaştığı anda, seçilen şık üzerinde yanan ve cevabın yanlış olduğunu gösteren kırmızı ışık, sadece yarışmacının değil seyreden bizlerin de üzülmesine neden oluyordu. Bu hüzün kısa bir süre sonra yerini ‘ulan parayı alıp çekilseydin ya! 128 milyar neyine yetmiyor, hah şimdi bakakalırsın öyle’ şeklinde sitem (!) dolu sözlere bırakıyordu. Başkasının kazandığı parayla ekran karşısında kazanandan daha çok sevinip kaybedildiğinde dövünen başka bir millet var mıdır bilmem ama o adam o dakikadan sonra kravatını her bağlayışında neler düşünüyordur kim bilir?

Peki halk tabiriyle boyun bağı, memurun iki yakasını bir araya getirebilme aracı ya da medeniyet göstergesi ve birkaç yıl öncesindeki yarışmayı hatırlamama neden olan kravatın benim için anlamı neydi?

Sanırım çoğu zaman zorunluluktu. Özellikle de okul yıllarında… Hatırlarımda ne kadar zor gelirdi kravat takmak benim için. Tam bir işkenceydi, zaten pek de beceremezdim bağlamayı işin açıkçası. O yüzden babam bağlar bende bir hafta boyunca gevşetip sıkılaştırarak boynumda taşırdım. Tabii haftanın sonunda ne hale geldiğini düşünmek hiç de zor olmasa gerek. Dedim ya zorunluluktu ve üniformayı tamamlayan bir aksesuardı kravat o yıllarda… Okulun armasının üzerinde olması bizim için gurur kaynağı olmalıydı. En azından satılması için iyi bir nedendi!!! Ah bir de rengi düzgün olsa…

O kadar kontrastın içinde yeşil, hem de çimen yeşilinin seçilmesi hangi hali yeti ruhiye ye bağlanabilirdi ki… Örneğin diğer okul öğrencilerinden çok çabuk ayırt edilebiliyorduk bu sayede. ‘İnek’ tabiri özellikle Süper ve Anadolu liseli öğrencileri kızdırmak için söylenirdi diğer lise öğrencileri arasında. Eee bir de kravatın çimen yeşili olunca!!! Ders çalışırken kravatlarımızı yememizden korktuklarını dile getirip dalga geçerlerdi büyük bir keyifle…

Sabah okula giderken boğazı sıkarcasına düzgün olarak takılan kravat, her nedense günün sonunda gevşemiş, şekli şemalı bozulmuş bir biçime gelirdi. Aslında başarılı öğrenci ile haşarı ya da haylaz öğrenciyi ayıran en temel özellik kravatın boyundaki duruş şekliydi. En azından yönetime göre!!! Başarılı, terbiyeli, akıllı, beyefendi öğrencinin kravatı düzgün bağlanmış olmalıydı. Bu tip öğrenciler asla ve asla, sıcak yaz günlerinde dahi kravatlarını gevşetmemeliydi. Bu bir prensip meselesiydi ve asla taviz verilemezdi…

Diğer tip (!!!) öğrencilerin ise mutlaka sabah, sıradayken okul müdüründen aynı azarı işitmeleri gerekmekteydi. Sanki ‘kravatını düzgün tak! Ne o serseriler gibi dolaşıyorsun’ cümlesini duymadan güne başlamak onlar için prestij kaybıydı… Onlar ‘Asi gençlik’ti ve kudretlerinden sual olunmazdı!!! Sınıfta boyları kısa dahi olsa arka sıralara otururlar, hemen hemen her hocadan dersin muhtelif zamanlarında aynı azarı işitirler, teneffüste raconu onlar keserlerdi. Saçlarında biryantin, gömleğin kolları dirsek hizasında kıvrılmış, elde her an parmakta çevrilmeye müsait bir zincir ve de göğüs hizasına kadar gevşetilmiş kravat …

Sınıfta ÖSS’ye hazırlığa yardım maksadıyla test çözmek için öğrencilerin serbest bırakıldığı (!) sessiz anlarda; arkadan ‘Allah belanı versin Baturbey’ şeklinde yakınmayla karışık bir haykırış duyulurdu… Kendisine bela okunan her şeyden habersiz, başkalarının talihini değiştirmek için neden yaptığını bilmeden içgüdüsel olarak koşan talihsiz Baturbey belli ki altılı kuponunu yatırmışdı… O ‘Altılı kuponu’ neden hep son ayak da yatardı bilmiyorum ama ganyan için çalışılan dersin (!) yarısı normal dersler için çalışılmazdı onu iyi hatırlıyorum.

O yaşlarda nedense asi olmak, yasaklara karşı çıkmak güç göstergesiydi… Aileler ya da büyükler (bilirkişiler!!!) ‘deli çağındadır dikkatli davranmak gerekir’ ve benzeri cümleleriyle olayı psikolog edasıyla yorumlamalarına rağmen yine de tam bir çözüme varamazlardı. Aslında bu ve bunun gibi tümcelerden çıkarılabilecek yargı; 13 yaşına gelen genci akıl hastanesine yatırıp, 19-20 yaşlarına kadar kontrol ve tedavi altında tutmaktı. Ergenlik döneminin ‘DELİ ÇAĞI’ olarak nitelendirildiği ve sanki akıl hastalarıymış gibi dikkatli ve özenli davranılmaları gerekliliğini söyleyen zihniyetin üretebileceği en iyi çözümde bunun ötesine gidemeyecekti sanırım…

Nöbette görevini ifa eden asker edasıyla boyunda duran kravat, nedense fotoğraf çekilirken kademe atlayarak ‘Rambo stili’ kafaya takılırdı. Hele yaz tatilinin yaklaştığı günlerde kravata daha az ehemmiyet gösterilirdi. Derslerin çoğu zaman boş geçtiği ve serbest bırakıldığı anlarda, öğretmenler odasından sınıfa getirilen teypte(o yıllarda mp3 çalabilen telefonlar yoktu henüz piyasada) çalan müzik eşliğinde çekilen halaylarda, halay başının mendili oluverirdi bir anda. Ya da gidilen okul maçlarında söylenen marşlar esnasında her bir elde göğe doğru kaldırılarak aynı tempoda sallanırdı. Maçın en heyecanlı anlarında farkında olmadan ele dolanarak iyice sıkılıp, maç bitiminde dişlerinin arasında fark edilirdi kimi zamanda.

Uğradığı onca şeye rağmen yaz kış demeden görevini yapan emektar kravat, okulun son günü son görevini yapardı ama bu sefer anılar için… Belki 250.000 –YTL’lik değeri yoktu ama O gün, Herkes tarafından unutulmamak için imzalanan çimen yeşili kravat, üzerindeki imzalar ve yazılarla beraber biten lise yıllarının hatırası olarak sandığa kaldırılmıştı.

 
Toplam blog
: 20
: 1414
Kayıt tarihi
: 02.10.07
 
 

Görüş ve eleştirileriniz için teşekkürler. ..