- Kategori
- Öykü
Kuantum

QANTUM …
QANTUM …
Çıplak poz vermemi isterdin aslında, değil mi? Ama hava burada bile çok soğuk. Hem demin gördün, kat kat giyimliyim. Soyunmak zaman alır. Aynaya bakmadım sonra giyinirken, üstümdekilerin yaratacağı etkiyi bilemem. Şu ucuz giysilerimin her yerinden yaralanmış, yarısı savaş meydanlarında tükenmiş yorgun bir isyan bayrağı gibi acımayla karışık bir dehşet yaratması da beni öfkelendirir kısaca.
Şu anda önemli olan ben değilim . Sensin. Ölü renkleri otopsi masasına yatırıp, senin sanatında neşterle eş anlamlı bir fırçayla onları yeniden yarattığını yazmıştı birileri. Hak vermemek elde değil. Ama şimdi ben senden çok az renk kullanmanı isteyeceğim. Yalnız, kırmızıyı kullanabilirsin. Onun ayrıcalığı var. Kendini kanıtlamış bir renk olan kırmızıyı imzanı atarken kullanmanı öneririm. . Kan rengi bir kırmızı, ölümü hatırlatan bir tablonun içinde mikroskop altında bütün hücreleri yaşayan bir kan damlası gibi kendini anlatsın isterim. Hatta parmağında küçücük bir sıyrık kanasaydı da imzanın rengi için orjinali diyebilseydik. Ama bu kadar kutsallaştırmak da istemem senin ismini. Kutsallıkla yan yana anılmana engel olursam bana hak verirsin umarım.
Ne seni ne de beni hikayemize başka anlamlar yükleyecek görüntülerle hatırlamasınlar; bu içimi üşüten bir hayal kırıklığı yaratır bende.O kadar çok kırık döküğüm var ki, bu hurdalık artık başka bir yüklemeyi kaldırmaz.
Bu yüzden de biraz çıplak olmak istemedim. Beni… hayatlarını kurtaran, kendi anlamsız hayatlarını şuracıkta bağışlayan insanı, böyle giyimli ve anlamlı hatırlasınlar isterim. Dünyanın en ünlü ressamlarından birini de fazla yormak üzer beni.. Buna inan. Yaptığın portre resimlerin milyarlar ettiğini biliyorum. Bu bana hüzünlü bir onur verdi desem inanır mısın. Ama hemen sonra cezamı kesti emektar beynim. Kayıp bir kelimeyi nice pişmanlığın arasında pinekleyip duran bir kelime bu, - getirip önüme attı. Harflerinin kalınlığından yürüyemeyen bir keşke…Ben bu kelimeyi iyi tanırım. Bu kelime değil, kılık değiştirmiş bir avcıdır aslında. Paslı, sinsi bir anahtar da olur yeri geldiği zaman. Onun açtığı kapıdan içeri adımını atarsan neler gelmez ki başına. O kapıdan girdiğinde bir bakarsın yaşadığın gün kadar sen. Hayatını aksettiren binbir parçaya bölünmüş kırık bir aynadan yansayan kırık dökük yığınla sen…Bir sen- ler ormanına düşmüşsün sanki. Yakalanmaktan ve yeniden yaşanmaktan korkan bir sen ler zinciri. Hangi halkasını tutsan ağırlaşıyor, yanıtı verilmemiş bir soru işareti gibi beynine kancalanıyor. Geçmişinin her gününü hınzırca bir çabayla unutmak isteyen insan için burası artık vahşi bir cangıldır. İnsan yiyen bitkileri sulamıştır bu keşke, böyle aciz anları düşünerek. Bütün silahlarını kuşanmış bu“keşke” her hangi bir sen-i yakalayıp geçmişin karanlık tuzağına, unutmak istediğin bir zamanın binlerce çalışkan örümcek tarafından örülmüş ağlarına tutsak ediverir. Bana gelince: ben geçmişten birkaç gün taşıdım hep içimde. Gerisi işe yaramaz. Bir çocuk kaydırağından kayar gibi öncesi ve sonrası olmayan kısa zamanlara böldüm geçmişi, ve en karanlık sokaktaki bir çöp kutusuna atıverdim. Çöp kutusunun sürekli müşterileri olan kediler ve köpekler zehirlenmesinler diye sıkı sıkı kapadım torbamın ağzını. Hayatı olan ya da bir hayatı varmış gibi görünen insanın ne saçma kederidir bu. Birkaç güne sığdırılmış, kısa kalın harflerle yazılmış bir hayattan başka bir şeyi olmaması insanın; bir tek cümle bırakır sana: işte ben buyum. Bu kadar önü ve arkası boş, toprağa şöylece iliştirilmiş, ilk rüzgarda devrilecek bir sokak lambasıyım ben bu oyunda. Birileri gelip uzun kablolar döşeseler altıma, bilmem kaç bin voltluk elektrik akımları geçirseler bedenimden, zayıf ışığım başını kaldırıp bütün gökleri aydınlatacak bir projektör olsa da, ben bir punduna getirir, denizlerin çok yalnız ve sert dalgalarla dövülmekten sersemlemiş bir kayasının üzerine çekilir, rıhtımını unutmuş kim bulursa ganimet olacak kadar sahipsiz gemilere kaybolacakları yeni ufukları gösteririm. Ama yine de sana portremi yaptırmak zorundayım. Bu tabloyla bağdaşan ne çok özelliğim olduğunu bir bilsen bana hak verirsin. O da benim gibi bir hayatı yeniden yürürlüğe koyacak. İşe yarayacak yani. Bir nokta var ki onu söylemeden geçemem. Bu tablo satıldığında yeniden ölümle buluşacak aslında ama yine de senin çok para eden, müzayedelerde, sergilerde bütün renklerinin altından yeşil bir çamur gibi paranın renginin fışkırdığı tablolardan ayrılacak üstlendiği bir görevle. Tabi ki satılacak. Ama dediğim gibi renklerinin içinde, -her şey açıklandıktan sonra- bir daha görür müyüm sorusuyla yüklü olmayan dost bir mavi , bir gökyüzü mavisi belirecek. Onu bekleyen sakin bir denize kavuşmak için akacak bu mavi; suyunun geçtiği yerlerde kurumuş ne varsa onları bir sabah uykusunun esrikliği ve umuduyla uyandıracak bir nehir gibi. Yaşam mavidir eğer geleceği tasarlayabiliyorsan. Benim için mavi değil oysa. Ne renk olduğunu bilemem.Yaşadığım bütün renklerin birleşip, neredeyse nükleer bir güç edinip patlamasıyla oluşan sarı ve gri karışımı bir renk benim için hayat. Çünkü hayat bir cılız final olarak vardığım ve bütün güçlerimi kullanıp ancak bu kadarına erişebildiğim bir çukurun başı adeta. Başımı kaldırsam ayı göremem. Başımı eğsem damarlarımdan akan ve bu çukurun dibinde kıvamlanan nice yılların sıvısı o kadar kararmış ki artık ne ayı ne de yüzümü görebilirim. Bazı çukurlar vardır ki, hayatın içinde yer alsalar bile ölümün üzeri toprakla örtülen çukurundan pek de ayrılamazlar. Tek farkları bunun henüz kapanmamış olmasıdır. Üstü toprakla örtülmüş çukurlardan daha acıklıdır onlar. Her gözün seçebileceği kadar açık seçik değildirler sonra;iyi niyet gösterip yanına yaklaşırsan seni içine çekiverirler. Uzaydaki kara deliklerin insan yaşamına uyarlanmasını yaşar bu iyi niyetliler. Oantum fiziğinin meta fiziğe geçişteki görkemli değişimini bütün beyninde mantığa sadece tek hücre ayırmış bu iyi insanlar yaşar. Kara delikler onlar içindir. Sen hepiniz bütün bildikleriniz , görkemli ve sözü geçer tanıdıklarınız yücelişlere doğru bembeyaz kanatlar açarak yükseldiğinizi sanırsınız. Ama bu yanlıştır. Bilim adamları bile sürekli büyüyen bir evrene değil, sürekli küçülen bir evrene giderek sırları bulmaya çalışıyorlar. Ben varoluşunun yüzeyinde , kıpırtısız bir yaprak gibi keyifle sallanırken birdenbire ne olup bitiğini soran insanın, yanıtı bulduğu yerde, yani kara delikteyim şimdi. Ama bulduğum yanıt beni kurtardı bir bakıma. Her şeyin gelip geçici olduğu duygusu, hani yaşlı kadınların akşam çökerken içlerine ağır bir tevekkülle yerleşen ve çok sıradan olan bu duygu beni öyle bir anımda yakaladı ki; kahraman olmaktan başka bir çare bırakmadı bana..
Ne oldu, bir renk mi arıyorsun. Ben tuvalini ve bütün renkleri aldım getirdim sana. Yoksa sözlerim sana olmayan bir renk mi esinledi. Olmayan bir renk, bir gölgenin rengi. Bunu kabul edemem şimdi. Yıllardır yaşadığım gölge halimi bu gün bıraktım. Bugün hacimliyim ve bir ağırlığım var. Üstelik sen ve ben biliyoruz yalnızca burada kim varsa onların hayatını kurtardığımızı. İlk fırça darbeleri; güzel. Rengi de bulmuşsun bakıyorum. Kirli sarı. Sarının kirlenmişi insanı ağlatacak kadar hüzünlüdür. Benim içimi paralar. Çünkü o bir parlaklığın da söndüğü anlamına gelir. İçine başka madenlerin sızdığı, katılaşmış ve soğumuş bir altının utancını yansıtır bu kirli sarı.İyi buldun kirli sarıyı.
Hayatımın nicedir bütün parlaklıklarını sahte altınlar gibi döktüğümü, her şeye rağmen bazen aynaya baktığımda bir umut ışıltısı gibi gözümde yakamozlanan o sahte birkaç ışığı da yitirdiğimi anlamış olman güzel. Bunu sen değil ressam ellerin hatırladı; buna eminim. Çünkü beynin beni hatırlamaz. Çok zaman oldu. Ve en çok da ben değiştim. İyi gidiyorsun, ellerin titrese bile iyi. Bak şu kapının yanında bir kız duruyor, bize bakan. Yüzünü gizlemek ister gibi yakaları kalkık. Gözlüklü olmasaydı onun gözlerindeki mavi burada sana böyle zoraki değil, isteyerek, hatta bir lejyon askerinin savaşı istediği gibi isteyerek tuvaller açtırırdı. Kendine hemen bir gökyüzü çizip, çok uzaktan beliren yağmur dolu bulutlarla ona seller sağanaklar gibi akmak istediğini çığlıklanırdın tablonda.
Ya da maviliği yüzünden sadece bu yüzden bütün gemileri yutmuş, onları başka limanlara yollamış, ve kıyısız limansız yüzünde sadece zamanın kırışığı kalmış bir deniz boşaltırdın tuvaline. Ressam olan sensin. Ben sadece modelim. Yıllar önce de modeldim. Ama sen beni hatırlamazsın. Bataklıklar gibidir senin belleğin. Kamışlarının uykuda gezerler gibi sallanıp, havayı kokladığı ve arada bir beliriveren nilüferleriyle insanı yanıltıp, çamuruna çeken bataklıklar gibidir . Birdenbire vantuzlaşıp içine çekmiştir istemediğin anıları. Hem senin gibi çok değerli insanların hatıralarını seçme özgürlüğü vardır. Benim gibi sıradan, basit ve yitik insanlarınsa böyle bir özgürlüğü yoktur. Demin sözünü ettiğim bir keşke sözüyle tam alınlarının ortasından vurulur onlar. Ve o alından zehir zıkkım bir iltihap akar. Bilinç altına, bilinç üstüne, hafızanın en uzak dehlizlerine tıka basa tıkıştırılmış, geri dönmesinler diye de önüne kocaman gündelik hayat ağırlıkları dizilmiş hatıralar bu irinle fırlarlar dışarı. Alnını silersin ama kar etmez. Çünkü aslında silmek istediğin alnında yazılı olan, ve artık hiçbir uğursuz falcının kehaneti olmasına gerek kalmayan yazgındır. Benim de böyle bir lüksüm yok işte. Yine de görüyorsun ki bu kadar kolay yazılan, adeta not alır gibi birkaç kelimeye sığdırılmış bu hayat onuruma dokundu. Buraya başkalarına bir hayat bağışlamaya geldim; eski romanlarda birdenbire ortaya çıkan ve şeytanın gölgesini yer yüzünden silen bir Mesih gibi mutlu ve ikna edici buluyorum kendimi. Mesihlerin en büyük ve en yüce özelliği yalanlarını kanıtlamak için, hepsi birer tanık olmaya gönüllü nice budala bulmalarıdır. Benim tanıklarım yavaş yavaş artıyor şimdi. Dahi ressamın gelip geçici bir kaprisle hava alanının orta yerinde tuvalini açıp, bakışlarını çoktan yitirmiş bir adamın portresini yapması, onlara torunlarına bile anlatacakları bir hikaye veriyor ve bu arada kurtuluyorlar elbette. Kendimi Mesih sanmakta haksız mıyım sence…
Senin umurunda olmayan hayatları kurtarıyoruz şimdi.
Bak şu yaşlı çifte. Erkeğin omuzları çoktan çökmüş, içinde ne kadar çocuk balonu varsa sönmüş, o balonlar damarlarında gezinen ve patlamasıyla birlikte o yaşlı gövdeyi tutup yere çalacak olan pıhtılara dönüşmüş. Alın yazısı son bir nokta konmasını bekliyor. Virgülleri, ünlemleri, soru işaretlerini çoktan tüketmiş yol boyunca. Tek bir nokta, onun gelişigüzel bir hayatı anlatan hikayesinin dibine bırakılacak ve sonra o hayatın birkaç basamak aşağısına inecek. Elinde feneri filan olmadan. Varsa eğer ruhuyla evrenin bilinmezliğini çoğaltmaya, bedeniyle de böcekleri doyurmaya gidecek.
Kadın ise ondan daha canlı gibi; ama kadınlar yaşlandıkları zaman sürgit bir tekdüzeliğin içinde bulurlar kendilerini. Her günü bir ömür gibi bitirirler ve ertesi gün eskisinden bin kat ağır bir yükle kalkmak için sabahın ıssız rıhtımında içler acısı bir yalnızlıkla dirilirler. Ama bu kepaze hallerine rağmen hayatlarını kurtardığımızı bilselerdi gelip bana ve sana teşekkür edeceklerdi. Ben hak ettim ama senin hak ettiğini hiç sanmıyorum. Çünkü ikimiz de biliyoruz ki sen şu anda bir can pazarında hissediyorsun kendini. Ve kendi hayatından başkasını umursadığın bile yok. Benim gibi düşünebilseydin neyle değerlendirilmiş olursa olsun o rezil ve sonsuz adil finali yüzünden bütün hayatların aynı perdeyi indirmek zorunda olduğunu anlardın. Seyirciler deli gibi bis yapsalar da boşuna. Oyunun tekrarı yoktur. Eğer bir ermiş gibi düşünürsen böceklerin sofrasına atılmış bedeninin değil evrenin uzaklıklarına atlamış ruhunun tesellisini kendin için yeterli bulursun; ama senin gibi bedene ve onun yaşatacağı zevklere için için, -hatta bu zevkler gizlenecek kadar yasak bile olsalar - bir köpek balığı şehvetiyle bağlı olanlar evrenin girdisi çıktısı ile pek ilgilenmezler. Pençe parmaklarını her yere çivileyip en yükseğe giderken evreni yanlış yorumlarıyla karanlıklara gömenlerin bir parçası olurlar. Oysa ben burada, hepimizin ve bütün dünyanın hikayesini içine çekip, kendi anlamımla birlikte yok edecek kara deliği buldum. Çevremizde insanlar çoğalıyor. İyice dikkat çektik sanırım. Uçağa yetişecek olmasalar durup bizi, bu büyük ressamı ve onun hep terleyen, sakalları habire uzayan karanlık yüzlü modelini seyre dalacaklar. Hiç kıpırdamayan bir model bulmuştu diyecekler. Bazıları itiraz edecek; yok canım adamın vücudu hareketliydi; sabit olan bakışlarıydı sadece; hep kapıya bakıyordu, o kadar ısrarla bakıyordu ki bakışları sanki gölgeli bir koridor oluşturmuştu kapıyla kendisi arasında, diyecekler. Birazdan gazeteciler de gelir. Büyük ressamın bir hava alanı bekleme salonunda tuvalini kurmuş, karşısına modelini almış resim yapması işte haber diye buna derim ben. Hatta bazı aptal gazeteciler bunu kültür ve sanat sayfalarına bile basabilirler. Bu ise yaptığın şu güzel ve esrarlı tablodan rol çalmak olur…
Gerçekten kısacık zamanda yüzümün ana hatlarını ustaca çıkardın.
Hele bulduğun bu kirli sarı renk benim içime atıp, üstünde tepindiğim, öfkemin lavlarıyla erittiğim, eğer bir dağ olsaydım koskoca bir alanda bir Pompei dehşeti yaratacak kadar akışkan olan gizli bir acıyı öylesine açığa vuruyor ki, belki de bütün duygular içinde sadece acının rengi olarak tanımlanacaktır artık kirli sarı. Ölü bir matemin, birbiri üzerine yığılı gecelerin artığı bir siyahtansa yaşayan, ayaklarını sürüyen ama yine de yaşayan bu kirli sarı beni anlatsın isterim. Dünyaya çok yaklaşan yıldızlar da böyle kirlenirler işte. Uzayın parlak karanlıkları içinden geçip, bir bakıma o sonsuz baba ocağı evreni terk edip, dünyada ne var diye merak ettiklerinde üstlerine başlarına en puslu ve acımasız dumanları püskürtürüz biz önce, serseme dönerler; tüm duygularımızı püskürtürüz aslında, sonra yıldızı dünyaya alıştırmak için, kayıp gelmiş bu serseri pırıltıyı içimize çekmek için duygularımızın vantuz ağızlarıyla yıldızcığı emer bitiririz. Ağzımızın içinde dişlerimizin arasında ondan kalan kirli sarı tortuyu da tükürürüz. Bu işi iyi becerirsek alkışlarlar da bize. Nice insanın kendini ifade ediş biçimidir bu. Bütün insanlar böyle midir diye soruyorsun; beni büyük bir hırçınlıkla ve gözlerindeki en ters dalgayla küçümsemenden anlıyorum. Haklısın, elbette bütün insanlar böyle değildir. Mesela şu karşıda duran, gözlerindeki maviyi hayatının en tuzaklı yollarında harcamış, çürütmüş KADIN İÇİN aynı şeyleri söyleyemem. O maviden TUZUNU alan ve aynı zamanda ölü umutların da rengi olan en kırık mavileri gözyaşlarında insafsızca harcamış kadın için böyle söyleyemem. Onu ikna etmem zor oldu. Ama teklifimi geri çevirmesinin ona ne kadar büyük bir ağırlık yükleyeceğini de biliyordu. Kabul edip etmemek sadece kendisinin verebileceği bir karar değildi. Çünkü benim dolaysız senin de dolaylı olarak kurtardığın hayatlar gibi onun da bir avuç toprağın üzerinde bile olsa bir zamanlar hayatın ta kendisi olan birisine sözü verilmemiş bir borcu var. En görkemli, en tapınılası bir mabet ruhu vermek istediği bir mezar yaptıracak. Senin tablonun parasıyla. Başka bir yol bulabilir miydik; elbette. Ama seni hikayenin dışında tutmak hiçbir şey yapmamakla eş değer olacaktı. Sana bu sarmalı nasıl açıklayabilirim ki. Yıllar önceden start almış bir serüvenin şu son noktasında sana başlangıçta da var olduğunu söylersem, kalın ve kirli bir parantez olarak aradaki bu içler acısı öykünün iki yanında durduğunu anlatırsam yine kılın kıpırdamaz biliyorum. Sen paçayı kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyorsun. Göz kapakların kapalı bile olsa altından göz bebeklerinin pis pis yuvarlandığını görüyorum. İki rulet bilyesi
gibi… tarifsiz ve bizim gibiler için hilekar iki rulet bilyesi onlar. Tablolarındaki renklerin, sanki görünmez bir tanrı eliyle yeniden güneş ışığından geçirilip yeni bir çehre ve varoluş kazanan renklerin aksine içinin siyahı ve siyahla çiftleşip uğursuz bir melez olarak karalanmış beyazdan başka bir renk var mıdır acaba düşünce tuvalinde çok merak ederim. Durma; devam et sen. Bak seyircilerimiz de çoğalıyor. Senin gibi çok büyük bir ressamın tablo yapışını seyretmek için uçaklarını kaçırmayı göze alanlar da var aralarında. Ama bu büyük dalgaların küçük damla insanları bilmiyorlar ki seyretmeleri gereken benim. İlerde beni şükranla andıklarında, onların hayatını bağışladığımı hatırladıklarında şu içinde bulunduğumuz ve kaderin kararsız elleriyle çiziktirdiği tabloda en canlı ve yaşayan rengin ben olduğumu anlamalarını isterim. Evet, kabul etmeliyim ki, sanki fırçanı benim bakışlarıma daldırdın. Çok derinlerdeki o sıcak ve kendini bilmez akıntının kumla karıştığı andaki kirli sarı helezonlarına batırdın. Umutsuz ağız çizgilerime, beni umursamadan geçip giden yılların lütfedip de suratıma bıraktığı birkaç eğri büğrü kırışığa bakıp, vardığım şu noktadaki hiçliğimi fark ettin. Yüzüm balmumu gibi senin tablonda. Bunu istemiştim zaten. Göz bebeklerimi böyle koyu karanlığa gömmüş olmakla belki de ilk defa dürüst davrandın. Bakışlarımı kendi bilincinden ancak böyle karanlıklara gömerek uzak tutabileceğini anladın. Senin renklerinin güneşleriyle çizseydin beni, Ikarus kanatlarım çoktan erirdi. Ellerine bulaşırdı…Oysa benim sana dimdik, ayağın sağlam basarak bir kahraman gibi poz vermem gerek. Bu balmumu yüz tüm zamanları reddederek ölümsüz bir tavırla kendi içine çevrili olmalı. Gövdeme geldi sıra. Ama bir dakika; dedim ya böyle kalın, kaba giysiler içindeyken çizmeni istemem. O zaman tasarlayarak çıplak çizmelisin beni. Senin eşsiz anatomi bilgini her zaman takdir etmişimdir. Çıplaklık derken ben bunun bir adım ötesini kastediyorum zaten. Benim gövdemin yerine bir iskeleti çizeceksin. Bunu kolay yaparsın biliyorum. Ama ölçüler tam olsun. Kemiklerin sayısı da yanlış olmasın. Mesela benim hain ve ihanetler içinde biri olduğumu düşünüp, kalp hizasındaki kemiklerimi kalbimi içten parçalayıp bölen birer kılıç, ya da bıçak gibi çizmeni istemem. Neyse o olmalı. Sayı da çok önemli. Yani bu tabloya bakanlar iskeletin kemiklerini saydıklarında senin anatomi bilgine hayran olmalı. Yok yüzünü ekşitme; biliyorum kemikleri sayılan bir iskeleti çizmekten ne kadar nefret ettiğini. Yıllar önce açlıktan ve çaresizlikten avurtlarım çökmüş bir halde senin sınıfına çıplak model olarak geldiğimde bunu açık açık söylemiştin. Bak parantezin başındayız yine. “Olmaz bu” demiştin. Bundan model olmaz. Kemikleri sayılıyor bunun yahu “ Sesini taklit edemem ama belleğimin bütün kayıtlarında bu sözler, noktasına virgülüne varana kadar aynı. Tekrar tekrar dinlediğim halde alışılmışın etkisizliğine sahip olamadılar bir türlü. Bandı başa sarıyorum ve sözler de başa sarıyor. Hele hava karanlıksa, gece bir düşman ordusu gibi karanlık kuvvetleriyle şehrin her yerini sarıp, bütün yorgunları tutsak etmişse, yerden uğursuz bitkiler gibi duvarlar yükselip dört yanımızı sarmışsa ve biz yorgunlar çaresiz kalıp işi ihanete döküyor ve bütün anıları kurşuna diziyorsak; işte bu anlarda senin sözlerin bir kaderin en girdaplı ve çözülmez şeytan üçgeni oluyor. Böyle boğuluyorum ben. Kemiklerim sayıldığı için sana modellik yapamazdım. Avurtlarım da çökmüştü. Gözlerime gelince onların durumu tam bir korkaklık komedisiydi. İçinden kapkara bir ışık püskürten kara bir kuyuya kayıp gitmişlerdi. Ama yine de söz konusu ben değildim orada. Arkadaşım için modellik yapacaktım. Şu kadının sevgilisiydi arkadaşım. Hadi iyice bak ona; bedenini kıpırtısız tutma çabası yüzünden, sırtını kamburlaştıran hatta yere seren korkuyu, endişeyi, kuşkuyu, fondip acıyı yani benim için duyduğu her şeyi bir sır gibi saklamak zorunda olan şu kadının sevgilisiydi arkadaşım. Arkadaşım allahın belası bir böbrek iltihabına yakalanmıştı. Üç fakir öğrencinin paylaştığı iki odalı izbe evde ateşi kırklara çıkmış, sesi soluğu kesilmiş, sancılarını çekip çıkarmak istercesine ellerini karnına gömmüş, öleceğine inanmaya başlamıştı. Elbette hastaneye götürdük. En büyük en ışıklı hastaneye. Ve böyle hastanelerde insanın değil paranın hayatı geçerlidir. Böyle hastanelerde parayı sağlam ve dimdik ayakta tutacak ne varsa yapılır. Her gelen hasta paraya kan verir burada. Para bütün yataklarda yatar, bütün ilaçları içer, bütün doktorları yönetir, varlığına dair ufacık bir kuşku belirdi mi, asla bağışlamaz bu kuşkuyu yaratanı. Onu kapılarından çevirir; hastabakıcılarına kovdurur, doktorlarının yüzünde öyle soğuk ve ışık geçirmez bir maske oluşturur ki, dünyadaki en büyük ve en soysuz krallığın topraklarında olduğunu anlarsın. Biz bu parayı bulmak zorundaydık. Elbette ki benim aklıma gelmedi çıplak modellik yapmak. Onun aklına geldi. Çünkü gözlüklerini çıkarsa, yakasını rüzgarı düşmüş bir yelken gibi indirse göreceksin senin en başarılı öğrencilerinden biri olduğunu. Fikir çok cazip geldi hepimize. Umut en bereketli pınarından çoşkun seller yolladı genç damarlarımıza. Çocuk gibi gülen ve o anda gerçekten çocuk olan bize. Ama gel gör ki bizim pınarın dev dalgalarla kardeş olacağı bir denize dökülmesine ramak kala, hiç kullanılmamış bir eşyanın anlamsızlığında, hiçbir hatırası olmayan eşyaların sertliğinde ve sonsuz ilgisizliğinde bir engel belirdi karşımızda. Sonradan her yerde karşımıza çıkan sıradan, rutin, acımasızlığı bile artık ezberlenmiş engellerin ilkiydi bu. Hem de bir insandı. Sendin. Kayanı koydun önümüze. Her geçen umutsuz saatte bu kaya hevesli ve yeşil tüm tomurcuklara yasak olan sert ve siyah toprağından güç alarak uğursuz bir bitki gibi büyüdü. Geri dönüp arkadaşımızı çıkardık hastaneden. Kolundaki serumu bile bırakmadılar. Paranın egemenliğindeki bu krallıkta ona yer yoktu artık. Kendi hayatına git dediler: ya da kendi ölümüne. O anda ikisi de aynı şeydi.
Son paramızı taksiye verdik. Gece boyunca arkadaşımızın yüzüne serin havlular koyduk. Bir ara iyileşir gibi oldu. Kalkıp helaya gitmek istedi. Sonra vaz geçti. İşeyemiyorum ki dedi. Hepimiz güldük. Sonra o gülmesini hiç kesmeden yaptığım işleri bitir, dedi. Daha yüzünden gülümsemesi silinmemişti ki boşluğa bakmaya başladı. Sustuk ve öldüğünü anladık. Meğer aynı zamanda bir karın iltihabı da varmış içinde. Sevgilisinin gözleri gelip benim gözlerime yağdı, ilk tufanın serseri damlaları gibi. Ben ağlamak istedim; onun gözlerini, beni öfkeyle suçlayan bakışlarını göz yaşlarıma yükleyip salacaktım bizi bekleyen başka kasırgalara. Sen benim kemiklerimi saymayı göze alsaydın, belki de paranın krallığındaki o yerde sarayın arka kapısından çıkıp, sırtına yine kirli heybelerini yükleyip kendi hayat yolumuza düşecektik, ama eksilmemiş olacaktık. Senin hatırlamanı istediğim başka şeyler de var bu işin içinde. Bunları hiç bir bellek unutmaz. Hiç bir bellek insanın kendisini suçlamasına neden olabilecek anıları silmez. Buna gücü yetmez. Organize aklın tuzakları, hatıralar üzerine eklenen yeni hatıralar, yaratılan onca hayaller, umutlar bu hatıraların üzerine beynin kocaman çöplüğü gibi yığılsa bile onlar yine bir yerlerden görünür. Aklın yetersizliği belleği bir vicdan haline getirebilir bazen. Arkadaşımın bana söylediği şeyin ne olduğuna kafa yordum sonraları. Bana emanet edilen o bitirilmemiş iş neydi ? O kadın söyledi bana. Kapıda duran ve bize bakan o kadın. Az sonra tabloyu bitirdiğinde onu çağıracağız ve bu senin fırçanın izlerini taşıdığı için daha şimdiden paha biçilmez olan bu tabloyu vereceğiz. Ve o gidecek. Onun arkasından da ben gideceğim. Bakışlarımla, ona hiç duyuramadığım sesimle, bilincimin onu düşündüğüm zamanlarda kavuştuğu eşsiz ve bitimsiz bir özgürlükle ben gideceğim. Ayaklarımı bir dans ritminde harekete geçirip, şeytanın kahkahasının ateşlediği rüzgar ıslıkları eşliğinde tek başıma, bana hiçbir zaman elini uzatmayacak olan bir sevgilinin hayaline, bir hayalin tüyden daha hafif ve zarif figürlerine eşlik edercesine çıkıp gideceğim... …Gerçekten anatomiden anladığını kanıtladın. Şu çizdiğin iskeletin bütün kemikleri tam. Üzerinde bir de derme çatma bir deri, yaralı bir kalbe giden kanı götüren mavi damarlar olsa aynaya bakar gibi olacağım. Seni tebrik etmeli. Bak bize bakanların gözleri de hayranlıkla dolu. Yanımda taşıdığım şu kamera sayesinde senden bir tablo rica eden gözü pek bir gazeteci sanıyorlar beni de. Ama kemikleri görenlerin yüzünde beliren dehşeti de görmezden gelemeyiz artık değil mi ? Şimdi bir ilave daha yapacaksın tabloya. Hayal gücü geniş olanlar bu ilave ile senin dünyadaki terörü lanetlediğini sanacaklar. Bu kemikleri bombalarla çevreleyeceksin. Gülümse bu arada. Zaten bütün yüzün gergin; ağzının çizgileri bir çamaşır ipi gibi gerili iki kulağının arasında. Aklımda hep tekrarlanan o sözlerinin kirli çamaşırlar gibi asıldığı bu ipi hiç bozma. Bombayı çizemem deme sakın bana. Ressamların belleği çok güçlü olmalı. İki saat önce seni yolundan çevirdiğimde ceketimi açıp göstermiştim sana onları. Aklında kalanı da çiz; bu bana yeter. Bakarsın tablon bir terör laneti olarak sanata meraklı bir silah tüccarının eline düşer de onun vicdanı olarak duvarına asılır. Bizim duvarlarımızdan çok daha sadık, el değmemiş, boyalı ve mutluluğun en kaba saba anıtı olan duvarlardan birine asılır. Bizim duvarlarımıza gelince, onlar, aşılması için taa çağlar öncesine kadar gerilmeni, hızını yol boyunca sıralanan acılardan almanı gerektiren her şeyden haberli duvarlardır. Arkadaşımın bana devam et dediği iş buydu anlayacağın. Bir örgüt üyesiydi o. Kahır doluydular. Bildikleri bütün teorileri ve inançları fırsat buldukça kendileriyle beraber ölüm çukurlarına gömdüler; ışıksız gecelerde bir an parlayan ve onların ölüm fermanını o parlama anında yıldızlara bile okuyan silahlara doğru yürüdüler. Cesareti ve de korkuyu yürürlükten kaldıran ölüm kararını verdikten sonra insan nasıl da özgürleşir bir bilsen. Bütün yazılı yazısız kanunların üstünde, bilince ve bilgiye çoktan veda etmiş bir özgürlüktür bu. En büyük evren bilincinin aklımızda hep tutmamızı istediği -eninde sonunda ölüm- düşüncesine o anda yaşayan herkesten önce vardığı için göğsü büyük kanatlar gibi açılır; soluk alıp verirken bütün evreni içine çeker, sonra onu damarlarındaki taze kanla yıkamış, hatta temizlemiş olarak geri salıverir. Bu özgürlüğü senin anlaman gerekmez. Çünkü yaşama bağlandığın her noktada korkunun demir maskeli nöbetçileri seni dünyadaki tüm özgürlüklerden azade kılar. Evet, yüzündeki bu zoraki tebessümün bana bir din adamının tanrıya erdiği zamanlardaki kasılmalarını hatırlattığını söylesem. Bu hatalı anlayış yüzünden şimdi senin yaptığın tabloyu neredeyse alkışlayacak şu budalalar. Ama bilmiyorlar ki bu tablo karşılığında ben onların hayatını kurtarıyorum ve
şu anda hepimizi havaya uçuracak hareketi yapmıyorum. Ben üstüme bir sıra asker disipliniyle dizdiğim şu bombaları patlatırsam o da mı ölür? Haklısın.
Ama biz ne zamandır ölüm çizgisini geçtik, kalan birkaç parçamızla buralarda oyalanıyoruz. Arkadaşımın bitirmemi istediği işe onunla birlikte battık çünkü. İnanç, bilgi ve hiç olmazsa birkaç kişiye esenlik getirecek bir düşünceyi içimizde yaşatabilseydik bu hiçliğin adını onurlu eylem koyabilirdik. Onun vaz geçmeye dair hiç hakkı kalmamıştı. İmzasını o anda başı sonu iyice belli olan bir hayatın altına koydu, altına çizgiyi çekti. Tefeci ellerini oğuşturdu. Arkadaşımın sevgilisiydi. Benim sevgilim değildi. Şimdi hatırlamanı isterim.
İşin bu noktasında onun benim sevgilim olmaması arkadaşımın hayatını kurtarabilirdi. Çünkü sen o uğursuz gecenin benim hiç fark etmediğim bir zamanında ona, o mavi bakışlı kıza seninle birlikte olursa istediği her şeyi vereceğini söylemiştin. Ben iki elimi iki mezar küreği gibi birbirine çatmış, dirseklerim dizlerimin üzerinde binlerce tona ulaşmış ve gözlerim büsbütün kararmış, gecedeki ilk ışığa bir cankurtaran gibi sarılacakken, o bana senin teklifini söylemişti. Benim için hava hoş olmalıydı. Unuturduk giderdi. Sen hep yaptığın gibi dünyanın ilk örümceklerinin ördüğü hain ağlarına o mavi kelebeği düşürmek için kızdan yanıt bekliyordun. Ben asla dedim, asla. Her şey silinmişti gözümden. Arkadaşım ölebilirdi. Ama o sana gelemezdi. Ne büyük bencillik değil mi ?Aşk insanı hiç beklemediği bir anda öyle zor ve çıplak olarak yakalar ki, ne diyeceğini bilemez insan. Ben yakalandığım bu en bencil çıplaklığımın utancını hep taşıdım içimde. Sen belki arkadaşımı öldürmemiştim ama, sonu onun ölümüyle biten bu aptal hikayeye beni de katmıştın. Mavi kelebek bakışlı kızı senin örümcek ağlarından korumak için asla dedim. Her şeyi unutmuştum. O da boynunu eğdi. Kollarına yapışmıştım zaten, çıkıp gitmek için. Beni dinledi ve sustu. Söylenecek bütün kelimeleri sildi attı. Aramızda yaptığımız korkunç ve ölümle yüklü bu anlaşma yüzünden artık sevgiyle ilgili tek bir söz geçmedi aramızda. Sevgiye dair ne söylesek ortak bir suçun bizi hep yargılayan bir mahkemeye sunulan en kesin kanıtları olacaktı bu. Nasıl yasaklanmış bir sevda ki, belleğin bütün isyanlarını gerekirse kendi kanıyla bastıracak kadar kahretmiş kendi içinde. Vicdan dediğimiz sahtekar tefeciye bırakmış aşkın içerdiği her şeyi. Geri almak için hayatını vereceksin. Ben bu görevi de ona verdim. Bir zaman sonra o uğursuz tefeciden sevgime dair ne alması gerekiyorsa bedelini benim ödediğimi anlayacak. Hayatımı verecek ve bütün imzalar silinecek, senetler yırtılacak. Tören başlayacak. Yanında ben olmayacağım o törende. Arkadaşımın görkemli mezarına bırakılmış bir gül bile olmayacağım. Ölüm yargılıyorsa eğer, hiçbir suçlu yalan söyleyemez. O korkunç gecede komik bir şeyler de söyledim üstelik. Her saatin ne kadar önemli, ne denli yaşamsal olduğunu unutturmak ister gibi “yarın sabah bir başka hastaneye götürürüz, bu geceyi evde geçirsin” dedim. İşte bakışların karardı şimdi. Hangimizin daha suçlu olduğunu tartıyorsun kafanda. Tablolarına aktardığın tüm renkler silindi, benim suçlu ve kirli sarı rengim akmaya başladı damarlarında. Ben bunu iyi bilirim. Onunla ben birlikte sürüklendik sonra şu yarım kalmaması gereken işlerde. İkimizin de ölmek için akıllı uslu bir nedeni olunca örgütün içinde neredeyse kahraman olmak zor değildir. Ama biz, birlikte hayatla ölüm arasındaki çizgiyi aştığımız için, yaptığımız tek şey hayat kaldırımında bizden kalan malzemelere şöyle bir göz atmaktı. Örgüt çürüdükçe biz bir bakıma mutlu bile oluyorduk. Sonra ben bir gün, bir su birikintisinden yansıyan ışıkları gördüğümde kafamda bir aydınlanma, daha doğrusu bir parlama hissettim. Böylesine anlamı yitik, kahırlı, karşılıksız bir sevgiyle törpülenen bir hayat, eğer sahibi de çoktan çizgiyi geçmişse arkasında önemli bir şeyler bırakmalıydı. Kimseyle bir hesabım yoktu. Arkadaşımı birlikte öldürdüğümüz geceNİN SONRASINI BEN ÖLÜ ZAMANLAR OLARAK yaşamıştım. Ben bu cezayı çekerken , hikayeye beni katan insan yani sen düştün aklıma. Örgütün bu görevine gönüllü oldum. Çünkü ne zamandır benden kuşkulanıyorlardı zaten. Dünyanın baştan başa bir hiç olduğunu kavramış olmanın yanı sıra onların da en görkemli hiçliğe sahip olduklarını düşündüğümü biliyorlardı. Böyle bir insan Zerdüşt gibi bir mağaraya da çekilebilir, gördüğü ilk karakola girip örgütün adresini, bulundukları yerin krokisini de verebilirdi. Kapıda her şeyin olup bitmesini bekleyen mavi bakışlımın bunlardan haberi yok. O tabloyu alıp gideceğimizi sanıyor. Seni tabancayla gizlice tehdit ettiğimi sanıyor. Bir şeylerin değiştiğini sonradan anlayacak. Zaten ben de fikrimi değiştirdim bu arada. Bu bombaları patlatmak istemiyorum. Onu çağıracağım şimdi. İşte geliyor. Öfkeli gibi. Niye beklediğimizi soracak. Ona gitmesini ve beni her zamanki yerimizde beklemesini söyleyeceğim. Yıllardır beynimi kurcalayan böyle muhteşem bir öç alma planı varken, adını bilmediğim dahası ne zenginliklerine, ne yoksulluklarına, ne hastalıklarına, ne de evrende hangi noktayı tutmuş olduklarına dair bir merakım bir ilgim , bir hıncım olmayan bu insanları havaya uçurmanın hiçliğe hiçlik eklemekten farkı olmayacağını anladığımı düşünecektir sonradan . Bu kadar işte. Sana en naylonundan bir teşekkür borçluyum burada. Ama son bir işimiz daha var. Bunu yapmadığın takdirde her şeyi yeni baştan ele alacağımı en profesyonel isyancı yanımla söylemeliyim sana. Arkadaşım o son anlarında işeyemiyorum ki demişti ve gülmüştü. Şimdi ben gülerken senin zaten çektiğin sıkıntı yüzünden iyice dolmuş bulunan böbreklerini şuracıkta harekete geçirmeni istiyorum. Onun yapamadığı her şeyi yapmak isteyen biri olarak bu zor olmasa gerek. Çok kararlıyım. Hadi, durma. Bu kadar insanın hayatını kurtarmak seni avutabilir böyle bir durumda. Bak elim ceketimin altında şu anda. Üçe kadar sayacağım. Bir …iki…ü…hah şöyle. Canım gülsünler; sen onların hayatını kurtardın. Yaptığın o tablo hep bu anın bir simgesi olarak kalacak sonsuza kadar. Büyük ressam bu tabloyu yaparken korkudan ya da heyecandan altına işedi diyecekler. Gazeteci milleti; onlar bal sineği gibidirler bu haberler karşısında. Ne o; ağlıyor musun. Senin gözlerine de yaşlar yürür müydü? Utanç, aşağılanma, neden olduğun trajedinin gelip sana böyle bir meteor gibi çarpması. Qantumun zaferi bu işte. Yücelmekle çözemediğin evreni benim kara deliğimin yanına kadar inerek çözdün işte. Şu anda anlıyorum seni. Ağlaman içimde bir tek teli oynatmasa bile anlıyorum. Senin şanssızlığın bu. Yapmam gerekenin ne olduğuna birkaç saat önce karar vermiş olmam senin şanssızlığın. Yoksa buradaki , bu hava alanındaki herkesle birlikte ölüp gidecektin. Senin ismine özel bir yer ayrılacaktı gazetelerde. Herkesin üstüne çıkarak Qantuma galebe çalacaktın, ne güzel. Bak birkaç kamera belirdi bile etrafımızda. Ben gittikten sonra olanları anlatırsın. Uzaklaştığıma iyice kanat getirince konuşursun. Sana inanırlar mı bilemem. Çok uzak bir yerlerde patlayan ve bir karınca yuvasının bile yaşamsal trafiğini bozmayan bir bomba sesini söylediklerine kanıt olarak gösterirsen, söylediklerini şu ıslak pantolonunla birleştirip, dahi sanatçıların çoğunun kaçınılmaz yazgısı olan delilik yaftasını yapıştırırlar şu çamurlu hayatının ortasına. Bu tehlikeyi göze alabilir misin; bilmek isterdim doğrusu. Sana veda ediyorum artık. Ben bir türlü bitmeyen hikayemizi bitiren biri olarak, noktayı koyuyorum burada. Ayaklarının altındaki sarı gölcüğü temizlerlerken o nokta da silinip gider. Anlattıklarım sende şu sarı gölcükten daha fazla utanma yarattıysa, yeni bir satır başı bulmayı da başarabilirsin belki sonra .