Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

22 Temmuz '11

 
Kategori
Siyaset
 

Kürtler ne ister?

Kürtler ne ister?
 

Barış zor değil...


Bir Türk’ten saygılarla;  

Apolitik nesil deyin ne derseniz deyin ama benim neslimde bana benzer adam çok, bizim neslin zihninde (bu konuda kökten veya evden beslenenler dışında) benim ırkım ne, mezhebim ne ya da ne olsa ne fark eder soruları pek yer işgal etmemiştir. Sağ ne, sol ne ya da ne fark eder bunu da merak eder okurduk ama masal kıvamında. Çok da yokluk çekmeyen, derin devleti fark edemeyen, Özal’ın çocukları dediklerindeniz biz herhalde. 

Geçmişe yönelik siyaseten en eski anım, 5 yaşındayım, annemlerin yatağına gitmişim annem saçımı okşuyor hoş bir hava var evde soruyorum “anne kime basacaksın mühürü?” “Arı’ya” diyor annem, “herkes ona basacak”. Benim miladım bu. Okul çok önemliydi üniversite sınavı yarışı, iş sahibi olunacak bir meslek edinmek ve aşk aşk aşk benim ergenliğimde durum buydu. Uzaktaaan hikâyeler, efsanelerdi Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ve dava için ölmek ve rahatını bozup fikrinin peşinden gitmek. Trendy olan, giyinip beğenilmek, yetişkinleri beğenmemek, hem fikren hem de duygusal olarak olgunlaşmamak ve okula gitmekti. Sonrası zaten iş güç belli… 

Yıllarca okulumda (üniversite) türbanlı arkadaşlarımla beraber ders çalıştık, sınava hazırlandık, hasta muayene ettik, benim kısa eteklerimin sorun oluşturduğu (arkadaşlarım için değil etraf için) kesindi ve ben bunu bireysel saçmalamalara bağlıyordum, ama onların örtülerinin de sorun teşkil ettiğini, mezuniyet törenine alınmayan okul birincimizle beraber anladım ben. Demek hayatlarımız bu kadar başkasının elindeydi. Okulu birinci bitiriyordu ama gidip göğsünü gere gere diplomasını ALAMIYORDU. “Türban acaba sadece türban mı? Ama en azından kendi arkadaşlarımı tanıyorum hepsinin mi amacı “devlet düzenini” değiştirmek? kaldı ki bunu yapmak istemekte sorun olan ne? Uçlar varsın olsun, hep olur, konuşsun anlatsın, canı çeken de dinlesin, desteklesin ne olabilir, düşünmekten, araştırmaktan ve karar vermekten mi aciziz? Aha ben de kominizim istedim diyelim susacak mıyım? Bu ülkenin % bilmem kaçını en iyisinin bu olduğuna ikna edersem yine de mi değişmeyecek! yani bu nasıl bir düzen ki kurandan bile önemli?” Gibi sorgulamalar bi görünüp kaybolmuştu zihnimde. Tıp fakültesi öğrencisi çok düşünemez ve cesur hiç değildir zaten, kafamızı işten kaldırabilsek ve sivil örgütlenebilme alışkanlığımız olsa bu halde olmazdık herhalde (neyse bu kısım başka bir yazı konusu). Bu arada bizim okul birincimiz sevgili Zeynep, eşsiz bir zekâ ve muhteşem bir karakterdir, kendisine sevgilerimi yolluyorum. 

Benim okulum, Doğu Anadolu denen güzide ve hala üzerinde yaşadığım Türkiye coğrafyasındadır, İzmir’de doğup büyümüş ve hakkını vere vere bir ergenlik yaşamış küçük bir kız olarak 16 yaşında Erzurum’da tıbbiyenin birinci sınıfına başladım. Bizim zamanımızda çocuk ve ergen psikiyatrisi bu kadar popüler olsaydı benim tanım da belliydi tedavim de aslında ama “la havle ve la kuvvete” diyerek ya da “deli kızdan akıllı gelin olur” hesabı sabrederek beni iyileştiren aileme ve özellikle de melek kardeşim Mehmet’e öpücükler... 

Erzurum’da ilk dikkatimi çeken şey şehir merkezindeki il haritası ve ilin komşularıydı. “İlimiz İzmir” kitabı ve İzmir’in etrafı geldi aklıma, şaşırdım. Ben bu şehir isimlerini de masal sanıyormuşum demek ki. Tespit; Batılı için doğu hikâyedir, diğeridir ve onlardır. 1993 tarihinde İzmir’de ailesi ve Erzurum’da da okulu olan bir öğrenci olduğum ve THY’nin de o zamanlar 300TL civarına bilet sattığı düşünülecek olursa genelde otobüsle seyahat ederdim. En azından ilk 2 yıl böyle oldu, sonra PKK sadece otobüsü yakıp, para toplayıp, yolculara marş söyletmekle kalmamaya, adam kaçırıp öldürmeler yaygınlaşmaya başlandıktan sonra uçakla seyahat farz oldu. 

Hâsıl-ı kelam “Doğu Anadolu, PKK ve Kürt kökenli olma” kavramları hemen hemen aynı zamanlarda (1993 Eylül ayından itibaren) anlam kazandı zihnimde (ama bu kavramlar benim için asla aynı anlama gelmediler). O tarihten birkaç sene önce, bizim mahalleye yakın bir bakkalın aslan gibi oğlu, Gaziemir’in ilk Güneydoğu şehidi olmuştu. Annesinin, mendilini tabutun dibinde biriken kana batırıp da “yavrumdan bana hatıra olsun” dediğini bizim sokakta yaşayan yaşı müsait kime sorsan hatırlar. Ne bu olay ve ne de o bakkalın, duvarına Türk bayrağıyla yan yana astığı delikanlısının resmine baka baka kısalıp çürüdüğünü bilmek benim aklımı karıştırmadı. Acı çok net bir şeydi kaçamıyordun, sana göresi bana göresi yoktu, her yerini sarıyordu, hele İzmir’in, İzmirlinin terörden bile haberi yoktu, tam isyan tam şaşkınlık, ama yine de ön yargılı, fevri bir topluluk davranışı sergilediğimizi düşünmüyorum ben. Kürtlere PKK’lı muamelesi yapmadık. Bir noktada bir eksiklik varsa o da karşı taraf için “bıçağın kemiğe dayandığını” anlamakta zorlanan, ezberinde ısrar eden bir yapımız var (Türklerin) ki diretmek sadece bize has bir durum da sayılmaz, Kürtlerin de ezber kuvveti ve sorgusuz bağlılıkları hiç altta kalır gibi değil. Biz, komşumuzla ya da okul arkadaşımızla teröristi hiçbir zaman bir tutmadık, canımız yansa da dışlamadık, incitmedik, ima bile etmedik diye düşünüyorum, ya da aksi varsa bir Kürt arkadaş da o taraftan nasıl göründüğünü anlatsın çünkü benim Türk kafam ancak bu kadar analiz edebiliyor. 

Okul yılları boyunca dolu dünya Kürt arkadaşım oldu, gül gibi geçindik (ya da bence öyleydi), aynı okulda aynı garip zorlukları yaşadık, beraber âşık olduk (aşk yine bir numaralı gündemimizdi elbette) ama bunlardan başka gerçekler de vardı her halde ki ortalık kan revandı. Kürtlerin yaşadıkları sorunlar da tıpkı türban gibi dışardan bakmayla, beraber yaşamayla anlaşılabilecek gibi değil miydi acaba? Benim görebildiğim tek fark, Kürtlerin çok akrabası vardı. Sadece anne baba değil, amcaoğlu, hala torunu gibi akrabalarına da neredeyse birinci derece akraba gibi davranıp özen gösteriyorlardı, girift aile ilişkileri vardı ve birey olarak düşündüklerinden çok büyüklerin dedikleri önemliydi, bazen bir insan olarak temel ihtiyaçlarını bile hiçe saymaları gereken durumlar vardı… Sevsen de evdekiler “olmaz” dedi mi akan sular duruyordu. Doktor, profesör fark etmez, kendi bildiğiyle hata çoğu zaman akrabalarıyla evlenmeyi tercih ediyorlardı. Acıları neydi peki, derin miydi, evlerinde başka bir bakış açısı mı hâkimdi, bizden mi korkuyorlardı da her şey yolundaymış gibi davranıyorlardı… Bilemiyorum. 

Okul nispeten izoledir dışarıdan, sana doktor gözüyle bakmazlar, okulda halkla ve gerçekte baş etmen gereken sorunlarla değil, hocalarınla ve örnek hastalarla muhatapsındır. Şehirde de (90lı yıllarda Erzurum’da böyleydi en azından) Kürt Türk fark etmez, öğrenci milletini kimse sevmezdi zaten. Paran olsa da ev vermezlerdi. Akşam yurt girişi “ahlak check” pek meşhurdu. Kızılay Kız Yurdu akşam giriş saati 18.00 ve bazen en son ders 17.30’da bitiyor, Mithat başkan kapıda, elinde piposu ters ters bakarak ve “hııım, hıım“ diyerek bizi bekliyor, biz de kafalar önde okuldan değil de soygundan geliyormuş gibi yerin dibinden içeri giriyoruz gerisini siz hesap edin. Esnaftan kaşı gözü oynayan tipler üniversite öğrencisini “müsait” bulurdu ve esnaf sevgilisi olan kızlar da hakikaten vardı yani. İlla ki suratsız, sert hatta kaba olacaktın ki sana bulaşmasınlar (benim için bu kısmı hiç zor olmadı). Öğrenci olmak, milliyetler ötesi bir haysiyetsiz durumdu ve “nasılsa ben okulu bitirip iş güç sahibi olunca sesiniz içinize kaçacak, konuşun gitsin” güveniyle aşılıyordu. Neyse kim takar Yalova kaymakamını, biz ergendik, bütün yetişkinler zaten baskıcı ve sıkıcıydı, bu şehrin sakinleri ve ev sahiplerimiz ise biraz daha öyleydi o kadar. Şimdi yine aynı kampüste kulağı küpeli oğlanlar, mor saçlı kızlar görünce gidip onlara sarılasım geliyor ya da “öğrenciye kiralık pansiyon” yazısı görünce gözlerim parlıyor çünkü gençler hele de öğrenciler çok özeldir, kıymetlidir ve derste ders, sair zamanda da farklılık, merak, denemek isterler yanlış mıyım? (Sigara, uyuşturucu vs. den bahsetmiyorum tabi ki…) 

Okul ve ihtisas bitince, gerçek yöre halkıyla da sorunlarıyla da birebir muhatap olduğum mekânda Psikiyatri uzmanı olarak işe başladım. Erzurum Numune Hastanesi’ndeki o iki yıl acayip güzeldi. Hasta çoktu, adli raporlar, maluliyet karaları gırla gidiyordu, her dakika danışacak hoca yoktu ve çok dikkat gerektiriyordu ama arkadaşlık çok güzeldi, herkes genç, mecburi hizmete gelmiş kafa dengi insanlar, asistan olarak sürünmekten kurtulmuşsun, güzeldi hâsılı… Şimdi üniversitedeyim, Kürt ya da Türk, bu yörenin insanına ve öğrencilerimize memnuniyetle hizmet etme hissi bizim üniversiteye tümden hâkimdir (yakışıklı bir cümle olmuş ama doğru da yani). Öyle olmasına öyle de ülkede yine kan gövdeyi götürüyor ve benim taraftan bakınca ben yine anlayamıyorum, bizce işler yolundaysa sorun nerde? 

Azıcık analiz yapalım mı? (sıkmadan öyle kenar kenar…) 

Doğu Anadolu birçok açıdan mahrum bir yerdi (nispeten hala da öyle) orası kesin. Uçak mesela, Erzurum-İzmir aktarmasız uçak olsa daha ne istersin, tiyatro yok, sinema bir tane var ve vizyondan iki ay sonra o filmi lütfen getirirler, harem-selamlık oturur izlerdin. Tek tek insanların değil, toplulukların düşüncelerinin önemi vardı (düşünüyorlarsa iyi…). Bazı yazılmamış kurallar dâhilinde, yaşama hakkının bile aşılması mümkündü (bkz. Kadın namus cinayet Google). Bu coğrafyada ister Türk ister Kürt, kadın olacağına dış kapının mandalı olsan daha haysiyetliydi o da net. Üzerine planlar yapılabilen, alınan verilen (ama bir daha geri alınmayan ya da verilmeyen), zekâsı, aklı fark edilmese de ergen olur olmaz memeleri hemen fark edilen varlıklar. Kadın olmaktan, kıvrımından, çıkıntısından, adet kanamasından, gebeliğinden, hastalığından açık aleni utana utana, hayırlısıyla lekelenmeden ve şanslıysa kendiliğinden ölmek üzere doğan bir varlık işte… Kimse bu milletin şerefli analarımıza verdiği değerden falan bahsetmesin, benim dinlediğim ama size bahsedemeyeceğim yüzlerce kadın dramını duysanız zihniniz almaz, üstelik bunlar efsane değil günlük yaşam ve hala da sürüyor. 

Doğu insanına, batıdakine duyduğu kadar saygı duymuyordu yöneticilerimiz, bundan da eminim. Genel eğilime kolay kapılan, ikna edilmesi basit, karmaşık istekler barındırmayan, aş-iş ve güvenlik uman, yolu-alt yapıyı-sosyal imkânları, ulaşımı ve eğitimi dert etmeyen, zorlu yaşam koşullarına alışık, cefakâr halleri sürsün gitsindi doğuluların bunun kime ne zararı vardı ki. Ufuksuz, sığ buluyorlardı buralıları ve her hallerinden, hitaplarından da belliydi zaten kalkık burunları. Bu olayın üç boyutu var. Birincisi bence bu muamele Kürt Türk herkese yapılıyordu, ikincisi ne yazık ki nispeten haklı yönleri de vardı, bu bölge, insanı ve toplumuyla değişmeye ve esnemeye dirençli çelik bir kalkana bürünmüş gibi katı ve hareketsizdi. Üçüncüsü; Yöneticilerimiz (yerel genel neyse) bu tavırları nedeniyle hiçbir bedel ödemedikleri ve halkın kısık sesle homurdanmalarını da duyamayacak kadar sağır oldukları için tavırlarını sürdürmekte bir beis görmeden cesur cesur dolanıyorlardı. Şimdiki zamanda Erzurum’da durum farklı mı o da tartışılır, yerel yönetimdeki yetersizlik vs. kimsenin hareketlenmesine neden olmuyor onlar AK partili olsun çamurdan olsun, bu belediyeye razılar. Acaba farkında mı değiller, genel ve yerel seçimler ayrı ayrı yapılıyor ve istersen hükümeti de yetenekli yerel yöneticiler bulmaya zor-la-ya-bi-lir-sin. Bunu, hakaret telakki ediyorlar oysa ne münasebet, sen gidip oyunu aynı belediye başkanına verip durursan, sesini çıkartmazsan adamlar nerden bilecek memnuniyetsizliğini. 

Tam burada psikiyatrist damarım devreye girecek müsaadenizle; duygularını ve ihtiyaçlarını açık ve net ifade edememek Türk ya da Kürt fark etmez, bu yörenin insanının en önemli sorunuydu ve yine de öyledir. Ha! nadiren kişi kendini ifade etti diyelim bu durumda da en büyük olasılık karşıdakinin duymazdan gelmesi, sebat etti kişi diyelim yine yine anlattı kendini (kızmadan, bağırmadan), sonraki aşama “ama sen kendin olursan, isteklerin olursa” üzülecek diğerlerinin gündeme getirilmesidir. “DİĞERLERİ” amanın bu diğerleri ne der ne ister ne kadar önemlidir anlatamam, bazen ölmek bile (ciddiyim) diğerinin dedikodusundan, burun kıvırmasından evladır. İşin ilginç yanı o meşhur diğerinin de ertesi gün polikliniğe gelip benzer şeylerden yakınmasıdır çünkü dünkü mağdur, bugün fail olabilir. En ufak istekler söylenemez, en minnacık bilgiler bile sırdır. Misafir gitse de dinlensem iç sesiyle “aaaa lütfen oturun daha çok erken” denir, 9 aylık gebe kadına “hayırlısıyla doğum ne zaman” desen “hişt sus kayınpedere daha söylemedik” der. Misal, ayrı evi de olsa gelin her öğün kaynanaya gider, ayrı yemek istediğini söyleyemez, aslında ikisi de biraz kafa dinlemek ister ama kaynana “gelini başıboş bıraktı” gelin “kaynanayı ihmal etti” lafını duyacağına bu eziyeti ister görünür. Ama sonra ne olur bu böyle gider mi gitmez. İstek ve ihtiyaçlarını sözle ifade etmeyi bilmeyen, edemeyen ne derseniz işte o kişi, bedensel yakınmalar ya da orantısız tepkiler göstermeye başlar. Nedeni anlaşılamayan ağrılar, kas gerginlikleri vs… Temel gereklilik, öncelikle neyi istediğini ve/veya neye ihtiyacın olduğunu FARK ETMEK, daha sonra da bunu ifade etmektir. Fark etmek için kendini bilmen gerekir, kendine bakmayı, ipuçlarını değerlendirmeyi, kendini okumayı bilmen gerekir. Doğu Anadolu’da daha da çok, ama bence bizde (Türkiye’nin her yerinde herkes için) en önemli eksiklik hayatımızın, kendimizin farkında olmaksızın sürdürdüğümüz ve uyandığımızda ise geç kaldığımız hissiyle kedere düştüğümüz, bir keşmekeş olmasıdır. Plansız, günün trendleriyle, gelişigüzel şekillenen ve FARKLI olmanın KENDİN GİBİ olmanın önemini törpüledikçe törpüleyen bir süreç işte ya da adına ömür diyelim her neyse. 

İşte benim yıllardır beraber yaşadığım, ırkı ayrı ama yazgısı bir olan bu insanların en önemli problemi kendini ifade etmektedir. Hepimizin de en yetersiz olduğu alan budur. O nedenle değil midir ki söz yetmeyince tokat atar, eşya kırar, bazen de diğerinin canını alır kimileri. Söz yetmez olur mu hiç, sen ki istediğini bil, kendini tanı. Hiç birimiz kendimizin, yeteneklerimizin ve amaçlarımızın farkında değiliz. Daha bu evreyi geçmeden yani kendini dinleyip anlamadan da nereye empati yapacaksın nasıl karşındakini anlayacaksın Allah’ını seversen, kimse birbirini kandırmasın. 

Farz-ı misal ben hastamın birine hizmet ediyorum, işe yarıyorum sanıyorum ama o mutsuz ve söylemiyor, inliyor bağırıyor ve ha bire bana tekme atıp duruyor, isterse öldürsün o söylemeden derdini nasıl bilebilirim, nasıl çözerim (tetkik vs. yapsam da en önemlisi hastanın verdiği bilgidir). Aynı bunun gibi eminim ki Türk olan herkes, hükümet de dâhil iyi şeyler olduğunu, yaptığını, hizmet ettiğini sanırken Kürtler mutsuzsa niye? Anlatmadan olur mu? Kürtler kendilerini Türk halkına anlatsınlar lütfen, hatta bıraksınlar halkları adına konuşmayı da, kendi hikâyelerini ve isteklerini dillendirsinler. Türk halkından bir Allah’ın kulu Kürtlerin ne için mücadele ettiğini anlıyorsa o da anlatsa olur. Toplumsal acıların sözcüsü olmak uğruna boş genellemeler yapmasınlar. Herkeste karşılığı farklı olan “iyi” gibi “kötü” gibi meçhul kavramları aralara sokuşturmadan bireysel algılarını, acılarını anlatsınlar. Ne istediklerini biliyorlarsa anlatsınlar, bilmiyorlarsa da bi kendilerine dönüp anlayıp öyle anlatsınlar lütfen. Sözün gücünün yetmediği bir nokta yok, oraları geçtik. Evet, hiçe sayılma konusunda Doğu Anadolu’nun Türk halkının bile gerisinde kaldıkları dönemler yaşandı ama lütfen bitmesine izin verelim artık. Sözünü söyleyeceği yere geldiği için mi panik oldu bu güruh, yok mu bir istekleri kâğıda dökülebilecek, can almadan meşru çatılar altında görüşülebilecek. Kürtlerin, kamuoyu oluşturmaktan da mı haberleri yok, Endonezya’dan Somali’ye yedi milletin derdini sahiplenen duygusal bir millet olduğumuzu da mı çözememişler daha. 

Kendi milletlerimize mi sırt çevireceğiz? Farklı milletlerden de gelsek aynı amaçla üretken ve cesur bir ülke olamaz mıyız? Neden yıllardır ne istediklerini Türk halkına da anlatmıyorlar, neden bizim kamuoyumuzu hiçe sayıyorlar, birisi benim oğlumun kafasına kurşun sıkarsa ben onunla daha mı iyi empati yaparım yoksa ilk fırsatta ben de onu mu boğazlarım? Yani olay bu mudur? Kalabalık olup sona kalan mı kazanacak? Olur mu böyle, benzer politikalar zamanında Kürtleri susturdu mu ki şimdi de Türkleri sindirsin. KİMSE SUSMADAN VE SİNMEDEN OLMAZ MI? niye yani eziyet yeri mi burası. 

Ya ben bildiğin geri zekâlıyım ve etrafımda olanı biteni göremeyen bir körüm ya da Türkiye’nin ortak sorunlarıyla, Kürt halkına Türkler tarafından çıkartılan özel sorunlar arasındaki farkı kimse açıkça ne anlatıyor ne de dinliyor. Kimse kafasını kumdan çıkartmıyor, herkes ezberini söyleyip duruyor. 

Okul yokken tamam, ama şimdi neden Kürtler kızlarını okula yollamakta hevesli değiller, neden yaşamlarına bizzat kendileri değer vermez görünüyorlar. Neden kendi zararlarına da olsa bazı alışkanlıklarını, sorgusuz bağlılıklarını, kızlarını harcamayı bırakmak istemiyorlar. Bu asimilasyon değil ki. Tamam, haksızlık vardı ama artık bitti, bitiyor, bitecek… Çünkü Türk halkı da değişiyor artık bin kere hükümet değişse de kimse verilen hakları, yapılan anlaşmaları, gelinen noktaları silemez, hiçe sayamaz. Bitti, artık burası alttan su yürütülemeyen ve asla darbe yapılamayacak bir ülke oldu (yani hemen hemen) Kimse artık devletten bile devlet olacak kadar güçlü ve karanlık kalamaz. Tamam, yargı kör topal kaldı biraz ve eğitim de hala sallanıyor ama ona da ve daha başka ortak dertlerimize de sıra gelmesi için artık niye beraber davranmıyoruz. Ana dillerini rahatça kullanıyorlar, Doğu Anadolu’nun pek çok yerinde duyurular, ilanlar, okul isimleri Kürtçe ve herkes anlıyor ne güzel işte. PKK ile siyasi müzakere aşamasına kadar gelindi (ben yanlış anlamıyorsam öyle). Bunları yok sayıp eski yangınlarımızı yaşatmaya çalışırsak nasıl ilerleriz. Toplumsal bir acı yaşandı, unutulsun demiyorum ama artık bu iş Kürt yazarlarına, sinemacılarına, anlatıcılarına bırakılsın ve yeni nesil bilerek ama acısız büyüsün olmaz mı? 

Benim işim değil bu ama artık fren tutturamıyorum yazmaya. Tek tek hepimiz iyi niyetliyiz de topluma dönüşünce ne oluyor anlamıyorum. Kim bir çocuğa ana dilini unutturmak ister ki, böyle bir gelenek olsa şimdi bütün Avrupa Osmanlıca konuşmaz mıydı? Ana dilde de, yaygın anlaşmada etkili olduğundan dolayı (yoksa daha önemli olduğundan değil) Türkçe de eğitim beraber yapılabilir, var bunun bir sürü örneği Amerika’da vs. İsteyen istediği ismi koysun çocuğuna, koyuyor da zaten hatta Türkler’de Kürt ismi koyuyor çünkü çok güzel isimler var Kürtçe ’de. Yani benim aklıma gelen bunlar, daha bizim sığ zihnimizin almadığı ne sıkıntı varsa biri açıklasın lütfen ki sıra, ortak sorunlarımıza gelsin. Farkındaysanız gemi hepimizin gemisi, batarsa hepimiz boğuluruz, güzel güzel salınırsa okyanusta, hepimiz cennet gibi sahiller görebiliriz. Antisosyal tavırlarla, pençeyle, silahla olmaz, bilmem kaç ulus hep beraber güle oynaya yaşayabiliriz, vallahi olabilir. Yeter ki herkesin kendisini doyuran bir hayatı olsun, mutlu insan, tatmin olan insan uyumlu da, anlayışlı da olur. Bunun olamamasında kimin ne payı varsa bulup çıkarmak ve çözmek ise ancak konuşa konuşa olur. Kürt halkına bu süreçte ne düşüyor diye soracak olursak, artık “varlığının önemine ve yaşamının kıymetine” kendisi de inansın, bu “sevilmiyorum” “istenmiyorum” durumundan sıyrılsın artık çünkü yok öyle bir şey. Türklere düşen nedir sorusunun yanıtı bende yok, çünkü dışarıdan kendime bakamıyorum, onu da at gözlüğü takmamış Kürtler söylesin. 

BDP, TBMM’ye girip çatır çatır mücadele etsin lütfen artık. Bas bas bağırıp Kürt Türk hepimizin vatandaşlık hakları için çabalasınlar. Onlar da diğerleri gibi hepimizin milletvekili olmaya çalışsınlar, ayırımcılık yapmasınlar. 

PKK’ya düşen ne derseniz, artık sahneden çekilip yerini tamamen BDP’ye bırakmaktır derim. 

Ama bu en zorudur belki de… 

Belli ki pusu kurup adam vurmak daha alışıldık, daha kuvvetli bir ezber. 

Olsun, huzurlu bir ülke istiyorsak herkes ezberini bozmak zorunda. 

Türkler kadar Kürtler de… 

Yok, ama iki taraf da inadında ve tavrında diretirse hepimiz öldükten sonra aklıselim birileri her iki tarafa da otopsi yapıp, bizim birbirimize yıllardır anlatamadığımız derdimizi rapora döker ki işte o zaman hepimize geçmiş ola… 

 

 

 

 
Toplam blog
: 39
: 625
Kayıt tarihi
: 31.07.07
 
 

34 yaşına girdim profilde hala 30 yazıyor bir türlü değiştirmeyi beceremedim, dur bakalım bu sefe..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara