Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

16 Ağustos '10

 
Kategori
Güncel
 

Kürtlerin "Özerklik" tarihi

Kürtlerin "Özerklik" tarihi
 

Kürt mirleri Çaldıran Savaşı'nda Şii Şah İsmail'e karşı Sünni Osmanlı'nın yanında yer aldılar...


Tunceli'de 31 Temmuz’da yapılan 10. Kültür ve Doğa Festivali kapsamında "Kürt Sorununda Muhataplık Konusu ve Demokratik Özerklik" konulu panelde konuşan Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in açıklamaları gündemi uzun süre meşgul edecek nitelikteydi. Baydemir burada yaptığı açıklamada o zamana kadar hep dolambaçlı yollardan ima edilen “özerklik” talebini açık ve net olarak dile getirdi. “Belediye binamızın önünde ay yıldızlı Türk bayrağımızla sarı kırmızı yeşil bayrağımız dalgalansa ne olur ?" diye sordu.

Farklı kesimlerden sert tepkiler alan bu açıklamanın etkisi başlayan Yüksek Askeri Şura toplantıları ve ardından yaşananlarla ikinci planda kalmıştı. Derken 7–8 Ağustos tarihleri arasında Diyarbakır’da Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) tam kadro katılımıyla yapılan “Demokratik Toplum Kongresi”nin sonuç bildirgesi yayımlandı. Bildirgenin sonuç bölümünde Baydemir’in 31 Temmuz’da dile getirdiği “özerklik” talebinin altı bir kez daha çizildi. “Türk halkı ile birlikte eşit, özgür ve onurlu bir yaşamı garantileyen, Özerk Kürdistan'ı içeren ve Demokratik Türkiye'yi hedefleyen, cinsiyet eşitlikçi yeni bir Anayasa hazırlanması “ istendi.

Kürtler hep ”özerk” yaşadılar

“YAŞ Krizi”nin sona ermesinin ardından yeniden hız kazanan bu tartışmalar halen devam ediyor. Bugüne damgasını vuran bu açıklama ve tartışmaları bir kenarda tutarak meselenin yüzyıllar öncesine giden geçmişine gittiğimiz zaman filmi 1514 yılından başlatmak gerekiyor. Zira Osmanlı Türkleriyle Kürtlerin ilk ciddi karşılaşması Çaldıran seferinin hemen öncesine rastlıyor. İstanbul’un fethinden sonra sınırlarını doğuda ve batıda daha da genişleten Osmanlı İmparatorluğu’nun “sert mizaçlı” padişahı Yavuz Sultan Selim, Şii Türkmen Safevi devletini ortadan kaldırmak için Çaldıran’a yöneldiğinde İdris-i Bitlisi adlı danışmanını bölgedeki Kürt mirlerine elçi olarak gönderir. 24 Kürt miri (Mir: Kürt beylerinin genel adı) zaman zaman büyük zarar gördükleri Şii Safeviler’e karşı kendileri gibi Sünni olan Osmanlı’nın yanında yer alırlar. Bugünlerde Abdullah Öcalan tarafından “Kürt tarihindeki ilk işbirlikçi” olarak gösterilen ve âlim kişiliği sebebiyle o dönemin kürtleri üzerinde büyük nüfuzu olan İdris-i Bitlisi bu süreçte çok önemli rol oynar. (Öcalan’ın Kürt olarak kabul ettiği Bitlis’i birçok kaynağa göre Türk’tür) Böylece Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanından başlayarak Kürdistan mirlerinin kendi bölgelerinde bağımsızlıkları Osmanlı Devleti’nce garanti altına alınır.

Sayısı otuzu aşan Kürt mirlerinin kendi bölgelerindeki hanedan tarzı egemenlikleri “yurtluk” ve “ocaklık” (Osmanlı’nın kendine has idari birimleri) adı altında tanınır ve yayınlanan fermanlarla “kanuni” bir hale gelir. Kürt beylikleri de Osmanlı’nın egemenliğini kabul eder ve özellikle Osmanlı-İran savaşlarında Osmanlı’ya çok yardımcı olurlar. Kürt beylikleri Sultan 2. Abdülhamit devrine kadar İran’a karşı bir tampon rolü üstlenirler. Sultan Abdülhamit döneminde de İran’ın yanı sıra Ermenilere karşı da kullanılan potansiyel bir güç olurlar. Osmanlı, Kürt Beyliklerinin 1839’daki Tanzimat Fermanı’na kadar süren bu “tam özerklik” devresinde onlara hiçbir müdahalede bulunmaz. Mirler kendi bölgelerindeki toprak ve gelir vergileriyle birlikte gayri Müslimlerden alınan “cizye” adlı askerlik vergisini de toplarlar. Hâkimiyet alanlardaki problemlerin çözümü için de “divan” (bir çeşit yerel parlamento ya da Mir’in kendi özel danışma meclisi) dedikleri yapıyı kullanırlar. Devletin beylikler üzerindeki hâkimiyetinin tek işareti beyliklerin yıllık olarak ödediği vergilerdir. Ayrıca savaşlarda asker de gönderirler. Osmanlı, bu beyliklerin genel ve geleneksel yapısına müdahale etmediği gibi kendi aralarında sürekli bir çatışma ve geçimsizlik halinde olan beylikler üzerinde etkili bir “hakem” rolü üstlenir.

1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte Osmanlı yeni ve farklı bir “devlet nizamı” uygulamaya başlar. İşleri artık daha sıkı tutmak ve “Memalik-i Osmanî”deki hâkimiyetini en uç noktalara kadar hissettirmek kararlılığındadır. Bu da “özerkliklerin” daralması anlamına gelir. Osmanlı’nın bu dönemden sonraki idari uygulamaları sonucunda Kürt beyleri ile arası açılır. Bu döneme kadar ki Osmanlı-Kürt beylikleri ilişkilerine bakınca, 1514’ten 1839’a kadar geçen dönemde Kürtlerin “tam özerk” olarak yaşadıklarını rahatlıkla görebiliyoruz. 1839’daki gelişmelerden sonra ise “idari” olarak olmasa da “fiili” olarak “yarı özerklik” devam eder. Bu durum da “ulus devlet”in ilan edildiği 1923 yılına kadar sürer.

Dün ve bugünün farkı

Kürtlerin bugünkü özerklik talepleri geçmişteki bu 350 yıllık döneme duyulan “genetik” bir özlem midir? Yoksa “milliyetçilik” kavramının bugünün iletişim imkânlarıyla daha da keskinleşmiş bir yansıması mıdır? Bu soruların cevabını bulmak kolay görünmüyor. Ancak şu bir gerçek ki o dönemin çoğunluğu Nakşibendî tarikatı hâkimiyetinde olan ve yine birçoğu “şafi” mezhebine mensup Kürt beylikleriyle, bugün özerklik talebini dile getiren “Marksist” ve “Sosyalist” Kürt yapılanmaları ideolojik olarak birbirinden tamamen farklıdır. Diyarbakır’daki Demokratik Toplum Kongresi’ne davet edildikleri halde katılmayan “dindar” ya da “şiddet yanlısı olmayan” Kürt aydınlarının varlığı, bu farklığının bugünkü tezahürü...

Osmanlı, kendi dönemindeki Kürtlere “özerklik” verirken elbette ki “eşit yurttaşlık ya da anayasal eşitlik” kaygılarıyla hareket etmedi. Bölgedeki köklü feodal geleneklere dayanan sosyal ve kültürel dokuyu iyi analiz etti ve imparatorluk yapısı içinde merkezi otoriteyi zaafa uğratmayacak bir “sadakat” formülüyle bu yapıları kendine bağladı. Bu sadakati sağlayan formülün bileşenleri bugün hala etkisini devam ettiriyor olmalı ki Abdullah Öcalan özerklik konusunda şu çekincelerini dile getiriyor: “Federasyon, otonomi (özerklik) gibi seçenekler... Geri toplumsal yapıya bağımlı olacağından demokratik değerlerin gelişmesine fazla fırsat vermez. Daha çok feodal aşiretsel yapıları güçlendirir.” Aslında Öcalan belli etmek istemese de buradaki temel çekincesi “demokratik değerlerin” örselenmesi değil; özerklik halinde egemenliğin geleneksel feodal yapıya kayması ve bu yapının büyük bölümünün sahip olduğu kültür, tarih ve din kodlarıyla uyuşmayan PKK-BDP çizgisinin ikinci planda kalması…

Netice itibariyle, öyle ya da böyle, bugün gelinen noktada bu mesele artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş görünüyor. Bu süreçte çok farklı kesimlerden hiç beklenmedik çıkışların olması da çok beklenmeyecek bir durum değil. Bu "beklenmedik" açıklamalar daha da devam edecektir. Soğukkanlı ve akılcı olmanın yanında yapılması gerekenlerin en önemlilerinden biri meseleye sosyolojik, ekonomik ve güvenlik perspektiflerinden bakılırken tarihi perspektifin de ihmal edilmemesidir. Zira Başbakan Erdoğan’ınMart 2010’da yaptığı Hakkâri’deki anne ile Yozgat'taki anne, evlatlarının başında aynı Fatiha', aynı Yasin'i okuyorsa, aynı duayı ediyorsa, cemaat aynı kıbleye dönüyorsa, burada ciddi bir yanlış var” cümlelerini içeren konuşması bu tarihi perspektif ve farklılığın pek dikkate alınmadığını gösteriyor.

 
Toplam blog
: 32
: 1375
Kayıt tarihi
: 19.11.08
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni 2004 yılında bitirdi. 2006 – 2008 yılları arasında Ame..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara