- Kategori
- Öykü
Kuyruklu Yıldız

Elbise dolabının karşısında dikeliyor, üzerine giyecek birşeyler arıyordu. Giysilerin hemen hepsini denedi ama hiçbirini beğenmedi. Ne üzerine bir şey giyebilecek ne de o gün evden dışarı çıkabilecek gücü vardı. Sinirleri çok bozuktu. Sırtından aşağıya soğuk bir ter seli indi. Oysa bir saat sonra sette olması gerekiyordu. Baş rollerinden birini oynadığı televizyon dizisinin son sahnelerinin çekimi vardı. Vardı da yaptığı işten bıkmıştı genç kadın. Yalnızca yaptığı işten değil, herşeyden usanmıştı. Sabahları uyanmaktan, üzerini giyinmekten, yemek yemekten, su içmekten, tuvalete girmekten, uyumaktan, dolaşmaktan, insanlardan, hatta sevişmekten bile. Ruhunda son zamanlarda kara bir perde oluşmuş, bu kara perdenin önünde değişik sinema oyuncuları ve figuranlar belirmiş, kendi senaryolarının diğerlerinden daha üstün olduğuna inanan senaryo yazarları ve yeteneklerinden kuşku duymayan ama değil bir filmi, kendi kendilerini bile yönetmekten aciz küçük yönetmenler onu başka yönlere çekmeye çalışıyorlardı. Genç kadının bütün enerjisini soğuran bu ruh hali çekilir gibi değildi. Uzun bir süre kahramanca savaşmıştı ruhundaki figürlere karşı ama artık çok yorulmuştu. Bazen kim ya da ne olduğunu, nerede, niçin bulunduğunu unutuyordu. Aklında kendisi olabilecek onlarca, yüzlerce, binlerce yüz beliriyor, gözleri renkten renge, saçları modelden modele giriyor, herhangi biriyle konuşacak olsa, kim ya da ne olduğuna karar veremeyişi konuşma biçimini ve ses tonunu etkiliyor, ayaklarının altındaki yer, başının üzerindeki gök, gelmiş, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek birbirine karışıyordu. Kendine gelebilmek için hemen bir aynaya bakması gerekiyordu. Ceplerinde küçük el aynaları taşır olmuştu bu yüzden.
Aynaya baktığında gördüğü yansımayı ‘kendisi’ olarak tanımladığından değil, aynaya bakıldığında görülen yansımanın 'ben' denilen şey olduğuna, herkes gibi daha çocuk yaşlarda inandırılmış olduğundan ve titrek elinde tuttuğu aynadaki suretin, kendisinden başka birine ait olamayacağını anlayabilecek kadar 'gerçek'likle bağlantısı oduğundan, aynadaki görüntüyü, hafızasındaki kendisine ait olabileceğini düşündüğü hatıralarla birleştiriyor, acınacak bir şekilde olmakla olmamak arasında bocaladıktan sonra güçlükle de olsa kendine gelmeyi başarıyordu. Kendine gelmeyi başarıyordu ama kendisi dediği şeyin bundan böyle nasıl yaşaması ve ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Bildiği tek şey bunun böyle devam edemeyeceğiydi.
Aslında güzel denebilecek bir hayatı vardı. En alt tabakada başlamıştı hayata, şimdi ünlü bir televizyon yıldızıydı. İyi para kazanıyordu. Hatta bir değil, bir sürü sevgilisi vardı, ama hiçbirşeyden zevk alamaz olmuştu. Psikolojik terapilerin bir faydası olmamıştı. Hayat, kendini kandırarak ya da konuşarak güzelleştirilemezdi ki. Benliğini kaybetmesine yol açan filmlerde oynadığı roller miydi, herşeye erişmiş olmanın getirdiği bıkkınlık mı yoksa yoğun çalışma temposunun verdiği stres mi bilemiyordu, ama artık bunun herhangi bir önemi yoktu.
Aheste adımlarla mutfağa girip dolaplardan birini açtı. İlaç şişelerinden birini seçip, şişedeki drajelerin hepsini avucuna döktü. Bir bardağa su doldurup avucundaki uyku haplarının hepsini birden yuttu. Sonra yatak odasına girip, geniş yatağın bir kıyısına uzandı. Odada, günün solgun ışığı gezinirken kendi kendine acıyordu genç kadın ama intihar etme kararından pişman değildi. Bir süre sonra gözkapakları ağırlaştı. Bedeninde bir gevşeme oluştu. Derken uyuyakaldı. Yarım saat sonra derin bir baş ağrısıyla sarsıldı. Tüm bedeni elektrik çarpmış gibi titriyordu. Tuhaf bir güç tarafından odanın tavanına doğru çekildiğini hissetti. Sonra birden odada uçmaya başladığını farketti. Bir an tavana çarpmaktan korktu. Telaşla yön değiştirmeye çalıştı ama kendisini tavana doğru süratla çeken güç kuvvetlenerek yön değiştirme manevrasına izin vermedi. Silahtan fırlayan bir mermi gibi büyük bir hızla tavana çarptığı anda inanılmaz bir şey oldu. Yumuşacık bir buluttan geçer gibi sert betonun arasından edayla süzüldü. Maddeselliğini yitirmiş, bir ışık topuna dönüşmüştü. Bir kuyruklu yıldıza. Birden başının ağrısı geçti. Ondan sonra gitmek istediği yönü de kendisi belirlemeye başladı. Uçarak yatak odasının penceresine yaklaştı. Yatağın üzerinde cansız uzanan narin bedenine baktı. Kollarından biri yataktan aşağıya acınacak bir şekilde sarkıyordu ama solgun, beyaz yüzünde huzurlu bir ifade vardı. Öyleyse bedenine acımasına gerek yoktu. Zaten kesinlikle geri dönmek de istemiyordu. Binaların üzerinde büyük bir zevkle uçtu. Dünyanın dayanılmaz ağırlığı, çekilmez buhranları, anlamsızlıkları, yaşam denilen işkence geride kalmıştı. Uzun caddelere, yeşil parklara, yalnız sokak lambalarına, ışıklı reklam panolarına, evlerinde uyuyan insanlara, kentin, gecenin ortasında ışıyan yaldızlı suretine son defa baktı. Ufka paralel olarak uçmaya devam edip, ışık hızıyla yabancı ülkelere, henüz hiç gitmediği kentlere, kasabalara, göl kıyılarına, ırmaklara, ovalara vardı. Şirin kayıklar gördü bir limanda, bir yerde altın renkli kayısı ağaçları. Başka bir yerde sabah oluyordu. Sabah telaşındaki insanlara acıdı, ekmek derdinde, günlük hayatın ağırlığıyla ezilen. Gençlik yılları geldi aklına. Para kazanabilmek için sekreterlik yaptığı günler. Oturduğu küçük apartman dairesinin kirasını zar zor ödediği yıllar. Sonra bir ajans tarafından keşfi ve yükselişi. Birbiri ardına film teklifleri. Gazetelerdeki, dergilerdeki boy boy resimleri. Kentteki partilerin şeref konukluğu falan. Ama çok çekmişti ondan öncesi ve finansal refaha kavuşmasının tadını ruhen çıkaramamıştı. Neyse ki şimdi bütün bunlar geride kalmıştı. Daha fazla düşünmek istemiyordu dünyevi şeyleri. Önce tuhaf bir rüya gördüğünü sandı ama ruhu gerçekten boyut değiştirmişti. Maddesel dünyayı, yaşam denilen bataklığı, kahrolası yeryüzünü geride bırakarak sonsuzluğa ve özgürlüğe doğru huzurla uçtu.