Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Temmuz '10

 
Kategori
Edebiyat
 

Laiklik için bir Bizans, bir Kütahya hikayesi

Bir arkadaşım, kendisi estetik teorileri konusunda uzman birisidir, Danto' yu bu anlamda çok tutar, “Hitler'in gamalı haçı bütün sembolleri ve buna bağlı olarak da bütün estetik yapılanımları bozmuştur. Gamalı haç ile bütün semboller katledilmiştir”, derdi. (Bizim eski kilim motiflerinde bile gamalı haç varmış ve bereketi sembolize edermiş, artık öyle kilim bile dokunmuyor) Ona hak veriyorum. Anlatacağınız şey, hep aynı meseleye çıkıyorsa, sonuçta bir şey kazanılmış değildir. Çıkış kapısı çok saçma bile olsa, farklı bir yere geliniyorsa üzerinde kafa yorulanlardan değersel bir kazanım ortaya çıkar. Ama elimizde ne nötr malzeme kaldı, ne de üzerine önceden bir anlam yüklenmemiş bir sembol. Tabi her sembolün bir ana-ön-anlamı vardır, yoksa sembol sembol olmaz, onu demiyorum, ben sembollerin yan anlamlarından söz ediyorum, denotatif-konotatif meselesi. (Ne olur ne olmaz bir parantez açalım: denotatif, sembolün tek ve yalın anlamına, konotatif ise ilgili sembolün yan anlamlarına işaret eder) Her şeyin kendi ana anlamlarıyla iletişime geçilebilme durumunda esas irtibat ve anlaşma sağlama durumu ortaya çıkabiliyor. Aksi takdirde üstü örtülü yan anlamlar devreye giriyor ve anlaşmazlık başlıyor. Bu dikkat edilmesi gereken en önemli konu. Anlaşılması için geniş teorik tanımlamalar gereken meselelerde ise daha da fazla dikkat etmek gerekiyor. Estetik ve sanat örneği. Normal ve 'adi' olan ne zaman, nasıl, nerede bitiyor, sanat ne zaman başlıyor. Estetik normal olanda ne, sanat olanda ne.


“Sen sanat denen şeyin normal ve olağan olandan farklı bir şey olduğunu söylüyorsun?”

Başka nasıl olabilir. Sanat olan olağan ve bayağı olana her türlü vaziyette ters formlar alan bir bilinç türevidir. İnsan depreşkenliğinin idelerle kutsanmış sunuş ve karşılanış yapılanımıdır. Bu tarife göre tarihin derinliklerinden gelen sanat yapıtları, geçen süreç içerisinde olağanlaştıkları için sanat estetiği ebabında öz kaybına uğramışlardır. Bu nedenle Sultan Ahmet Camisine sanat eseri dememiz oldukça güçleşmektedir. Yanından geçerken bir tekel binasından farkı ne. OOO ne büyük sanat eseri diyor musun. Hayır sadece bir tanıtım kataloğunda veya çok eskiden yazılmış ders kitaplarında öyle yazar. Sanat eseri. Üstelik herhangi bir şey için 'büyük bir sanat eseri' diye yazılınca, o şey gerçekten sanat eseri olmuyor. Aksine ne kadar sık öyle söylenir veya yazılırsa, varsa bile estetik özelliğini yitiriyor. Ama olağan hale geldiğini varsaydığımız bir şeyi farklı bir yoruma tabi tutarsak, estetik depreşimleri yeniden uyarma vaziyetine geçeriz. Sultan Ahmet'i örtme meselesi gibi. Fazla değil iki gün Sultan Ahmet örtülü kalsın, insanlardaki geçerli zaman anlayışının sorgulanacağı bir yana, örtü kalktıktan sonra altından ne çıkacağı gizemli hülyalara büründürülür. Geniş bir mitos başlar. Sanki örtü kalktıktan sonra Sultan Ahmet'in tasavvuru güç bir başkalaşmaya uğrayacağı sanısı yerleşir insanların kafasına. Olağan şey (tekrar) sanat olmuştur. Her haliyle süper bir reproduksiyon. Bu nedenle estetik denen şeyi düşünceden ayrı tutmak imkansız. O dış dünyanın bir özelliği olamıyor, değil, bizim algı sezimizin adına ben dediğimiz oto uyarlamanın anlık tezahürlerinde kendi kendine bir yansımasıdır. O na herzaman oh ne güzel diyebiliyor muyuz. Ben kafamda birisi için cehennem vaat ediyorsam, orada estetiğin en yamanının temsil edilmesini istiyorumdur. Cehennem denen şey o muhteşem tasvir olmasaydı, bu kadar çekici olur muydu.


xxxx


Bugünü yaşamamış olayım. Yemek yedim ama. Sen yememiş say. Dünyanın hiç bir yerinde bugün futbol maçı oynanmamış: Anlam zaiyatı büyük olmalı. Yaşamın anlamı. Küçük anlam, büyük anlamı yutuyor. Tabiata aykırı bir durum. Söyle var mı artık yaşamanın bir anlamı. Şu kitaba bak. Tek bir cümleden oluşuyor. Onu da istersen bir tek kelimeye indirgeyebilirsin. Anlam. Şu evreni algılayabilir hale getirmek için kelimeler icat edilmiş. Oysa şu upuzun boşluk kelimeye sığar mı. Önce bana veya sana sığması lazım. Biz de ona göre bir isim bulalım. Bir şey önce bize girecek, bizden çıkarken hem aynısı kalacak, hem de bir başkası bizdeki olanın aynısını bizim ağzımızdan duyarken, evet öyle diyecek. Peki o şeyler ona da giriyor. bizdekine evet o öyle demesine ne gerek var. Bu anlamsız tartışmaya artık bir son vermeli. Konuşmak bir şeyi anlatmak için değil, bir şeyi anlamak veya birşeyi almak için olmalı. Ses tasarrufu gerekiyor. Anlam küçülmelerine bir son vermek için tasarruf şart. Ben gidiyorum. Benim gitmemi anla. Ama bana neden gidiyorsun diye sorma. Yarın gel. Neden geleyim diye sorma. Gelmeyeceksen gelme. İletişim denen şey böyle kuruluyor. Eğer karşılıklı mecburi beklentilere uzlaşılır bir fiyat biçiliyorsa gerçek iletişim oluyor. Diğer türlerin hepsi patalojik. İletişimdeki enflasyon. Lokantaya gidiyorsun. Garsondan herhangi bir yemek istiyorsun. Lokantaya yemek yemek için girdiğin doğru. Eğer adres sormak için girmişsen ne olacak, onu şu cümle bitsin ondan sonra anlatacağım. Garson da o lokantada insanlara yemek getirmek için işe girmiş. Oradan para kazanıyor. Sen yemek istiyorsun. Garson getiriyor. Buradaki iletişim ne. Senin amacınla onun amacı örtüşüyor. Al sana gerçek iletişim. Bu normal şartlarda böyle. Eğer o gün garsonun morali bozuk ise. Sen de garsona itici geliyorsan. Yemek yiyemeyebilirsin. Haa sen lokantaya yemek için değil de adres sormak için girdin. O zaman garsonun sana bilmiyorum abi deme olasılığı amaçların örtüşmediğinden ileri geliyor. Bu da iletişimin patalojisi.

xxxx


Sultan Ahmet imamıyla konuştum. Çok derin laflar etti. Ecnebilerin bizim dinimize nasıl baktıklarını uzun uzun anlattı. Bir de kendi aklınca Hıristiyan dininin tahlilini yaptı. Ben de ona kendi bildiğim hikayelerden taa Bizans dönemine giderek hoca efendiye Hıristiyanlığın hangi evrelerden geçtiğini, aynı hikayeyle İstanbul'un neler görüp geçirdiğini, o hikayenin içindeki taşraya atama yönteminin bugün bizde halen geçerli olduğunu anlatacaktım, yanlış anlar diye vazgeçtim.


Nedir o hikaye. Bize anlat bitsin. Hıristiyanlık'ın evreleri ne imiş bilelim.


Hikayenin aslı Hıristiyanlık dininde laiklik sürecinin nasıl anlaşılması gerektiğine işaret eden yanlarını göstermesine yönelik. İsa'ya tanrının oğlu, Meryem Ana'ya da tanrının zevcesi gibi bakma olasılıklarından koparma. Bir nevi hermeneuetik açılımların başını çekmesi. Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması. Din işlerini salt öbür dünyanın işleri olarak görmek. O işlere dünya işleri üzerinden gidileceği yönündeki hatırlatmalara da, evet ahlaki açıdan öbür dünyaya hazırlanılır, bunun birinci emiri de başkalarına manen ve madden zarar verme, geriye kalan tüm dünya düzenlemelerinin din eliyle olabilecek şeyler olmadığını anlamak. Aslında din eliyle düzenleniyor dedikleri da yanlış. Dünya işleri hep dünya eliyle düzenleniyor, ama adı öyle. Din böyle buyuruyor, deniyor. Dinin bir şey buyurduğu yok. İnsanlar kendilerine bir şeyler buyurulmasını bekliyor, çünkü akılları onu öyle zorluyor.


“Tamam tamam sen de amma uzattın, şu Bizans hikayesini anlat.


Bizim millet hikayeye bayılıyor: Bizans kralı ikinci Theodosios o dönemin ünlü metropolitlerinden olan Panopolis Patriğini, bu Kyros isimli bir papaz oluyor ve aynı zamanda sıkı bir filozof olarak biliniyor, İstanbul'a prefect, yani vali gibi bir şey, ilan ediyor. Papaz Kyros dört yıl gibi kısa bir sürede Konstantinopel'i baştan aşağı yeniliyor. Muhteşem binalar inşa ettiriyor. Kenti pırıl pırıl tertemiz yapıyor. Asayiş de tamamen berkemal. Halk kendisinden gayet memnun. Bir gün Hipodrom'da Kral da orada iken halk Kyros'a “Konstantin bu şehri kurdu, sen yeniden yaşattın, yaşa varol, yerin tanrının yanında olsun” diye tempo tutmaya başlıyor. Patrik Kyros içten içten sevinse de, bu durumdan pek hoşlanmıyor. Çünkü Kral'ın bu işe tepki göstereceğini seziyor. Gerçekten de öyle oluyor, Kral Theodosios küplere biniyor; “Nasıl olur da benim emrimde olan birisi, benden daha büyük üne kavuşur” (şu unutulmamalı o zamanlar din adamları daha krallara bağımlı, sonra sonra durum değişiyor, papalık krallara hükmetmeye başlıyor) diye haykırıyor. Gelişmelerden hoşnut olmayan Kral, Kyros'u bu kez kötülemeye başlıyor, verdiği bütün liyakat nişanlarını geri alıyor, bütün mallarına el koyduruyor, derken kendisine bir çıkış yolu arayan zavallı Kyros kiliseye sığınıyor ve Klerik oluyor, yani ruhban sınıfına giriyor. Kral ama Kyros'un artık kentte kalmasını katiyen istemiyor bir yolunu bulup onu Phryien'deki Kotyaion isimli kente Keşiş olarak sürgüne gönderiyor. Kotya'lılar daha önce dört tane Keşiş öldürmüşlerdir. (Kotya neresi tahmin et: Kütahya). (Evet Kütahya, bugün bile diyanetin istenmeyen müftüler için pek de iyi seçim yapmadığı yer olarak bilinir, Kütahya Müftüler Tarihi'ne bir gözat istersen. Kütahya'daki cemaatin acayip işleri vardır, bugünkü basından öğreniyoruz) Kyros tam Noel günlerinin başladığı dönemde şehre gelir. Oradaki yerleşik din adamları ve ahali Kral'ın Kyros'u niye oraya gönderdiğini çok iyi bilmektedir, içten içten bir kurban daha geldi diye sevinirler. Adam şehre ayak basar basmaz, hemen kiliseye ayine çağırırlar kendisini. Kyros çaresiz minbere çıkar; “Tanrının hikmeti üzerinize olsun” diye duaya başlar, ve başına geleceklere bir nevi önlem amacıyla da meşhur konuşmasını yapar: “İnanan kardeşlerim, yüce tanrımız, ölümsüz ruh, büyük kurtarıcımız Hazreti İsa'nın doğumunu sessizlik ve sükunet içinde kutsayalım, çünkü kutsal bakire Meryem Anamız, logosu yalnız ve yalnız kulağıyla karşılamıştır, onu kulaktan almıştır. Hazreti İsa bize kulak yoluyla ulaşmıştır, ne kadar sessiz olursak o kadar kulak oluruz, o kadar netleşir, günahlarımızdan arınır, o kadar O'na yakın olur, tanrımızı anlarız. Rahmet, sonsuzluk içerisinde hep üzerinde ve üzerinizde olsun”. Bu konuşmadaki anlam Hazreti İsa'nın Kelamullah olduğu, yani İslam geleneğinde de bahsedildiği gibi onun annesine nefes yoluyla kutsal ruh şeklinde düştüğü, meşhur üfleme meselesine gidiyor, bir nevi darbi mesel (ama asıl önemlisi, kulaktan alınanın logos olduğu, yani özakıl olduğu, tanrısallık, söz, varolma, yalvaçlık, Mesih, kendisi ve inananlar arasında akıl kopukluğu olmadığını anlatıyor) .. ve üflenenin ne olduğunu duymak ve idrak için mutlak bir sessizlik çağrısı. Ve sonra Kyros'un ayin konuşmasını büyük bir sükunet içinde dinleyen halk, uzun uzun alkış tutuyor ve daha sonraki yaşamında her konuda kendisine yardımcı olmuşlar. Kyros bir daha oradan ayrılmamış ve ölene kadar da Kütahya'da yaşamış. (Öğrendin di mi, bugün de diyanet Kütahya'yı 'yaramaz imam, müftü, ve müezzin gibi din adamları için sürgün yeri olarak kullanıyor. Bugünün Kütahya halkı da iyi ceza verirmiş) (Bunları yazdıktan birkaç yıl sonra Kütahya'da yalancı peygamberler çıktı, yine basından)


Bu hikaye hani şu adına laiklik dediğimiz şey var ya onu anlatmaya giden yola denk düşüyor. Yani laiklik veya sekülarisazyon nedir olayına. Metafiziksel söylem içinde aranan nesnellikten kopma emareleri arama, hermeneutik yaklaşıma çözüm sunabilecek yorum olanakları bulma olayı. Hıristiyanlığın temelini oluşturan teslis meselesinde olmaz bir üçlemenin yersel mantık düzeni içerisinde anlaşılır kılınması için gösterilen çabanın laikleşmenin içsel aslına dönüşümü; yani anayı tanrı edabında yadsıyarak baba-oğul ve kutsal ruh bileşkenlerini sözün getirdiği nesnel somutluluktan ayırmak ve bunları yaşam düzenlemelerinin üst ideal olguları olarak her birini kendi yolunda bilişir kabul etmek.

Laiklik İçin Bir Bizans. Bir Kütahya Hikayesi

Bir arkadaşım, kendisi estetik teorileri konusunda uzman birisidir, Danto' yu bu anlamda çok tutar, “Hitler'in gamalı haçı bütün sembolleri ve buna bağlı olarak da bütün estetik yapılanımları bozmuştur. Gamalı haç ile bütün semboller katledilmiştir”, derdi. (Bizim eski kilim motiflerinde bile gamalı haç varmış ve bereketi sembolize edermiş, artık öyle kilim bile dokunmuyor) Ona hak veriyorum. Anlatacağınız şey, hep aynı meseleye çıkıyorsa, sonuçta bir şey kazanılmış değildir. Çıkış kapısı çok saçma bile olsa, farklı bir yere geliniyorsa üzerinde kafa yorulanlardan değersel bir kazanım ortaya çıkar. Ama elimizde ne nötr malzeme kaldı, ne de üzerine önceden bir anlam yüklenmemiş bir sembol. Tabi her sembolün bir ana-ön-anlamı vardır, yoksa sembol sembol olmaz, onu demiyorum, ben sembollerin yan anlamlarından söz ediyorum, denotatif-konotatif meselesi. (Ne olur ne olmaz bir parantez açalım: denotatif, sembolün tek ve yalın anlamına, konotatif ise ilgili sembolün yan anlamlarına işaret eder) Her şeyin kendi ana anlamlarıyla iletişime geçilebilme durumunda esas irtibat ve anlaşma sağlama durumu ortaya çıkabiliyor. Aksi takdirde üstü örtülü yan anlamlar devreye giriyor ve anlaşmazlık başlıyor. Bu dikkat edilmesi gereken en önemli konu. Anlaşılması için geniş teorik tanımlamalar gereken meselelerde ise daha da fazla dikkat etmek gerekiyor. Estetik ve sanat örneği. Normal ve 'adi' olan ne zaman, nasıl, nerede bitiyor, sanat ne zaman başlıyor. Estetik normal olanda ne, sanat olanda ne.


“Sen sanat denen şeyin normal ve olağan olandan farklı bir şey olduğunu söylüyorsun?”

Başka nasıl olabilir. Sanat olan olağan ve bayağı olana her türlü vaziyette ters formlar alan bir bilinç türevidir. İnsan depreşkenliğinin idelerle kutsanmış sunuş ve karşılanış yapılanımıdır. Bu tarife göre tarihin derinliklerinden gelen sanat yapıtları, geçen süreç içerisinde olağanlaştıkları için sanat estetiği ebabında öz kaybına uğramışlardır. Bu nedenle Sultan Ahmet Camisine sanat eseri dememiz oldukça güçleşmektedir. Yanından geçerken bir tekel binasından farkı ne. OOO ne büyük sanat eseri diyor musun. Hayır sadece bir tanıtım kataloğunda veya çok eskiden yazılmış ders kitaplarında öyle yazar. Sanat eseri. Üstelik herhangi bir şey için 'büyük bir sanat eseri' diye yazılınca, o şey gerçekten sanat eseri olmuyor. Aksine ne kadar sık öyle söylenir veya yazılırsa, varsa bile estetik özelliğini yitiriyor. Ama olağan hale geldiğini varsaydığımız bir şeyi farklı bir yoruma tabi tutarsak, estetik depreşimleri yeniden uyarma vaziyetine geçeriz. Sultan Ahmet'i örtme meselesi gibi. Fazla değil iki gün Sultan Ahmet örtülü kalsın, insanlardaki geçerli zaman anlayışının sorgulanacağı bir yana, örtü kalktıktan sonra altından ne çıkacağı gizemli hülyalara büründürülür. Geniş bir mitos başlar. Sanki örtü kalktıktan sonra Sultan Ahmet'in tasavvuru güç bir başkalaşmaya uğrayacağı sanısı yerleşir insanların kafasına. Olağan şey (tekrar) sanat olmuştur. Her haliyle süper bir reproduksiyon. Bu nedenle estetik denen şeyi düşünceden ayrı tutmak imkansız. O dış dünyanın bir özelliği olamıyor, değil, bizim algı sezimizin adına ben dediğimiz oto uyarlamanın anlık tezahürlerinde kendi kendine bir yansımasıdır. O na herzaman oh ne güzel diyebiliyor muyuz. Ben kafamda birisi için cehennem vaat ediyorsam, orada estetiğin en yamanının temsil edilmesini istiyorumdur. Cehennem denen şey o muhteşem tasvir olmasaydı, bu kadar çekici olur muydu.


xxxx


Bugünü yaşamamış olayım. Yemek yedim ama. Sen yememiş say. Dünyanın hiç bir yerinde bugün futbol maçı oynanmamış: Anlam zaiyatı büyük olmalı. Yaşamın anlamı. Küçük anlam, büyük anlamı yutuyor. Tabiata aykırı bir durum. Söyle var mı artık yaşamanın bir anlamı. Şu kitaba bak. Tek bir cümleden oluşuyor. Onu da istersen bir tek kelimeye indirgeyebilirsin. Anlam. Şu evreni algılayabilir hale getirmek için kelimeler icat edilmiş. Oysa şu upuzun boşluk kelimeye sığar mı. Önce bana veya sana sığması lazım. Biz de ona göre bir isim bulalım. Bir şey önce bize girecek, bizden çıkarken hem aynısı kalacak, hem de bir başkası bizdeki olanın aynısını bizim ağzımızdan duyarken, evet öyle diyecek. Peki o şeyler ona da giriyor. bizdekine evet o öyle demesine ne gerek var. Bu anlamsız tartışmaya artık bir son vermeli. Konuşmak bir şeyi anlatmak için değil, bir şeyi anlamak veya birşeyi almak için olmalı. Ses tasarrufu gerekiyor. Anlam küçülmelerine bir son vermek için tasarruf şart. Ben gidiyorum. Benim gitmemi anla. Ama bana neden gidiyorsun diye sorma. Yarın gel. Neden geleyim diye sorma. Gelmeyeceksen gelme. İletişim denen şey böyle kuruluyor. Eğer karşılıklı mecburi beklentilere uzlaşılır bir fiyat biçiliyorsa gerçek iletişim oluyor. Diğer türlerin hepsi patalojik. İletişimdeki enflasyon. Lokantaya gidiyorsun. Garsondan herhangi bir yemek istiyorsun. Lokantaya yemek yemek için girdiğin doğru. Eğer adres sormak için girmişsen ne olacak, onu şu cümle bitsin ondan sonra anlatacağım. Garson da o lokantada insanlara yemek getirmek için işe girmiş. Oradan para kazanıyor. Sen yemek istiyorsun. Garson getiriyor. Buradaki iletişim ne. Senin amacınla onun amacı örtüşüyor. Al sana gerçek iletişim. Bu normal şartlarda böyle. Eğer o gün garsonun morali bozuk ise. Sen de garsona itici geliyorsan. Yemek yiyemeyebilirsin. Haa sen lokantaya yemek için değil de adres sormak için girdin. O zaman garsonun sana bilmiyorum abi deme olasılığı amaçların örtüşmediğinden ileri geliyor. Bu da iletişimin patalojisi.

xxxx


Sultan Ahmet imamıyla konuştum. Çok derin laflar etti. Ecnebilerin bizim dinimize nasıl baktıklarını uzun uzun anlattı. Bir de kendi aklınca Hıristiyan dininin tahlilini yaptı. Ben de ona kendi bildiğim hikayelerden taa Bizans dönemine giderek hoca efendiye Hıristiyanlığın hangi evrelerden geçtiğini, aynı hikayeyle İstanbul'un neler görüp geçirdiğini, o hikayenin içindeki taşraya atama yönteminin bugün bizde halen geçerli olduğunu anlatacaktım, yanlış anlar diye vazgeçtim.


Nedir o hikaye. Bize anlat bitsin. Hıristiyanlık'ın evreleri ne imiş bilelim.


Hikayenin aslı Hıristiyanlık dininde laiklik sürecinin nasıl anlaşılması gerektiğine işaret eden yanlarını göstermesine yönelik. İsa'ya tanrının oğlu, Meryem Ana'ya da tanrının zevcesi gibi bakma olasılıklarından koparma. Bir nevi hermeneuetik açılımların başını çekmesi. Din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması. Din işlerini salt öbür dünyanın işleri olarak görmek. O işlere dünya işleri üzerinden gidileceği yönündeki hatırlatmalara da, evet ahlaki açıdan öbür dünyaya hazırlanılır, bunun birinci emiri de başkalarına manen ve madden zarar verme, geriye kalan tüm dünya düzenlemelerinin din eliyle olabilecek şeyler olmadığını anlamak. Aslında din eliyle düzenleniyor dedikleri da yanlış. Dünya işleri hep dünya eliyle düzenleniyor, ama adı öyle. Din böyle buyuruyor, deniyor. Dinin bir şey buyurduğu yok. İnsanlar kendilerine bir şeyler buyurulmasını bekliyor, çünkü akılları onu öyle zorluyor.


“Tamam tamam sen de amma uzattın, şu Bizans hikayesini anlat.


Bizim millet hikayeye bayılıyor: Bizans kralı ikinci Theodosios o dönemin ünlü metropolitlerinden olan Panopolis Patriğini, bu Kyros isimli bir papaz oluyor ve aynı zamanda sıkı bir filozof olarak biliniyor, İstanbul'a prefect, yani vali gibi bir şey, ilan ediyor. Papaz Kyros dört yıl gibi kısa bir sürede Konstantinopel'i baştan aşağı yeniliyor. Muhteşem binalar inşa ettiriyor. Kenti pırıl pırıl tertemiz yapıyor. Asayiş de tamamen berkemal. Halk kendisinden gayet memnun. Bir gün Hipodrom'da Kral da orada iken halk Kyros'a “Konstantin bu şehri kurdu, sen yeniden yaşattın, yaşa varol, yerin tanrının yanında olsun” diye tempo tutmaya başlıyor. Patrik Kyros içten içten sevinse de, bu durumdan pek hoşlanmıyor. Çünkü Kral'ın bu işe tepki göstereceğini seziyor. Gerçekten de öyle oluyor, Kral Theodosios küplere biniyor; “Nasıl olur da benim emrimde olan birisi, benden daha büyük üne kavuşur” (şu unutulmamalı o zamanlar din adamları daha krallara bağımlı, sonra sonra durum değişiyor, papalık krallara hükmetmeye başlıyor) diye haykırıyor. Gelişmelerden hoşnut olmayan Kral, Kyros'u bu kez kötülemeye başlıyor, verdiği bütün liyakat nişanlarını geri alıyor, bütün mallarına el koyduruyor, derken kendisine bir çıkış yolu arayan zavallı Kyros kiliseye sığınıyor ve Klerik oluyor, yani ruhban sınıfına giriyor. Kral ama Kyros'un artık kentte kalmasını katiyen istemiyor bir yolunu bulup onu Phryien'deki Kotyaion isimli kente Keşiş olarak sürgüne gönderiyor. Kotya'lılar daha önce dört tane Keşiş öldürmüşlerdir. (Kotya neresi tahmin et: Kütahya). (Evet Kütahya, bugün bile diyanetin istenmeyen müftüler için pek de iyi seçim yapmadığı yer olarak bilinir, Kütahya Müftüler Tarihi'ne bir gözat istersen. Kütahya'daki cemaatin acayip işleri vardır, bugünkü basından öğreniyoruz) Kyros tam Noel günlerinin başladığı dönemde şehre gelir. Oradaki yerleşik din adamları ve ahali Kral'ın Kyros'u niye oraya gönderdiğini çok iyi bilmektedir, içten içten bir kurban daha geldi diye sevinirler. Adam şehre ayak basar basmaz, hemen kiliseye ayine çağırırlar kendisini. Kyros çaresiz minbere çıkar; “Tanrının hikmeti üzerinize olsun” diye duaya başlar, ve başına geleceklere bir nevi önlem amacıyla da meşhur konuşmasını yapar: “İnanan kardeşlerim, yüce tanrımız, ölümsüz ruh, büyük kurtarıcımız Hazreti İsa'nın doğumunu sessizlik ve sükunet içinde kutsayalım, çünkü kutsal bakire Meryem Anamız, logosu yalnız ve yalnız kulağıyla karşılamıştır, onu kulaktan almıştır. Hazreti İsa bize kulak yoluyla ulaşmıştır, ne kadar sessiz olursak o kadar kulak oluruz, o kadar netleşir, günahlarımızdan arınır, o kadar O'na yakın olur, tanrımızı anlarız. Rahmet, sonsuzluk içerisinde hep üzerinde ve üzerinizde olsun”. Bu konuşmadaki anlam Hazreti İsa'nın Kelamullah olduğu, yani İslam geleneğinde de bahsedildiği gibi onun annesine nefes yoluyla kutsal ruh şeklinde düştüğü, meşhur üfleme meselesine gidiyor, bir nevi darbi mesel (ama asıl önemlisi, kulaktan alınanın logos olduğu, yani özakıl olduğu, tanrısallık, söz, varolma, yalvaçlık, Mesih, kendisi ve inananlar arasında akıl kopukluğu olmadığını anlatıyor) .. ve üflenenin ne olduğunu duymak ve idrak için mutlak bir sessizlik çağrısı. Ve sonra Kyros'un ayin konuşmasını büyük bir sükunet içinde dinleyen halk, uzun uzun alkış tutuyor ve daha sonraki yaşamında her konuda kendisine yardımcı olmuşlar. Kyros bir daha oradan ayrılmamış ve ölene kadar da Kütahya'da yaşamış. (Öğrendin di mi, bugün de diyanet Kütahya'yı 'yaramaz imam, müftü, ve müezzin gibi din adamları için sürgün yeri olarak kullanıyor. Bugünün Kütahya halkı da iyi ceza verirmiş) (Bunları yazdıktan birkaç yıl sonra Kütahya'da yalancı peygamberler çıktı, yine basından)


Bu hikaye hani şu adına laiklik dediğimiz şey var ya onu anlatmaya giden yola denk düşüyor. Yani laiklik veya sekülarisazyon nedir olayına. Metafiziksel söylem içinde aranan nesnellikten kopma emareleri arama, hermeneutik yaklaşıma çözüm sunabilecek yorum olanakları bulma olayı. Hıristiyanlığın temelini oluşturan teslis meselesinde olmaz bir üçlemenin yersel mantık düzeni içerisinde anlaşılır kılınması için gösterilen çabanın laikleşmenin içsel aslına dönüşümü; yani anayı tanrı edabında yadsıyarak baba-oğul ve kutsal ruh bileşkenlerini sözün getirdiği nesnel somutluluktan ayırmak ve bunları yaşam düzenlemelerinin üst ideal olguları olarak her birini kendi yolunda bilişir kabul etmek.

ALİ MERCİMEK

 
Toplam blog
: 29
: 500
Kayıt tarihi
: 17.08.08
 
 

İstanbul ve Münster Üniversiteleri basın yayın mezunuyum. Gazeteci olarak çalışıyorum. İlgi alanl..