Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

12 Ağustos '09

 
Kategori
Siyaset
 

Lütfü'nün beslenmesindeki ekmek ve zeytin

Lütfü'nün beslenmesindeki ekmek ve zeytin
 

Çocukluk dönemlerimizde iğdiş edilmişti “insana insan olduğu için bakmak ve bu noktada her hangi bir ayrıma tabi tutmaksızın, o insana gereken ilgi ve alakayı göstermek” ahlakı. Yaşımız ilerledikçe, olumsuz yönde daha bir belirgin hale gelir oldu insan ayrımında bulunma kültürümüz. Bu yönde alıyorduk tüm gıdamızı. Beslenme kaynaklarımız böyleydi.

Hayatımızın her alanı, ayrımcılığın diz boyu körüklendiği ve her kim olursa olsun, insan olmaktan, dürüstlük ve erdemden yana olanlar nitelemesinden ziyade, kökeni, yaşam biçimi, ekonomik gücü bizim için önemli bir etken olmaya dönüşmüştü.

İçin için top oynamak istediğimizde, patlak bir top dahi bulamıyorduk ve sadece sokağımızda Ali’nin plastik, patlak bir topu vardı. Lanet olsun, o Ali’de öyle bir çocuktuki, o bir top yüzünden belkide hiçbir zaman yüzüne dahi bakılmayacak bir karakterdeki çocuğa katlanıyorduk. Güneşte sünmüş, semsert olmuş o patlak top yüzünden, bize onca eza ve ceza çektiren Ali, keyfi istediğinde topu alıp gider, keyfi yoksa topunu getirmez, getirdiği zaman bir kenara çekilir, tek başına topla oynar ve onca ısrarlarımıza rağmen bir türlü ikna olmazdı hep birlikte oynamaya ve sonrasında, gözlerimizin içine bakarak, o iğreti gülüşlerini atıp, arkasına bakmadan çeker giderdi. Bizde o Ali’ye katlanırdık. Canı isterse ve keyfi yerindeyse topu ile oynamamıza müsaade ederdi. İşte o zaman dünyalar bizim olurdu ve çok önemli bir şey vehmetmiş gibi görürdük Ali’yi. Çünkü Ali, bizi topu ile oynamaya layık görmüştü.

Burnunda sümüğü akan, ayağında lastik ayakkabıları dahi olmayan, bahar aylarında karıncaların yerin üstüne çıktığı dönemlerde, o karınca yuvalarının başına çöküp, büyük bir keyifle karıncaların uyumlu, ahengli çabalarını müthiş bir içtenlikle izleyen Muammer’i oyunumuza dahi almaya tenezzül etmiyorduk. Almış olduğumuz gıda tümü ile böyleydi. Silik olduğunu düşündüğünden uzak duracaksın, sana için için işkence yapana tahammül edip, onun etrafında döneceksin. Böyle bir ahlak anlayışı yaşamımızın tüm hatlarına egemen oluyordu.

Okul ortamımızda bu kültür daha bir belirgin olarak zihnimizi gıdıklardı. Anne ve babasının uslu çocukları, giyimleri ve kuşamları ile göz kamaştıran, çalışkan çocukları, sınıfın baş köşesini işgal eder ve bu işgal, bizatihi öğretmen tarafından güvence altına alınırdı. Diğerleri ise öğretmen nezdinde kerhen öğrenciydi. Sadece kafa sayısıydı ve fazlaca bir anlamı yoktu öğretmen için diğerlerinin ne olduğunun ve olacağının. Ayrıcalıklı konuma ulaşmış olanlardı öğretmenin birincil gözdeleri. Öğretmen onlara soru sorar, onların öğrenip öğrenmediğine bakar ve bütün dersler, o ayrıcalıklı, uslu ve çalışkanların keyfiyetine göre belirlenirdi. Diğerleri ise sadece diğerleriydi işte. Anlamsız birer sözüm ona öğrenci yığınıydı. O ayrıcalıklılar ve öğretmenin gözdesi kıvamında olanlar, ders aralarında kimse ile oynamaz ve hatta ve hatta mümkünse sınıftan dahi dışarı çıkmazlardı. Diğer öğrencilere yüz vermez, es kaza o diğer öğrencilerin birisinden bir şey istemisse içlerinden birisi, o diğer öğrenci için dünyalar daha bir başka olurdu. Çünkü öğretmenin gözdesi olan o ayrıcalıklılar sınıfından olan birisi, sınıfın pek de muteberi olmayan kendisinden bir şey isteme tevecühünde bulunmuştu.

1980’li yıllara gelirken ülke feci düzeyde bir yokluk dönemi yaşamaktaydı ve o yılları halen dün gibi hatırlayan ben, annemin sabahtan akşama kadar tüp kuyruğunda beklediğini, hatta ve hatta bu bekleyişlerin üç veya dört günü bulduğunu çok çok iyi hatırlıyorum. Kimi günler ise aile boyu fırının önündeki kuyruğa girip, akşama kadar ekmek alabilmek için, o kuyruktaki bekleyişimiz dün gibi gözümün önündedir. Okuldaki öğretmenimiz ise sınıftan kimi çocukları kendisine tüp ve ekmek alması için o kuyruklarda beklemeye gönderirdi. Tuhaf olan ise hep o kuyruklarda bekleyen öğrenciler, sınıfın fazla göze batmayan ama, cin gibi olup, dersleri zayıf olan öğrencileriydi. Öğretmenin gözdesi olmayan ve diğerlerinden olan çocuklardı. Güneşin altında bekleyebilirlerdi, yorulmak diye bir şey onlar için söz konusu olmazdı ama, önemli olan öğretmenin o ihtiyacını görebilmekti. Gerekirse günlerce nöbet dahi tutarlardı o kuyruklarda. Nitekim günlerce nöbetleşerek o kuyrukları mesken tutuyordu sınıfın diğer öğrencileri. İlginç olan ise, öğretmenimizinde bir çocuğu vardı ve nedense öğretmenimiz hiç kendi çocuğunu bu gibi kuyruklara göndermiyordu. Sarı saçlı, yeşil gözlü, beyaz tenli narin bir çocuktu öğretmenimizin çocuğu, Adı İlker’di. Bizimle akrandı ama, bizim sınıfta değildi. Hemen yan taraftaki sınıfta okuyordu İlker. Öğrenciler daha bir farklı gözle bakardı İlker’e. Sonuçta öğretmenimizin narin, kırılgan, eli yüzü düzgün çocuğuydu.

Bizim hiç elimiz ve yüzümüz düzgün değildiki. O yüzden gıpta ile bakıyorduk ona. Biz, yani diğerlerimiz, hiç iskarpin ayakkabı sahibi olamamıştık ve okula yaz, kış siyah Ankara Lastiği vardır, bilirsiniz, işte o lastik ayakkabılarla giderdik. Bir tane Lütfü vardı aynı sınıfta okuduğumuz. Beş yıl birlikte okuduğumuz Lütfü, okula getirdiği beslenme çantasına beş yıl boyunca istisnasız olarak ekmek ve zeytin koyup getirmiştir. Her gün ikinci ders zilinden sonra beslenme çantaları açılıp, peçeteler sıraların üzerine serildikten sonra nevalelerini peçetelerin üzerine sererdi öğrenciler ve Lütfü’nün nevalesi hiç değişmezdi. “Ekmek ve zeytin”. Öğretmen sıraların arasında dolaşır ve kimin peçetesinin üzerinde ne var türünden göz ucu ile yiyeceklere bakardı. Bir kez dahi Lütfü’nün zeytininden tatmamıştı öğretmenimiz. Sonuçta zeytindi işte ve en azından Lütfü’nün de nevalesinin tadına bakmış olsa, belki dünyalar Lütfü’nün olacaktı. Ama hayır. Öğretmen illede o hep ayrıcalıklı gözdelerinin masalarına yanaşır, o masaların üzerindeki peçetelerin üzerinde sergilenen yiyeceklere gözünü diker ve onlardan tadardı. Çünkü o sıralardaki peçetelerin üzerinde, envayi çeşit yiyecek bulunurdu. Herkesin ağzının sulanacağı yiyeceklerdi.

O ailesinin uslu ve çalışkan çocuğu, öğretmenin gözdeleri kıvamındakiler bir kez dahi olsun bir fiske dahi yememiştir kimseden. Ama öğretmen ayak takımı olarak nitelemiş olduğu, o kerhen öğrencileri canı istediği zaman allah ne verdiyse sille tokat döverdi.

O yıllarda sınıfımızda herkesin gıpta ettiği bir kız vardı. İsmi Nurcan’dı. Sınıfımızın beyaz tenlilerinden, öğretmenimizin gözdelerinden, ailesinin hanımefendi prensesiydi. Şimdilerde savcı olmuş. O temiz yüzlü, alımlı ve çalımlı kızın nasıl olduysa bit taramasında saçlarında kepek çıktı. Öğretmen adeta bir şok geçirmişti. Nurcan gözleri kan çanağına dönercesine hüngür hüngür ağlamıştı. Ama sınıftan kimi öğrencilerde bit bile çıkmıştı. O öğrenciler hiç ağlamamış, aksine bu duruma gülüp geçmişlerdi. Öğretmen evlerine gönderilecek çocukların arasına Nurcan’ı da koymuştu ve asıl sorun işte buradaydı. Nurcan, o ayrıcalıklı ve öğretmenin gözdesi Nurcan’da saçında bit bulunan diğer çocuklarla eve gönderiliyordu ve bu durum hepsinden daha beterdi.

Çocukluğumuz işte bu gibi yaşanmış olaylarla geçti ve hep birileri, yani o eli yüzü düzgün olanların ayrıcalıklı bir konumda olması gerektiği kültürü zihnimize kazındı. Şimdilerde o kazınmanın en belirgin halini cezaevlerindeki çelişkiler üzerinden yaşıyoruz. Ayak takımından! Güler Zere, İsmet Ablak gibi isimler cezaevlerinde ölüme terk ediliyor ve sayıları hızla azalmakta olan vicdan sahibi bir avuç topluluk, Güler Zere’nin tedavi edilebilmesi için seferber oluyor ama nafile.

Ergenekon davasında devletin yüce şahsiyetlerinin sorgulanmaları ve bir kısmının cezaevine konması, Kemalist kardeşlerimizin ruhunu rahatsız ediyor ve “Bu kadar da olur mu?” mealinden travmalara yol açıyor. Kemalist kardeşlerimize göre “devlete onca hizmeti dokunmuş olan” ve yaşını başını almış “hasta paşalara, profesörlere, yazarlara reva görülen muamele, AKP’nin gerici bir darbe ile demokrasimizi ortadan kaldırmasının tartışılmaz kanıtıydı”. Oysa bugün paşalar ve diğer darbeci subayların büyük bir bölümü GATA hemen yanınada “kulli”yi koyalım ve nasıl serbest kaldıklarını anlamaya çalışalım. Örneğin; Pek muteber şahsiyet Profesör Mehmet Haberal, yarım saatlik bir anjiyo için dört aydır hastanede yatmaktadır. Hurşit Tolon’a, Şener Eruygur’a, Arif Doğan’a, Levent Ersöz’e karşı pek hassas, pek insancıl olan Kemalistlerimiz ve yüce Türk adaleti, ağır hastalıklar yüzünden ölümle pençeleşen, hücrelerde yaşam savaşı veren devrimci ve Kürt tutsaklar karşısında kör ve sağırdır.
 
Toplam blog
: 1509
: 1145
Kayıt tarihi
: 07.08.07
 
 

Yazarım... Okurum... Öğrencilik yıllarımda çok yazdım... Kompozisyon derslerinde yazdım... Duvar ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara