Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Aralık '12

 
Kategori
Siyaset
 

Maneviyat sonrası politika

 

Bu aralar kentin sislerle kaplı sokaklarında dolaşırken kendimi ve diğer insanları anlamaya çalışıyorum. Belki yersiz bir çaba olacak yaptığım ama ruhumda kalan eski bir tortu misali insanın değişik ve olağanüstü halleri üzerine düşünüyorum. Alman filozof Wilhelm Dilthey, anlama üzerine kafa yormuş ilginç bir düşünür. Bu tuhaf adam anlamanın iki farklı türünü kurmuş kafasında; ‘dışarıdan anlamak’ ve ‘içeriden anlamak’. Maneviyat, bu düşünüre göre ‘ben’ denen insan varlığında ‘sen’in tekrar ve yeniden bulunması gibi bir şey. Bir nevi sisli cadde ve sokaklarda tinsel varlığın tekrar keşfi ve anlamlandırılma çabası. Aslında herkes ve özellikle politika her daim ‘ben’ dediği için kaybediyor birazda. Bizim ülkemizde yıllardır kuru bir pozitivizm mantığı her yere sinmiş. Ağaçlar gibi insanlar da bu yüzden kuruyor.

Bunu şöyle de söyleyebilirim; kendi ruhumun pencereleri olan gözlerimden diğer ruhlara açılan pencerelere baktığımda tinsel bilimlerin doğa bilimlerinden daha ulvi bir gaye güttüğünü düşünüyorum. Bu kısa düşüncemden anladığım kadarıyla insan doğadan önce kendisine yöneldiği zaman doğayı da daha iyi görmeye başlıyor. Bugün bir ibadethaneye gittiğinizde insanlardaki doğaya (maddi dünyaya) olan kuvvetli bağı rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Marksist terminolojiden ödünç aldığım ilginç bir cümlecik geliyor aklıma; “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Demek ki bizler gittiğimizde geriye kalacak olan yegâne şey ‘maneviyat’tır. İnsanın maneviyatı sadece dinlerle sınırlı değildir. Her insan o şekilde veya bu şekilde bir şeylere inanır ve çevresini bu yetisi (sezgi) doğrultusunda anlamaya çalışır.

Bizdeki politik akıl insanların bu maneviyat yönlerine dönük çoğunlukla dinsel simgeselliği kullanmayı (ikonografi) tercih eder. Bu konuda sol ve sağ’daki partiler arasında pek bir fark olduğunu zannetmiyorum… Siyasiler bizi dışarıdan anlamak istedikleri biçimimizle seviyorlar. Diğer türlüsü pek hoş karşılanmıyor ve sarı civcivlerin içindeki siyah civciv oluyorsunuz. Kalimero gibi ‘ama bu haksızlık’ demekte yönetici erke pek bir şey ifade etmiyor aslında. Diğer bana sevimli gelen bir düşünür olan Gadamer, ‘ufukların kaynaşması’ diye bir metafordan söz eder. Bizim siyaset tarihimizin eksik kalan noktası da budur bence. Burada bildiğiniz üzere karşılaşan farklı ufukların her zaman bir ön yargısı olmuştur. Örneğin su ve ateş karşılaştığında belli bir etkileşime girerler ve bu zıtlık birbirini kucakladığında daha hafif ve daha başka bir şey olan buhar çıkar. Hemen hemen herkesin politik duruşundan ötürü bir önyargısı vardır. Farklı iki politik akıl karşılaştıklarında ortak bir yoruma etki eden birliktelik oluşturmak için maneviyat anlamında ben’in biraz ötelenmesi ve yerine sen’in konulması gerekir.

Amerika’da uzaktan uzağa ara sıra takip etmeyi sevdiğim ‘Telos’ diye bir dergi var. Aralık dönemi yayımlanan son kış sayısında Telos, ‘maneviyat sonrası politika’ diye bir konuyu tartışmış. Konuyu bir hayli ilginç buldum. Sonra yaşadığım kentin bir kuytusuna çekilip yavaş ve ağır bir şekilde bu dergiyi okumaya başladım. Telos, bugün dünyada aralıksız süren politik-ekonomik krizin ufku olarak metafizik sonrası siyasetin hatlarını tartışıyor.  Horkheimer’a bir göndermede bulunarak dergi ‘otoriter devlet’in yapısına bir tepki olarak insanların maneviyat doğrultusunda bir şeyler yapmaya çalışmasından bahsediyor. Burada aklıma Rusya örneği geliyor. Hatırlayacağınız gibi demir perde suda eriyen kurşun misali dağılıp çöktüğünde Ortodoks kilise tekrar bir ağırlık kazanmış ve dinlere karşı yeni dönemde daha toleranslı davranmaya başlamıştır. Bu durumun uzun vadede siyasi yansımaları olacağı pek ala düşünülebilir. Bizde de Amerika’daki gibi ‘muhafazakâr demokrat’ kimliğe karşı bir yönelim olmuştur. Bu ne kadar, Dilthey’in tabiriyle söylersek, kendimizi içeriden anlamaktır bilemiyorum ve kestiremiyorum. Bizde siyasi kurumların kumaşına nüfuz eden maneviyat sahtedir. Tıpkı bu dünyanın da sahte olduğunu bildiğimiz gibi.

Dünyada krizle birlikte oluşan ekonomik korku atmosferi giderek tüm ülkelerdeki kamu politikasında bir kaderci ruhun hâkim olmasına sebep olmuştur. Herkes kendisine şunu söylemektedir; “bir alternatifi” yok. Bu sadece Türkiye’de böyle değildir, ikinci kez seçilen Obama yönetimini ve biraz daha uzaktaki diğer ülkeleri de düşünmek lazım. Şunu bu dönemde çok daha iyi anlamamız lazım siyasi modernite her derde deva değildir. İnsanların tüm bu saçmalığı (krizi kastediyorum) aşması ve yeni ufuklara bakması için her şeyden önce bir metafizik ideallerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Bugün dünya siyasetinde gördüğüm şey realizmin idealizmi parçaladığıdır. Çoğunlukla gördüğümüz muhalefetlerde idealize edilmiş bir sahtekârlıktır.

Telos’ta yazan Aryeh Botwinick, ‘meta-etik’ (Kavramın aslı Platon’a aittir.) diye bir terimden yola çıkarak liberal demokrasi karşısında dairesel negatif teorisini geliştiriyor. Meta-etik taşımadığımız için metafizik ideal bir dünya yaratılamıyor. Sosyalizm öldü kapitalizm can çekişiyor. Dergide yazan bir başka ilginç adam da Adrian Pabst, ona göre; politikadaki paradoks, metafizik sonrası siyasi ontolojinin değişmesinden kaynaklanıyor. Siyasi arenada ‘sol’ ve ‘sağ’ diye belirlenen siyasi düalizm alternatif ve post-modern farklılık sağlayan ikilik üzerine kurulmuş aporetik bir uzantıdan başka bir şey değil. Sizin anlayacağınız dilden söylersem bu malum Karagöz ve Hacivat in malum bitmeyen kavgasıdır. Hâlbuki ideal evren ve siyaset her zaman Platon’un mağara istiaresinde olduğu gibi başka bir dünyadan kapılar ardından yönetiliyor. Bizler sadece perdenin arkasından vuran ışığın önünde duran ve ipleri bir başkasında olan gölgelerden ibaretiz. Puslu manzarayı biraz daha iyi görebilmemiz için mağaranın dışına çıkmamız gerekiyor. Burada mağara dediğim şey kendi anlamımda dünyaya tekâmül ediyor ve mağaranın dışı ise insanın bizzat kendisi ve iç dünyası olan maneviyatı oluyor böylece.

David Pan'ın tabiriyle günümüzde demokrasi ‘siyasi ilahiyat’a dönüşmüş egemenlik doğasına dayanan bir rejimdir. Bilge Platon, doğru nedir diye sorduğunda şu ironik yanıtı yine kendisi verir. ‘Doğru: güçlünün söylediği şeydir.’ Acaba gerçekten de öyle midir? Burada ‘halk iradesi’ ve ‘karar’ kavramı üzerinde durmak gerekir. Düz mantıkla gitsek egemenlik doğası gereği bildiğimiz ve benimsetildiğimiz şey hep güçlünün dediğidir. Aslında en doğrusu metafizik idealizm boyutunda söylersek ‘doğru’ biricik değildir, herkese göre değişebilen üstünde uzlaşıla bilinen, ben’den öte sen’de var olabilen bir şeydir. İçeriden anladığımız şekliyle bireysel ve kolektif paralellikler kurdukça diğer insanlara yaklaşırız, biz ‘doğru’ olursak toplumda doğru olur ve siyasetin doğası daha yapıcı bir aşamaya evrilir. Ve politik bir varlık olan insan böylece metafizik bir âleme iç dünyasına yani sana yönelir ve sen’i anlar. İnsan denen saklı denizde mutlu bir âlem kuran ideal bir şekilde yaşamayı da hak eder. Tarihte hep böyle olmuştur. Bence ‘siyasi ilahiyat’ insanları kandırmayı değil mutlu etmeyi araştırmalıdır. Zaten insanları eğer mutlu etmeyecekse politikada bir manada gereksiz bir uğraştır. Ben kendi adıma güçsüzlerden ve zayıflardan yanayım. Doğru, egemenliğin doğasından kaynaklanan hiyerarşik söylem değildir, doğrular bizim bizzat içimizden gelen ve herkesin üzerinde az çok uzlaşabileceği bir şeydir…

 
Toplam blog
: 36
: 615
Kayıt tarihi
: 07.12.12
 
 

Beyaz Arif Akbaş, (d.1979 İstanbul) Türk eleştirmen şair/yazar. 2005 yılında Ahmet Yesevi Ünivers..