- Kategori
- Anılar
Mardin - Antalya hattı
Hepimiz odasına toplanmış son sözlerini bir an önce söylemesini ve bizi artık azat etmesini bekliyorduk.
Önündeki masanın üstünde; tek şekeri uyduruk teneke tabakta kalmış oldukça koyu bir bardak çay vardı.
Hatları kalın ve belirgin olan yüzünü bana doğru çevirdi ve yüzüme doğru dikkatlice bakarak tebessüm etmeye başladı.
Birkaç saniye sürdü bu nedense.
Sanki gözlerime bakarak düşüncelerimi falan anlamaya çalışıyordu.
Sonra birden her şey normale dönüverdi. Sıkça yaptığı şeyleri yapmaya başladı tekrar. Kağıtlarımızı imzaladı ve bizi azat etti.
Evet doğru sözcük buydu. Azat.
...
Sabah akşam beton üzerinden kar ve buz kazıdığımız günler geride kalmış mevsim yüzünü yaza doğru dönmüştü artık.
Şehrin batısındaki ağaçsız tepelerde bile küçük otçuklar, devedikenleri yeşermeye başlamıştı.
Şu aylardır başımızın üzerinde renk cümbüşü içerisinde oradan oraya uçuşan kuşları bu zamana kadar hiç görmemiş ve tanımamış olmak fazlaca mahcup ediyordu bizi. Onlarla da vedalaşma vakti gelmişti.
Sanki birazdan yolumuza birisi çıkacak ve soracaktı bize;
‘Ey cemaat birazdan arkanıza bile bakmadan koşarak terk edeceğiniz bu kenti nasıl bilirdiniz?’
‘İyi bilirdik!’
‘Peki bir daha gelecek misiniz? buranın güzelliklerini eşinize dostunuza anlatacak mısınız? bundan sonraki yaşamınızda buranın bir kültür elçisi gibi davranacak mısınız?’
‘Eee... sanmıyoruz’
‘İyi defolun gidin o zaman’
...
Mardin!
Bu kentin adını buraya yazarken sonuna ünlem işaretini bilerek koydum aslında.
Doğru muydu, gerekli miydi bilmiyorum ama bu kentte geçirdiğim koca aylar boyunca nedense hep sahibini aradım bu kentin.
Kimindi burası?
Arapların mı? Türklerin mi? Kürtlerin mi? Süryanilerin mi? yoksa sadece bir manastırdan camiye, oradan da tepedeki kalenin üzerine eğreltice kondurulmuş Atatürk rölyefine konan güvercinlerin miydi bu kent?
İki yetişkin insanın kol kola giremeyeceği dar sokaklarda çöp toplayan belediye personeli emekçi eşeklerin miydi yoksa?
Çok geçmeden yanıtını bulmuştum bu sorunun.
Mardin ruhlara aitti.
Ve ruhların kenti Mardin sonuna o ünlem işaretini fazlasıyla hak ediyordu.
Çanlar ruhlar için çalıyor, ezanlar ruhlar için okunuyor ve ben ve benim gibiler, ruhların huzuru için Mardin’in kent merkezindeki tepelerinde nöbet tutuyorduk.
Bizi asırlardır bir kardeş gibi bir arada tutan zamklar bu ruhlar değil miydi? o halde ruhları küstürmemeli ve onları tüm kötülüklerden korumalıydık.
Tarih boyunca ruhsuzlaşan, ruhlarını kaybeden bütün toplumların başına neler geldiğini çok iyi biliyorduk.
Aman canım.
Belki de tam olarak böyle değildir.
Ama yine de burada bütün o ikinci geçliğimizin son zamanlarını emir altında gün sayarak harcadıysak eğer; bunun en azından ‘Ruhları korumak’ gibi anlamlı bir tesellisi olmalıydı bizim için.
Bununla avunmak istiyorduk belki de.
...
G-3 tüfeklerimizi komutana teslim ettikten sonra eski bir manastır olan karargah binasını terk edip tekrar avluya indik ve ‘Korkma’ diye başlayan ulusal marşımızı söyledik.
Daha sonra saflığı ile ünlü bir arkadaşın yanına gidip ‘Milli savunma bakanı istifa etmiş, bu durumda bizim yaptığımız görev geçersiz sayılıyormuş, en baştan tekrar başlayacakmışız’ dedim. Önce inanmakta tereddüt etti sonra yanımıza gelen bir uzman çavuş benim saçma şakamı duymuş olacak ‘Evet 93’de aynı şey olmuştu, maalesef hepiniz gelecek yaza kadar buradasınız, istikamet içtima alanı marş marş!’ deyince bizimki o yepyeni tezkere kıyafetleriyle kendisini Mardin’in kızıl çamuruna bırakıverdi.
Cebimde küçük bir şişe kavun kolonyası vardı neyse ki.
...
2) ‘Hakkınızı helal edin!’
Alay komutanı ‘sizler için yaşamın bazı zorlukları asıl olarak bundan sonra başlıyor, burada gördüklerinizi, yaşadıklarınızı unutmayın. Asker ocağında edindiğiniz dostlukları ileride de devam ettirmek için gayret sarf edin yavrularım’ dedikten sonra böyle bitirdi bizlere yaptığı veda konuşmasını.
‘Hakkınızı helal edin’
Sorun değildi.
Gerçekten!
...
Zülfü Livaneli’nin ‘Özgürlük’ adlı müzik parçasıydı şimdi fonda çalan. Kilise çanları Kızıltepe’deki havaalanına kadar eşlik ediyordu sanki zihnimdeki notalara.
‘Okulda defterime, sırama, ağaçlara yazarım adını...’
Ben ve oradaki yaygın deyişiyle ‘toprağım Mustafa’ elimizdeki valizlerde şişeleri sürekli birbirine sürten birer düzine Süryani şarabının ‘dangidi, dungidi’ sesleriyle koşar adım terk ediyorduk Mardin’i.
Bu bize komikmiş gibi geldi.
‘Terörün de asırlardır bizi birbirimize düşürmeye çalışan emperyalistlerin de bütün bu iğrenç senaryolardan beslenip nemalanan işbirlikçilerin de Allah belasını versin’ dedik Mardin’den ayrılırken.
El bagajımızdaki bir şişe şarabı çaktırmadan açıp yudumlamaya başladık sonra. Uçağın penceresinden denizi görmek için sabırsızlanıyorduk artık.
...
İşte tam burada bir düzine yanıtsız soru gelip yakalıyordu insanı.
Belki biz birazdan denizi görecektik ama ya kalanlar.
Onlar ne olacaktı?
20 yaşında şehit olan, kolu bacağı kopan o fakir Anadolu çocuklarının günahı neydi?
Top oynarken buldukları bombayı hurda sanıp eskiciye götürürken yaşamlarından olan el kadar bebelerin suçu neydi?
İşsiz kalanların, toprağından köyünden olanların, yanan ormanların suçu neydi?
...
3) Eve döndüm sonra.
Bayideki bütün günlük gazeteleri alıp ilginç bir özlemle okudum.
Balkona çıkıp güllük caddesinden geçenlere baktım bir süre.
Belki de hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı benim için.
Acının ortasında değil kenarında hissediyordum kendimi ve bu yüzden söylemek istediklerimin çoğunu söyleme hakkını kendimde görmüyordum.
Ama bir insan olarak barış istemeye hakkım vardı.
Irkı, dini, dili, ne olursa olsun herkesin barış istemeye hakkı vardı.
Okan Ünver