- Kategori
- Anılar
Dar gelirli geniş yaşamlar

Alev Durmuşoğlu web sayfasından
Geçenlerde doğduğum ve çocukluğumu geçirdiğim sokaktan geçtim. Mahalleden ayrıldığım zamanı hatırlıyorum. Orta birin sonuydu. Büyüyüp kendi evimi kurduğum zaman tekrar bu mahalleye, sokağa döneceğime söz vererek ayrılmıştım.
Ayrıldıktan sonra her hafta sonu tekrar sokağıma, arkadaşlarımın yanına gider, onlarla yeniden bir araya gelmenin, o mekanı yeniden paylaşmanın zevkini yaşardım. Daha da abartılısı, ortaokul süresince okulumu da değiştirmemiştim. İki yıl boyunca yeni evimize yaklaşık 2 kilometre mesafedeki eski okuluma devam etmiştim. Bunda yeni insanlar tanımaktan çekinmem mi etkili olmuştu yoksa eski arkadaşlarımı çok sevmem mi, işte bundan hiçbir zaman tam olarak emin olamadım.
Çocukluk mahallem zihnimde bir masal sahnesi gibi yer edinmiştir. Ama bıraktığı bu iz hiçte yersiz değildi. En fazla üç katlı binaların olduğu, apartmanların dört bir tarafında bahçe payı bırakıldığı, her dört ada biriminin arasına bir park boşluğu olan insani ölçülerde planlanmış bir kent parçasıydı çocukluğumun mahallesi. Hatta ne gariptir yan mahallemizin ismi Öğretmenevler’di ve tek katlı müstakil evlerden oluşmaktaydı. Daha da garibi hiç o evlerde oturan bir öğretmen görmemiştim.
Oturduğumuz mahalle daha çok 1960’ların sosyal konut anlayışı ile inşa edilmiş ve özellikle işçi birlikleri ve memur sandıklarınca projelendirilen uzun vadeli ve ucuz maliyetli konutlardı. Ama zaten devlet kapitalizmi sistemi işleyen ve burjuva oluşturma imkânı bulunmayan bir toplumda devlet işçisi ve memuru olmak hatırı sayılır bir sosyal statüydü. Menderes her mahalleye bir zengin vaat etmiş ama sistem yalnızca her köyde bir ağaya, her şehirde bir büyük patrona müsaade etmişti. Devletin kontrolünde, ithal ikameci sistemden beslenen, tekelci ve iki elin parmağını geçmez sermayedar ile koca ülkeye gayrisafi milli hasıla oluşturulmaya çalışılan yıllardı.
Dar gelirlilik toplumun ortak paydasıydı. Babam ne işçiydi ne de memur. Esnaftı ama onunda gelir kaynağı sabit gelirli çalışanlardı. Artı değeri yaratan faaliyetlerin olmadığı ortamda, birbirlerinin güçsüzlüğünden güç alan bir toplumsal ruh halinin bir parçasıydı. Elbette benim bildiğim ve tanıdığım toplumsal kesimden bahsediyorum. Örneğin çocukken hiç köy görmemiştim. Yarı aç yarı tok yaşayan bir insanla da tanışmamıştım. Tanıdığım çocukların neredeyse tamamı benimle benzer bir yaşam sürerlerdi. Benzer şeyler yer, benzer şeyler giyerdik. Mekap’ın tek tip ayakkabısı ile bir markası olduğundan bile emin olmadığım kenar beyaz çizgili lacivert eşofmanlardan başka model bir giysi hatırlamıyorum spor yapmak için. Eşofmanlarımın genellikle dizlerinde yama olurdu. Ne de olsa toprak sahalarda kendini yerden yere atarak maç yaparak, sağlam bir eşofmanla iki haneli rakamlara ulaşmak hayli zordu. İkinci haftasında eşofmanlar annemin tadilatından geçerdi her zaman. Elbette söylene söylene.
Nedense çocukluğumdan daha çok yaz aylarını hatırlıyorum. Hayat yaz aylarında benim için daha hareketli olduğundandır diye düşünüyorum. Sabahım erken saatinde evden çıkar ve güneşin hareketine göre gölge olan mekânlar arasında geçiş yaparak, sabahtan akşama kadar başta futbol tüm oyunları sıra ile oynardık. Zamanın geçtiğine fark etmemi sağlayan tek şey ise annemin ya yemek yemek için, ya akşam babamın gelme saatini hatırlatmak için çığlık çığlığa pencereden bağırması olurdu.
O zamanlar anne ve babalık daha kolaymış gibi geliyor bana. Çocuğun bakımı da, eğitimi de sokakta olurdu. Şimdiki çocukların oyun hamurları, zihin ve beceri geliştirici oyuncakları yerine daha doğal materyalleri vardı gelişim için. Benim fiziksel becerimi sağlayan üç nesne vardı. Toplar, ağaçlar ve duvarlar. Her yuvarlak nesneden oyun malzemesi üretir, her ağaca çıkar, her duvara tırmanırdım. Hatta apartman bahçesinde top oynarken, ikinci katın balkonuna kaçan topları bile, zemin katın ferforjelerinden tırmanarak alabilirdim.
Bu üç nesne arasında en anlamsız bulduklarım duvarlardı. Yan binada çok sevdiğim arkadaşlarımın yanına gidebilmek için, yolu uzatmadan duvarların üzerine tırmanarak geçmeye çalışırdım her seferinde. Ve benzer insanların, benzer yaşamlarını ayırmak için bu duvarlara neden ihtiyaç duyduklarını merak ederdim.
Bir diğer anlamadığım şey ise parkın bekçisi ile yaptığımız kavgalardı. Bekçinin sabahtan akşama emek verdiği parkta top oynamamıza izin verdiğini hiç hatırlamıyorum. Onun yokluğunu gözleyip, ilk fırsatta parka geçmeyi hedeflerdik. Ne de olsa en geniş ve hafif yeşile bulanmış tek saha oradaydı. Komşulardan gürültü yapmamamızı isteyende çıkmazdı, topun balkona kaçma riski de olmazdı. Ama bekçi bizi her fark ettiği anda kovalardı. Gün boyu süren bu kovalamaca akşamüzeri 5’i 5 geçe biterdi. Çünkü onun mesaisi biter ve parkın tek hakimi biz olurduk. O anda ister istemez gün boyu yaşadığımız kovalamacanın ne kadar anlamsız olduğunu düşünmeden edemezdim.
Ve elbette tüm bunları düşünürken aklıma oğlum geldi. Onunda benim çocukluğumu yaşamasını çok isterdim.
Foto; Google'da yaptığım arama sonucunda Alev Durmuşoğlu'na ait web sitesinde buldum fotoğrafı. Fotoların kullanımı ile ilgili yasaklayıcı bir ibareye rastlamadım. İşte adresi;
http://www.alevdurmusoglu.com/deneme-149.html