Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Kasım '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Mavi bir buluşma

Mavi bir buluşma
 

Onlar her daim "sevgili"


“Düşündüğün şeye bak, önce bir birahaneye götür, içir, sarhoş olunca at bir otele ” diyerek kahkahayı basardım her seferinde. “Amannnn” derdi kızararak, gülerdik. Daha nelere gülmezdik ki!.. Hele her akşam ranzasının demirine astığı nesneyi elime alıp, “Bu kiminnn?” diye dolaştırışım yok mu. Asker arkadaşlığı bu dile kolay; unutulur mu hiç... Aradan geçen yıllara rağmen, hala hiç bıkmadan, yaşadıklarımızı anlatıp anlatıp basarız kahkahayı. O da her seferinde; “Gözümü bir açardım, kıpkırmızı bir dudak, korkardım.” der.

Sevmediğim o kara şehirde, aynı yurtlarda kaldık. Ben tıp fakültesindeydim, o da diş hekimliğinde. Ondan önce çıkardım yurttan ve çıkmadan onu uyandırırdım; “kıpkırmızı rujumla”, “günaydın” diyerek. O zamanlar da severdim kırmızıyı ama bu daha çok çocukça bir sevmeydi; fakültenin ilk yıllarında beni ortaokul öğrencisi sananlar olduğuna göre.

Bir sevgilisi vardı Dilek’in, memleketlisi; Kıbrıslı sevgilisi; Varol. Ama o İstanbul’da okuyordu. “Olunca cerrahların paşası olmalı” diyerek başvurduğu Cerrahpaşa Tıp fakültesinde. Bakmayın böyle rahatça “sevgilisi” dediğime, “erkek arkadaş” derdik biz. Ve sevgililerimizin de “kız arkadaşıydık” İşte bazen Dilek’i görmek için Ankara’ya gelirdi Varol ve Dilek onu nerelere götüreceğini, ne yapacağını bilemezdi de, benim gibi bir zıpıra akıl danışırdı. Ben de onu tiye alır, malum cümlemi söyleyip, patlatırdım kahkahayı.

Varol kaç kez geldi o şehre, ne zaman bitti fakültelerimiz, ne zaman herkes kendi yoluna gitti, ne zaman boyumuzca oldu çocuklarımız… bilmiyorum. Bildiğim, hiçbir zaman kopmadık birbirimizden. Yeniden bir “merhaba” ile kaldığımız yerden devam ettik. Ya da hiç olmadı doğum günümde aradım Varol’u ya da o beni doğum günümde aradı; ikimiz de aynı günde doğmuştuk. Yoksa bu yüzden mi sevmişti beni Dilek bilmiyorum:) Ne de olsa, şimdi kocası olan erkek arkadaşıyla aynı günde doğmuştuk.

Bu yaz başında Varol arayıp da, eylül sonunda İzmir’e geleceğini söyleyince çok sevinmiştim. Daha doğrusu Çeşme’de yapılacak bir kongreye katılmak üzere geliyordu. Ama önemli değildi, elbet görüşecektik de, ya Dilek? Evet, bu kez birlikte geliyorlardı ve Varol, bir cerrah titizliğiyle ne zaman görüşeceğimizin programını yapmıştı bile. Yıllar sonra yeniden bir arada olmak için aylar vardı önümüzde. En son Dilek gelmişti İzmir’e, o da kaç yıl önceydi kim bilir, birkaç dakika görüşebilmiştik işte.

Eylülün son çarşambasında, akşamüzeri “Merhaba, nerdesiniz?” dediğimde, “Kokumuzu mu aldın kız, şimdi indik uçaktan, servis arabasıyla Çeşme’ye gidiyoruz” diyordu Varol, “Eveettt” derken bastık kahkahayı. Telefonda da olsa aydınlık şehrime “Hoş geldiniz” demek istemiştim. Yoksa cumartesi görüşeceğimizi biliyordum. Ve tabi o güne kadar, yüreğimden taşıp gri hücrelerimi rahat bırakmayan tatlı bir telaş bende ki sormayın!.. Ne yapsam, neler pişirsem, hep evde mi otururuz yoksa dışarı mı çıkarız… derken, cuma akşamüzeri konuklarım için yapmayı planladıklarımı sırayla yapmaya koyuldum. Ve en sona bıraktıklarımı cumartesi sabahı yaptıktan sonra, her ne kadar “Üçkuyular’da taksiye bindiğinizde beni arayın, ben şoföre tarif ederim.” desem de, hangi saatte otobüse bineceklerini bildiğim için, dayanamayıp onları karşılamak üzere evden çıktım. Üçkuyular’da otobüsten indim ki aradı Varol, taksideydiler, karşıya geçer geçmez geldiler.

Onları, tekrar “Hoş geldiniz” diyerek kucakladığımda artık evimdeydik. Hemen kahvelerimizi yaptım ve askerlik anılarımızı hiç bıkmadan yine anlatıp gülerken, Fatma bu yıl tıp fakültesini bitiriyormuş, Ayşe lisedeymiş, benim evlatsa bu yıl üniversite sınavına girecekmiş… olsun, hiç değişmemiştik sanki; aynıydık :) Eh, biraz büyümüştük, işte o kadar.

Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki, sohbetimiz hiç kesilmeden çıktık yola, önce Susuz Dede’nin tepesine çıkıp seyrettik şehrimi, ardından deniz kıyısına inip bir taksiye atladık. Memleketin durumundan haberdar genç şoförümüz bizi Alsancak’ta bir “kumrucu”ya bıraktı. Kumrularımızı keyifle yerken, İzmir’i anlatmanın derdindeydim. Sadece bu şehirde, sadece kuş değildi belki de “kumru”. Ve sadece bu değildi şehrimi özel kılan. Sonrasında gittiğimiz “Asansör”den de bir başka güzel görünüyordu şehrim; bilenler bilmeyenlere söylesin ki Asansör de bildiğiniz asansörlerden değildi bu şehirde. Oradan indiğimizde, Mithatpaşa Caddesi’nde, hemen sağ taraftaki fırına uğradık; “boyoz”u merak etmişti arkadaşlarım.

Ve tekrar evime geldiğimizde sadece sütlaç ikram edebildim. Sonra?.. Zaman söylemişti sonrasını; dönüş vakitleri gelmişti. Birlikte gittik Üçkuyular’daki garaja. Gözden kaybolana kadar el salladım, el salladılar ve…

Daha bu sabah kahvaltı sofrasında yakaladım onları, ille de Varol’un aklı bu şehirde kalmıştı ama beni bekliyorlardı. “Bakmayın sıraya, fırsat olunca gelin, evladın sınavı var bu sene” dedim. “Yazmıyorsun” diyordu Varol… Yazmasam, ille de onları yazmasam olmazdı.

Ve, çok sonra yazsam da yaşadıklarımızı, arkadaşlarımı her anımsadığımda olduğu gibi, gri hücrelerimden yüreğime, yüreğimden yüzüme yansıyan tebessüm hiç eksilmedi. Sevgiler, sevgili arkadaşlarıma, en derin mavilerle.

Not: Bendeki resimler bu kadar, sizdekileri yollarsanız, onları da eklerim. Ve sevgili Varol, “Hastalarımın bana ulaşması önemli, o yüzden mutlaka telefon numaramı veririm.” demene ve hastalarının durmadan seni aramasına rağmen nedense ben telefonda konuşurken çıkmışım.:)

 
Toplam blog
: 210
: 3227
Kayıt tarihi
: 29.03.07
 
 

Yazmak... Öyle güzel, öyle hoş ve öyle derin bir eylem ki!.. Olmazları bile oldurabiliyorsun. "Ke..