Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Mayıs '15

 
Kategori
Deneme
 

Memleketimden insan manzaraları 5

Böyle yazılmıştır işte bahtımız,

Kara çadırlardı yazın tahtımız,

Yiğitlik üstüne bütün ahtımız,

Şikâyetim yoktur halımdan benim;

Pervam yoktur asla ölümden benim.

Kenan ERZURUM

Kimi insan, talih kuşunun ayağına getirdiği fırsatları kendi ayaklarıyla teper, nedense!

Yazar Mahmut Makal, bu sözüme çok iyi bir örnektir. Söyleyeceğim elbette nedenini:

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimde 27 yıllık CHP iktidardan düşüp yerini DP’ye bırakınca, bir hafta sonra toplanan TBMM Celal Bayar’ı Cumhurbaşkanı seçer. (22 Mayıs 1950)

Bayar, Çankaya’ya çıktıktan üç hafta sonra, Mahmut Makal’ı köşke davet eder. Dikkatinizi

çekerim; henüz 19 yaşında, Köy Enstitüsü mezunu bir köy öğretmenidir; özel olarak davet edilen insan.

Yeni Cumhurbaşkanı, Makal’ı dostça karşılayıp, “Bizim Köy’ü ne kadar zamanda yazdınız?”

“Yeni bir şey hazırlıyor musunuz?” gibi sorulardan sonra; “Biliyorsunuz ben de bir köylü çocuğuyum. Yalnız, bizim köyle sizin köy arasında bazı farklar var.(…) Bir zamanlar büyük merkezlerde mektep yokken, bizim köyde idadi (lise) bile vardı.” Diye anlatır.

Oldukça uzun süren görüşme sonunda, köy sorunlarıyla ilgili çalışmalarında ve yazma uğraşısında başarılar diledikten sonra: “Bir sorunun olduğunda doğruca bana gelmelisin; Eğitim Bakanlığına falan gitmeyesin.” diyerek açık çek verir.

Ertesi gün, Cumhuriyet gazetesi, bu görüşmeyi manşetten ve fotoğraflı duyurur. (Bu arada,

Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı Nadir Nadi’nin Demokrat Parti listesinden Muğla Bağımsız Milletvekili olarak seçildiğini de hatırlatalım.)

Çok değil, bir ay-iki ay önce, Makal’ı “Komünist” diye damgalayıp bir kaşık suda boğmak isteyen“emir kulu” bürokratlar, O’nun yeni Cumhurbaşkanı tarafından Köşk’te ağırlandığını öğrenince, kafalarını çalıştırıp bir telgraf emri ile hemen Bursa’ya tayin ederler. (Ne büyük yetenek! Hangi kaba girerlerse onun şeklini alıveriyorlar hemen. “Gelen ağam, giden paşam” politikasını ne güzel özümseyip benimsemişler!)

1940’larda Köy Enstitülerini kuran İsmail Hakkı Tonguç da tuhaf bir adam! Sen ki, politikacı değil, İlköğretim Genel Müdürlüğü yapmış bir bürokratsın. 1946’da M. Eğitim Bakanı olan Şemsettin Sirer seni görevden almış, bir ortaokula resim öğretmeni olarak tayin etmiş. Ocak 1950’de Bizim Köy adlı kitap yayımlanınca CHP kodamanları hop oturup hop kalkarken, Makal’ı tutuklayıp hapse tıkarken, sen ne diye damgalanmış bu adama mektup yazarsın ki? Hem de ne biçim bir mektup! Okuyalım birazını:

“Kardeşim Mahmut Makal, Varlık’tan çıkan yazılarını okuyorum. Bizim Köy adlı kitabını da okudum. Köyün iç yüzünü olduğu gibi aksettiren bu yazılar köy davasını ele alacak olanlar için bir ayna vazifesi görecek, onları yanlış yollara sapmaktan kurtaracaktır. Bu bakımdan çalışmaların memleket için çok hayırlı olacaktır.

“Benim gibi düşünen bazı arkadaşlar, Bizim Köy’ü okuduktan sonra hep beraber seni takdirle andılar.

(…)

“İşinde büyük başarılara kavuşmanı candan diler, gözlerinden öperim. Yiğit arkadaş. “

Hayda! Devletin polisi, jandarması, kaymakamı, valisi ve dahi savcısı, hâkimi çizmeyi çoktan

aşmış, kendini bilmez, haddini bilmez bu Köy Enstitülü’yü bir güzel damgalayıp O’na çok etkili bir ceza vermenin yollarını ararken… Ve yine, böyle birine gönderilen her mektubun devletimizin gizli servisi tarafından mutlaka okunacağını bile bile böyle bir mektup yazılır mı? Sen ki, 11 yıl Genel Müdür koltuğunda oturmuş bir bürokratsın. Kendini, aileni, geleceğini düşünerek o günkü iktidar yöneticileri gibi sen de karşı çıksana Makal’a!

“Köyümüzü ve köylümüzü anlattığın Bizim Köy adlı kitapla rezil ettin bizi dünyaya” desene!

Tonguç, birçok akıllı insanın asla anlayamayacağı kadar nasıl tuhaf bir insansa, Makal’ın da

O’ndan kalır yanı yok!

Sen ki, Cumhurbaşkanı Bayar’ın Çankaya Köşkü’nde ağırladığı bir insansın! Ve bu görüşme,

ülkenin en saygın gazetelerinin manşetlerinden verilmiş. Onca sevgi, saygı ve övgüyle andığımız İnönü’yü bırak, Başbakan Şemsettin Günaltay, M.E. Bakanı Tahsin Banguoğlu bile böyle bir jest yapamamış! Bilsene, anlasana; yeni iktidar tarafından nasıl el üstünde tutulduğunu! Ve bundan yararlansana! Bakırköy’ü istesen Bakırköy’e, Kadıköy’ü istesen Kadıköy’e tayin ederlerdi seni. (Ataköy’ü isteyemezdi; çünkü Ataköy diye bir yer yoktu 1950’de.)

Talih kuşunun ayağına getirdiği bu güzel fırsattan yararlanmak dururken, sen tut; “Ankara’ya

Gelmişken, bir de Tonguç’u ziyaret edeyim” de. Tanrı aşkına, siz söyleyin, bu olacak şey mi? Önceki iktidarın gözünden nasıl düşmüşse dört yıl önce, yeni iktidarın da hiç sevmediği biridir Tonguç. Pekiyi, böyle birini ziyaret etmekle, ne geçer senin eline?  Ne İsa’ya yaranabilirsin, ne Musa’ya!

Sanki bu ziyaretten iktidarın haberi olmayacak… Pışık!

Olmasa, ertesi günü Meclis’e gittiğinde, “Dün Tonguç’a gitmişsin!” der miydi, Samet Ağaoğlu ve yanındakiler. (Samet Ağaoğlu, o sırada Başbakan Yardımcısıdır.)

Gelin, şimdi de Makal’ın Tonguç’u ziyaretini, Tonguç’un oğlu Engin Tonguç’un ağzından

dinleyelim:

“Bir gün evin telefonu çaldı. Arayan Makal’dı. O gece Ankaralı bazı aydın ve sanatçılar bizim eve doluştular. Sanki uzaydan gelmiş bir yaratık göreceklerdi. Ama büyük bir düş kırıklığına uğradılar. Makal konuşmuyordu. Düşünüyor muydu, duyuyor muydu, konuşabilir miydi? Neyin nesiydi? Ortalığı birbirine katan o kitabı yazan suskun, sakalı yeni bitmiş, gösterişsiz bu oğlan mıydı? Hiçbir şey anlamadan dağıldılar. Ancak o zaman, babamla yalnız kalınca Makal konuşmaya başladı. Babama göre, Anadolu insanının geleneksel savunma yöntemiydi bu! Akıllı olduğunu belli etmemek, kabuğuna çekilivermek…

O gece Makal, babamla saatlerce konuştu. Babamın izlenimi çok olumluydu. Ama ertesi gün bir kaygısını açıklamaktan da kendini alamadı: “Bu kadar genç yaşta bu  kadar üne erişmek… İlerisi için beni kaygılandırıyor!”

Tonguç çok haklıydı, kaygılanmakta.

Gerçekten de, gerek ülkemizde gerekse ülke dışında, genç yaşta üne kavuşan birçok gencin

feleğini şaşırıp ya uyuşturucu bataklığına saplandıklarını görmüşüzdür; ya da…

Makal’ın onda biri kadar üne kavuşanlar bile, bir toplulukta, “Her şeyin en iyisini, en doğrusunu ben bilirim” havasıyla kimseye söz hakkı bırakmazlar. Oysa benim bildiğim Makal, bir toplulukta en az konuşandır. Kimsenin sözünü kesmeye kalkmaz.

Konuşurken de sesini yükseltmez asla. Bildiğini, inandığını herkesin anlayabileceği yalın bir

Türkçe ile anlatır ve susar. Birçoklarının yaptığı gibi, bilgiç görünmek için yazarken olduğu gibi konuşurken de İngilizce, Fransızca ya da Osmanlıca sözcüklere yüz vermez.

Pekiyi, pek çok insanı bozan, darmadağın eden, dahası insanlıktan uzaklaştıran ün ya da

“şöhret”, Makal’ı neden bozamamıştır?

Demek ki, doğuştan getirdiği sağlam bir kumaşı, kaliteli bir hamuru var.

Ve bu kumaş çok iyi dokunmuş; İvriz Köy Enstitüsü’nde. O kaliteli hamur, çok iyi yoğrulmuş.

Öyle olmasaydı, 1950 Haziran’ında Bursa’ya tayin edildiğinde çiftetelli oynardı. Oysa O, “Bana iyilik yapmak istiyorsanız; beni Aksaray’a, kendi köyüm Demirciköy’e atayın.” diyecektir. (Bursa gibi İstanbul’a yakın, üstelik Cumhurbaşkanı Bayar’ın memleketi bir il dururken, “İlle de köyüm, ille de köyüm!” diyerek Demirciköy’ü istemek senin gibi ünlü bir yazara hiç yakışmamış be sevgili öğretmenim!)

“- Tamam, bunları anladık da Hüseyin Erkan, yeni Cumhurbaşkanının bu genç yazara verdiği

açık çek ne oldu? Hani, “Bir sorunun olduğu zaman doğruca bana gelmelisin; Eğitim Bakanlığına falan gitmeyesin” demişti ya Bayar. Bu açık çekten elbette yararlanmıştır; değil mi?” diye soruyorsunuz, öyle mi?

Sorunuza Makal cevap versin, en iyisi:

“Bu görüşme, Bayar’la ilk ve son görüşmem oldu…”

Hüseyin Erkan

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..