Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Kasım '16

 
Kategori
Öykü
 

Mezarlıktaki evliya

Mezarlıktaki evliya
 

Anadolu’nun boz toprağın yeni kapatılmış mezarın üzerine özenle serpilmiş gibi dökülmüştü. Kıbleden esen sıcak bir rüzgâr arasıra mezarı yalıyor, en en üstteki ince toprağı uçuruyordu. Sanki bir süre önce bu mezara gömülen genci kendi lisanında teselli ediyor gibiydi. Biraz önce kalabalıktan adım atılmayan mezarlıkta yaşlıca bir kadından başka kimse kalmamıştı. Bu kara yazmalı, yaşlıca kadın demin defnedilen gencin anasıydı. Bağrına basıyormuş gibi mezarın üzerine kapanmıştı. Derin hıçkırıklara boğularak kesik kesik ağlıyor; yanık yanık ağıtlar yakıyor; sesi rüzgarın uğultusuna karışarak daha bir ızdırap yükleniyor, daha bir yanıklaşıyordu.

            - Oğlum, diye ağlıyordu.

            - Civanım, fidanım, yavrum..diye hıçkırıyordu.

            - Beni nerelere koyar da gidersin? Kara kara topraklara ben gireydin oğul. Ak ak kefenlere ben sarılaydım oğul.

            Sesi ızdırabıyla bilenerek gittikçe inceliyor, vücudu gittikçe mezara yapışıyordu. Topraktan ayırd edilemez oluyordu sanki. Gömülmek istiyor gibiydi. Oğlunun yanına gömülmek, onunla birlikte toprağa karışmak istiyordu.

            Uzaktan kabristana doğru birisi geliyordu. Bu mesafeden kim olduğu belli olmuyordu ama bir dervişti galiba? Ayakta uyuyormuş gibi sessizce yürüyordu. Yaklaştı yaklaştı ve alçak, kerpiç bir duvarla çevrilmiş kabristana girdi. Üzerinde siyah bir cübbe, başında ucunun sağ omzuna düştüğü beyaz bir sarık vardı. Mezarın başındaki kadıncağızı görünce yavaşladı. Kadıncağız hâlâ hiçbirşey fark etmemişti. Derviş göz kararı mezara üç adım kala durdu. Gelişindeki, duruşundaki sessizlikten hiç de umulmayan, birazcık sert ama teselli edici bir sesle:

            - Ölenle ölünmez hemşire, diye konuştu..

- Neden kendini böyle harap ediyorsun? Ağlayıp sızlamakla onu geri getirebilir misin?

            Kadıncağız derin bir rüyadan uyanıyormuş gibi silkinip geri döndü. Karşısındaki adamı görünce başörtüsünü yüzüne çekti. Deminki sözleri duymamıştı galiba? Başını çevirdi acı dolu bir sesle sordu:

            - Ne istiyorsun?

            - Hiçbirşey..Azıcık beni dinle..Sen böyle ağıtlar yaktıkça mezardaki o garibin ruhu nasılda kahrolur kimbilir?

            Sözlerin burasında kadıncağız derin bir “Ah” etti. Sonra tekrar hıçkırarak ağlamaya başladı. Derviş istemeden kederli ananın yarasını deştiğini düşündü. Öylesine üzüldü ki giydiği cübbeden, sardığı sarıktan utanası geldi. Başını öne eğdi ve dakikalarca öyle kaldı. Belki de sakinleşmesini bekliyordu. Kadıncağızın hıçkırıkları biraz diner gibi olunca yavaşça yürüdü, mezarın başına geldi. Hâlâ mezarın üzerine kapanmış bekleyen kederli anaya dönüp:

            - Oğlunu ne halde olduğunu görmek ister misin? diye sordu. Kadıncağız afalladı birden. Dervişin ne demek istediğini anlamamıştı besbelli. Şaşkın bir halde dervişe bakıyordu.

            - Şimdi iyi bak. Mezarın içini görmeye çalış. Her şeyi anlayacaksın.

Diye konuştu. Gözlerini mezara odaklayan kadın önce parlak bir ışık gördü. Ortalık ışığa boğulmuştu sanki. Gökten sağanak sağanak ışık yağıyordu. Sonra bu ışık tufanının içinde inanılmaz bir manzara belirdi. Tarife gelmez güzellikte bir gül bahçeyiydi burası. Eni boyu belirsizdi. Sanki sonsuza uzanıyor gibiydi. Ve kadıncağız onu, oğlunu gördü. Bu nihayetsiz gül bahçesinde geziniyor ve dünyada hiç olmadığı kadar mutlu görünüyordu.

            Kadıncağız kendinden geçmiş gibiydi. Gözleri açık düş mü görüyordu acaba? Hayır bu düş olamazdı. Herşey burada, gözleri önündeydi. Biraz kendine gelir gibi olunca görüntüler birden kayboldu. Küçük bir ak güvercin gibi avuçlarından kayıp gitti. Gerçeğin katılığı geri dönmüştü ama kadıncağız hâlâ gördüklerinin etkisinde tir tir titriyordu. Kendini toparlayınca koşarcasına geldi birden. Dervişin ellerine sarılmak, o mübarek evliya ellerini öpmek istedi. Bırakmadı derviş, geri çekildi. Karşısındaki biçare kadın büyük bir kabahat işlemiş gibi, başını önüne eğmiş, yalvarıyor, bağışlanmasını istiyordu:

            - Affet beni dervişim.Bilemedim.Cahilliğime ver..Tanıyamadım..Adını bağışla ne olur?

Derviş bir an düşündü. Söylesem bir türlü, söylemesem bir türlü” diye geçirdi içinden. Neden sonra:

            - Şems, dedi.

            - Tebrizli Şems derler bize.

            Kadıncağız bu adı hiç duymamıştı ama “ Bir Allah dostu “ diye düşündü.

            - Bağışladın beni değil mi?

            diye yalvardı . Şems gözleri kapalı, yüzü mahzun, vecd içindeymiş gibi cevap verdi:

            - Bağışlamak ne haddine Şemseddin’in..Biz herkesi bağışladık, ya bizi kim bağışlayacak?

            - Sözlerin yüreğimi ferahlatır dervişim. Evladımın acısı öyle bir hafifler ki sanki o ölmemiş de yeni doğmuş gibi.

            - Her ölüm bir doğuştur hemşire..İşte  gördün, oğlun yokolmadı. Öyle bir yere gitti ki bin defa dirilse yine bin defa ölmek ister.

            Kadın göz pınarlarında kalan son yaşları baş örtüsüsün kenarıyla sildi. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Oğlunu mezarını son bir defa bir beşik gibi okşadı ve ayağa kalkarak yürümeye başladı. Tam mezarlıktan çıkarken geri döndü:

            - Benim için de dua et, dedi.

            - Senin duan Hak katında makbuldur.

            Cevap vermesini beklemedi Şems’in. Köye doğru giden ince yolda uzaklaşmaya başladı. Şems ta gözden kaybolana kadar baktı arkasından. Sonra geldi, mezarın yanı başına çömeldi. Ellerini açtı, avuçlarını semaya kaldırdı ve dua etmeye başladı. Yaradan’a yakardıkça yükseldiğini hissediyordu. Göklere yükseliyordu. Dünyadan çıkıyor, yıldızlara doğru yol alıyor, iki yana açılmış kolları bütün evreni kucaklayacakmış gibi genişliyordu.

            Hak aşığı Şemsi Tebrizi yine kendinden geçmişti. 

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..