- Kategori
- Dostluk
Misafir geldi, Mea Culpa.

Ben kitap alırken sanki şölendeymişçesine eğlenir, ipin ucunu kaçırırım. Oysa aldığım hızda okumam mümkün değildir. Çok beğendiğim kitaplardan da fazla alırım ki arkadaşlarıma hediye edebileyim. Binlerce kitapla aynı evi paylaşmaktan, tozlanmış anılardaki hikayelerini hatırlamaktan, kucağa düşmüş bir kitapla masmavi hülyalara dalmaktan daha güzel ne olabilir.
Tabii ki gri bir güne uyanmak da...
İliklere işleyen soğuğun gri bulutlarla sizi çekiştirdiği bir günde -derinlerden duyulan Paul Mauriat'nin Love is Blue'suna sarılıp- sımsıcak bir kitabevine girdiniz ve griden maviye iltica etmiş ruhunuzla kitap rafları arasında dolanıyorsunuz, bir kitap sizin ilginizi nasıl çekerdi?
Beni önce adı çeker kitabın. Sonra da yazarı. Ama hiçbir allı ya da pullu kitap adı bana Elif Şafak'ı okutamaz! Doksanlı yılların sonunda İngiltere'de kitabı Pinhan (The Mystic) ile ilgili bir makale okumuştum ve o tarihe kadar ben onu Arap asıllı bir yazar sanıyordum. Çünkü adı Elif Shafak diye geçiyordu. Türk olduğunu öğrendikten sonra da soyadının neden mutasyona uğradığını merak etmiştim. Aslında çok da içerlemiştim. İngilizcede Ş yoksa Safak olarak yazılabilirdi. Bir gün olsun ben soyadımı Shaheen olarak yazmayı düşünmedim. Neyse, yazarın da kitabın da adını beğenmişsem kitabı elime alır arka kapak yazısını okurum. Konu ne kadar karmaşıksa, okurken o kadar kafa yoracağıma ve çözdükçe keyifleneceğime inanırım. Umarım benim kitaplarımı okuyanlar da aynı keyfi alıyorlardır.
İşte, MB Kitabevi'ne adımımı attığım ilk gün de bu düşünceler içindeydim. Uçsuz bucaksız rafların arasında dolaşıyor, özellikle profil isimlerine bakıyordum. Adını soyadını yazanlar da vardı, birbirinden güzel ve renkli rumuzlar kullananlar da. Profil resmi olarak da portreler, kuşlar, motifler seçilmişti. Benimki ise şimdi de gördüğünüz en gri halimdi.
İlk aylarda epey bocaladım. MB'yi hem tanıyacak hem de tanınacaktım. 2009 yaz ortalarıydı. O sıra dışı rumuzu görünce duraksadım.
Mea Culpa
Aslında orijinali Mea Máxima Culpa yani Benim En Büyük Hatam idi. Modern sanat örneği profil resmi ise daha da ilginçti. İç içe geçmiş kadınlar sanki Picasso'nun fırçasından çıkmış gibi duruyordu. Hakkımda bölümüne kayınca gözlerim, profil ismi ve de resmiyle uyuşan satırlar karşısında gülümsedim. Yaşamını binlerce parçaya bölüp puzzle yaptığından ve Üç Maymun'u oynamadığından bahsediyordu Mea Culpa.
O zamanlar profilinde yaşı da yazıyordu ve bu genç arkadaşımın yaşam duruşundan oldukça etkilenmiştim. Sıra bloglarına göz atmaya gelmişti. O bir anneydi. Ve bir kadına annelikten daha çok ne yakışabilirdi.
İlk okuduğum blog'u Babam ve Oğlum idi. Babasını çok küçük yaşta kaybettiğini, çocuk olduğu için eksikliğini pek hissetmediğini; ama yaşı ilerledikçe babasızlığı sorguladığını anlatıyordu. Babasını hatırlatan en duygusal anlar ise kendi oğlunun babasıyla olan harika ilişkisini izlediği anlardı. İlk yazdığı blog'unda ise kalbinin Ege'de kaldığından bahsediyordu. Çünkü o da annem gibi İzmirliydi ve artık başka bir şehirde yaşıyordu. Bakar mısınız şu satırlardaki netliğe;
Genç bir insanım, çünkü İzmir insanı gençtir. Yaşlılara alışık değildir. Çünkü yaş sadece rakamlardan oluşur bizim için. Seksen yaşında bir adamla üniversiteli bir gencin muhakkak ortak bir noktası vardır: Rakı-Balık desem, İzmir'in kızları desem, havası-suyu desem...
Ardından; oğlunun ağzında çıkan aftı, hastane değiştiren doktoruna kızışını, Ugg denilen -estetik yoksunu- botu anlatışını okudum.
Ve de o en güzel evet'i anlattığı dizeleri.
Gözlerinle aldın beni, sende olmak güzeldi.
Bana dönemedim ki aşık olmak güzeldi.
Bloglarına saklanmış öyle dizeler vardı ki neden şiir kategorisinde olmadığını anlayamıyordum.
Dünyanın en güzel gözlerinde
En güzel gülüşünde kayboldu
Kaybolmak hiç bu kadar güzel olmamıştı
Desem gitme, biliyorum bu seni hapsetmek.
Desem git, biliyorum bu beni mahvedecek.
İçimdeki kadın gitsin derken, yaralı çünkü o.
İçimdeki kadın kalsın diyor, seviyor çünkü o.
O'nunla paylaşımım arttıkça gördüğüm, yaşının çok üzerindeki olgunluğu ve derin benliğiydi. O'na Ms Culpa diyordum. Bir müddet sonra öğrendiğim bir başka gerçek ise beni hem çok şaşırtmış hem de çok sevindirmişti. O, çok sevdiğim -gerçek entelektüel olarak tanımladığım- bir MB arkadaşımın geliniydi. Bu arada, artık MB'de bir yılım dolmuş ve palazlanmıştım. Harika arkadaşlarım olmuştu; ama rumuzlarıyla yazışanlar benim için kocaman bir soru işaretiydi. Oysa ben onları da çok seviyordum. O duygular içinde Görünür Blogger Olmak adlı blog'umu yazdım. Aynen şöyle diyordum bir yerinde: Ah şu karanlığa ya da bir bilinmeze yazıyormuşum hissinden kurtulabilsem! Onlar bana ismimle hitap edebilme, neye benzediğimi bilebilme şansına sahipken; ben ifade ve hayâl zorlukları içinde kıvranmasam. Ms Culpa'dan mesaj gelmekte gecikmemişti: Ben insanlarla zaman içinde dost olurum. Önce tanırım, sonra açılırım. Kesinlikle bu blog'u yazdığınız için değil, içinde kullandığınız 'karanlığa yazıyormuşum' tanımlamasından ötürü -karanlığı aydınlatabilmek adına- benim adım şu, oğlumun adı da bu demişti. Ben de bir ay sonra yaşadığı şehre gitmiş, onunla birlikte üç MB arkadaşımla daha tanışmıştım. Yani bizler, ekran arkasında saklı kalmamış, görünür olmuştuk. Aslında daha da sevimlisi -her geçen gün artan animasyon film merakımın mimarı- biricik ve de minicik kankamla da o gün tanışmıştım. Sünger Bob'u, Şimşek Mcqueen ve Sally'i onunla tanıdım. Annesine, Anneler Günü'nde Sarı Transformers, doğum gününde de Benten Saati alacak kadar da şakacıydı kankam. Sonradan öğrenecektim ki aynı zamanda çok zevkli ve de seçici bir erkekti. Shakira ve Britney'i hatta komşunun uzun boylu sarışın kızını da annesinden daha güzel buluyordu:) O'nu çok seven kocaman bir aileye ve tabii ki harika bir babaya sahip olduğu için de çok şanslıydı.
Bu kız bana ne çok benziyor dediğim bir blog'u da vardı Ms Culpa'nın: İkinci el giysiler, birinci el hayatlar. O da benim gibi hiçbir şeyini atamıyordu ve çöplerin içinde hayatını arayan çingenelere acıyordu.
Bir gün, yazmayı düşündüğü bir blog'dan bahsetti. Kaba hatlarıyla kurgulamıştı da. Ama hikaye halini almasında zorlanıyordu ve erkek karakteri de benim yazmamı istemişti. İçin(m)deki Sır (Tolga-Zeynep) serisi işte böyle doğdu.
Ama en duygulandığım blog'u otizm ile ilgili olanıydı ve öyle etkilenmiştim ki hemen ardından ben de bir otizm öyküsü yazmıştım.
Kan grubuna göre beslenmeyi de ondan öğrendim. Şunu yemeyin size zehir, bunu yeyin size faydalı dedi durdu.
Ms Culpa benim gibi, zamanı sevenlerdendi. Kitaplarımı okumadan önce, umarım kitap beni değil de ben kitabı okuyabilirim demişti; ama -kankam uyurken- BOI ve BOV'u inanılmaz bir hızla okuyup yorumladı. Aynı dili konuştuğumuzu düşünüyordu ve onu en çok şaşırtan ise hep ettiği gizli duasını kitabımda bulmasıydı! Ben Jonathan'la, o da Leo ile dertleşiyordu.
Gerçek hayatta hiç kopmadığım; ama bir süredir MB'den uzak kalan; yaşamdaki güçlü duruşunu, hanımefendiliğini, nazik üslûbunu hep takdir ettiğim; kankamın güzel anneciği, benim de kocaman yürekli canım arkadaşım Ms Culpa'yı hayatındaki en özel erkeğin en özel hikayesiyle misafir ediyorum bugün.
Ata Kemal Şahin
*****
Zamanın birinde devler ülkesinde minik bir cüce yaşarmış. Sarı saçlı, mavi gözlü bu cüce etrafına hep meraklı gözlerle bakarmış. Bu cüce gelmeye karar verdiği Büyükler Ülkesi'nde kendisine bir prenses seçmiş. Prensesi ilk gördüğünde karar vermiş, cücelikten büyüklüğe geçene kadar tek prensesi o olacakmış.
Prenses cüceden oldukça farklıymış aslında. O ne sarı saçlı ne de mavi gözlüymüş, hatta ikisi yan yana gelince bu cüce senin olamaz diyenler bile olurmuş. Olsunmuş, prenses cücesinde kendisinden çok şey bulurmuş. Gel zaman git zaman, cüce yavaş yavaş uzamaya başlamış. Aslında sadece boyu değil, boyuyla beraber dili de uzamış. Öyle miymiş, böyle miymiş, öyleyse neden böyleymiş, böyleyse neden öyle değilmiş! Prenses şaşkınmış. Birini cevaplasa, sorunun diğeri geliyor, o diğeri bir diğerini getiriyormuş. Hem artık masal ülkesindeki cevaplarla da yetinmiyormuş bizim cüce. Her şeyin bir nedeni olmalıymış, o neden de mantıklı olmalıymış ve her şeyden önce cüce için kabul edilebilir olmalıymış. Bir gün prenses elinde bir kitapla cüceye gelmiş. Demiş ki; bak bu kitapta birçok soru var, her sorunun da bir komik cevabı bir de gerçek cevabı. Bu seninle bizim yeni oyunumuz olsun. Buradan sen bir resim seç, ben o resmin sorusunu sorayım sonra sen de tekrarlayıp sor. Ben önce komik cevabı okuyayım, gülelim sonra da gerçek cevabı okuyalım, zevkle öğrenelim. Ne dersin? Hımmm demiş bizim cüce. Bunu derken gözleri parlıyormuş. Prenses anlamış, bu yeni bir dönemin başlangıcıymış.
Bu yeni dönem oldukça renkliymiş. Prensesin kendini gerçek dünyada da prenses gibi hissetmek için ayırdığı zamanlarda bizim cüce zııp diye elinde kitabıyla gelir, hadi bakalım oynayalım dermiş. Önce komik cevap komik ses tonuyla okunur sonra da gerçek cevap normal ses tonuyla okunurmuş. Bu böyle gel zaman git zaman devam etmiş. Ta ki bir gün prensese kal gelene kadar. O gün şöyle olmuş: Bizim cüce elinde kitabıyla gelmiş ve demiş ki neden hep aynı soruları sormak zorundayım ki, etrafımda bir sürü başka soru var; mesela ….. neden böyle? Prenses tam gerçek cevabı vermek için ağzını açmış ki bizim cüce atlamış, komik bir ses tonuyla oldukça komik bir cevap vermiş: Gerçeğini de biliyorum bak işte bundan dolayı böyledir demiş. O aslında gerçek cevap değilmiş; ama prenses onun gerçeğe yakın cevabını gerçeğinden daha çok beğenmiş. Cücesinin kulağına eğilip fısıldamış; sana bir prenses tavsiyesi, sakın kendini gerçeklerle sınırlandırma, farklı bakış açısıyla ulaştığın gerçek, kalıplardan daha çok mutlu edecektir seni. Cüce o meraklı gözlerini kaldırıp minik elleriyle ağzını kapatıp, yaaa demiş. Prenses cücesinin minik ellerini görünce onun hâlâ minik bir cüce olduğunu anlamış ve dediğimin ne kadarını anladın bilmiyorum; ama derken bizim cüce atlamış, söylediğini bu kitaba benzettim, komik cevaplarla da gerçeğe ulaşabilirim gerçek cevaplarla da; ama komik cevaplar eğlenceli ve sen eğleneyim istiyorsun di mi demiş. Prenses o anda cüce, bizim cüce de prens olmuş. Prenses duygulanmış. İçinden, sen bir gün çok güçlü bir prens olacaksın bense kraliçe demiş sonra da egosuna gülümsemiş: Yani, umarım gözünde kraliçe olabilirim, gerçek prensesin geldiğinde!
Bunu hisseden cüce; aman annee, bir tane prenses olur hep demiş. Hem kraliçeler yaşlı olur diye de eklemiş.
Ertesi sabah küçük cüce prensesi öpmüş ve eklemiş: Günaydın Ülkeler Prensesi !!
Ülkeler Prensesi mi? Prenses yanındaki cüceye bakıp kocaman öpmüş, ahhh sakın büyüme!
Ve bu masal prenses ve cüceyle güne gün katarak devam etmiş.
Geldik masalımızın sonuna. Şimdi de kıssadan hisse zamanı;
• Hayatta minik bir cücenin prensesi olmak kadar güzeli yokmuş.
• O cücenin, annesini Ülkeler Prensesi ilan etmesi kadar güzeli de yokmuş.
• Cücenin dünyası çok büyükmüş. Prenses eğilip o dünyaya girdiğinde hayatın önemli bir gerçeğini öğrenmiş. Cüce felsefik bir cümle kuramasa da özetle şöyle demiş: Hayatı sıkmayayım, gerçek var biliyorum; ama ben komik olanı seçiyorum ve gülüyorum.
• Prenses bunu aklında tutmuş. Cüce ne zaman bir soru sorsa en muzır ses tonuyla, en yaratıcı cevabı veriyormuş ama cücesi yanlış öğrenmesin diye de gerçeği çaktırmadan söylüyormuş. Ee, annelik duygusu işte.
• Ayrıca, zamanı geldiğinde prensin gerçek prensesini bulmasını her şeyden çok istiyormuş, varsın kendisi kraliçe olsunmuş. Ama genç bir kraliçe:)
• Ve laf aramızda, Günaydın Ülkeler Prensesi bu güne kadar duyduğu en güzel sözmüş.
Eveet, şimdi de sıra gökten düşen üç elmayı dağıtmada!
Biri cüceme gelsin, e hak etti ama; biri bana gelsin e ben de hak ettim; diğeri de bu masalı okuyan ve içinde gülümseme hisseden herkese gelsin. Kırmızı, parlak, sulu elma; işte geliyorrr. Hadi yakalayın!
(Mea Culpa)
http://blog.milliyet.com.tr/meaculpa